“Muhtelif Konularda Kısa Kısa” adlı nasihatler serimizin yedincisinde 138 madde hâlinde muhtelif kısa nasihatlere yer vermekteyiz. Hayırlara ve hidâyetlere vesîle olmasını dileriz.
MUHTELİF KONULARDA KISA KISA - 7 1 ♦ KİŞİSEL DEĞİL, GENEL! İlim talebinin ve ilmî te’lifâtın zorluğunu, ilmî kitapların önemini ve kapitalist sistem içinde kitap basımının zorluğunu bilmeyenler, bir kitaba verecekleri üç kuruşu gözlerinde büyütürler! Üstüne üstlük, alakasız yorumlar yaparlar. Allah için sa’y-ü gayrete maddesel paha biçilememesi bir yana, bir kitap alırken inceden inceye hesap yapıp fiyatı kendilerine yontan kimselerin, 1000-2000 adet kitabın nasıl basıldığının hesabını yapamamaları çok mânidârdır! Biri hediye mi dedi? Rahat olalım, bu satırların ana mesajında o konuda bir sıkıntı yok, olmamalı!.. Zaten o konu sıkıntılı olursa, bu satırların hepsi sıkıntılı olur! Biz yeter ki hayatımızın her alanında adâleti gözetip, her şeyi yerli yerine koyabilelim. Tesbîh, tevekkül, şükür ve kanâat ile iç içe… Özellikle günümüz şartlarında ve vâkıasında bu hususta çok şeyler söylenebilir. Güzel bir söz vardır: اللَّبِيبُ يَفْهَمُ مِنَ الْإِشَارَةِ “Akıllı kimse işâretten anlar.” Lubb, “akıl” demektir. Lebîb ise, akıllı, anlayışlı, zeki anlamlarına gelir. Dolayısıyla lebîb yani akl-ı selîm kimse değil az sözden, işâretten bile anlar. Nitekim Talâk Sûresinin 10. Âyetinde,الَّذِينَ اٰمَنُوا "iman edenler" kelimesi, أُولِي الْأَلْبَابِ "temiz akıl sahipleri" kelimesinin sıfatı olarak gelmektedir. Burada tefekkür gerekir. Çünkü "iman", temiz akıldan geçtiği gibi, mü'mine de temiz akıllı olması, akl-ı selîm düşünmesi ve hareket etmesi yaraşır. Kâmil iman bunu gerektirir! Netice olarak deriz ki, Allah'ın rızâsı asıldır ve esastır, ona uygun olmayan her şey vesvâsü'ş-şeyâtîn'dir! Onun için, Allah'ın rızâsına, takvâ ve zühde tâlip olmamız gerekir. Bahsi geçen mevzunun muhtevâsı da buna dâhildir. Vesselâm. 2 ♦ AKIL VE RÛH: İnsan hem beden hem de rûhtan müteşekkildir. Rûh yönünü ihmâl eden "materyalist" ve "rasyonalist"; beden yönünü ihmâl eden ise "rûhçu" olur. Yahûdîler insanın madde yönünde, Hristiyanlar ise rûh yönünde aşırıya giderek saptılar. Mü'min kimse bu ikisi arasında vasat olur. Aynı şekilde ne "akılcı" ne de "hissiyatçı" olur. Akıl ve hissi, vahiyle kontrol altına alır. Aksi takdirde ya meselelere hep akılcılık, rasyonalizm ve materyalizmle bakar ya da her şeyi hissîlik, mânevîlik, gizem, sır, efsun ve hurâfelerle değerlendirir. Maddecilik, rasyonalistlik ve ırkçılık yapanların ilki İblîs aleyhilla'ne'dir. O, maddesini ön plana çıkararak ve akılcılık yaparak ateşin topraktan daha üstün olduğunu savunmuştur. Böylece de Allah'ın emrinin dışına çıkmış, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştur! Vahyi ölçü almayan herkes bu iki cihetten birine az veya çok yönelir. Vahiy ise, ahsen-i takvîm'de yaratılan ve mükerrem kılınan insanı dengede tutar. Bütün uçuk kaçık, dengesiz yönelişlerden korur. Ayrıca şunu da söylemek gerekir. Hep mantıkçı olup ve akla hitap edip duyguları, hisleri ve mâneviyatı ihmâl etmek de, hep duygusal ve hissî olup akıl ve mantığı geri plana itmek da doğru değildir. Akl-ı selîm mü'min, akıl ve mantıktan da duygu ve hislerden de uzaklaşamaz. Birini bırakıp diğer tarafa geçemez. Geçerse, psikolojik, rûhî, kalbî ve dînî sorunlar yaşamaya başlar. Her şeye akılcı yaklaşan kimse karşısındaki insanları rûhsuz ve hissiz bir robot yerine koyar. Her şeye hissîlikle ve duygusallıkla bakan kimse ise, insanın akıl ve mantığını dikkate almayarak, çoğu zaman eşine dostuna yük olur. Çünkü akl-ı selîm ve vasat kimseler aşırı duygusal ve kırılgan kimseleri kırmamak için, onları taşımak ve hep mudârâlı davranmak zorunda kalırlar. Rabbimiz bizleri "vasat ümmet" olan ümmet-i icâbe'nin hayırlılarından kılsın. 3 ♦ KÂFİRLERİN KENDİ ARALARINDAKİ NİKÂHLARI GEÇERLİ MİDİR SORUSUNA VERDİĞİMİZ KISA CEVABIMIZ: Allah’a hamd, Rasûlüne salât ve selâm ile başlayıp, kısaca cevap veriyorum… Gayrimüslimlerin kendi aralarında kendi dinlerine göre kıydıkları nikâh geçerlidir. Bunun delili, Ebû Leheb ile karısı Ümmü Cemîl arasındaki nikâhın, وَامْرَأَتُهُ “onun karısı da” (Leheb: 4) buyruğu ile geçerli sayılmasıdır. Ulemâ buradan, şayet gayrimüslimler arasındaki nikâh in’ikâd etmemiş olsaydı Allah, “onun karısı” demezdi şeklinde istidlâlde bulunmuşlardır. Hatta Mâlikîler dışında diğer mezheblerden oluşan cumhûr’a göre, küfür hâlinde akdedilen bir nikâh bile İslâm’a girdikten sonra sahîh sayılır. Tecdîd-i nikâh adı altında yeni bir nikâh gerekmez. Buna göre gayrimüslimlerin nikâhlı birlikteliklerinden doğan çocuklar veled-i zinâ sayılmazlar! Bir rivâyete göre, Peygamberimiz de, kendisinin zinâdan doğmadığını, nikâhlı birliktelikten dünyaya geldiğini zikreder (Beyhakî). Ayrıca bütün peygamberlerin geçmişlerinin pîrüpâk olmasından dahi bu husus istinbât edilebilir. Eşlerden birinin müşrik olması hâliyle alâkalı olarak da “Eşlerden Biri Müşrik ise, Müslüman Ne Yapmalıdır?” baslıklı yazımız okunabilir… 4 ♦ Bir zamanlar -istisnâlar kâideyi bozmamakla beraber, ideal ve efdal olana göre- yirmi yaşından sonra ilme başlanmaz [ama başlanmamalı değil!], kırkından önce kitap yazılmaz [ama mutlak anlamda yazılmamalı değil!] diyen ben, İslâmî/İslâmcı aleme şaşkın gözlerle bakıyorum. Herkes allâme, herkes yazar çizer, yorumcu, muhakkık, uzman, mütehassıs! Okuyan ve ilim talep eden neredeyse yok! Yemek esnasında veya piknikte sohbet eder gibi, dilediği gibi yaşarken birkaç satır okuyan veya duyduklarıyla yetinip, bunların üzerine mantık, yorum ve çıkarım ekleyen kimseler!.. İlmî ehliyet nerede kaldı?! Biraz zekâ, biraz mantık, biraz da edebiyat olunca gerek kalmadı mı?! Âhir zamanda tembelliklerin, boş vermişliklerin, başıboşlukların, ehliyetsizliklerin, usûlsüzlüklerin ve fitnelerin olacağının farkında mıyız acaba?! Onun için azı dişlerinizle tutunurcasına Kur'ân ve Sünnet'e tutunun, tutunalım! Kur'ân ve Sünnet'e hakkıyla tâbi olan bir kimse de -gücü nispetinde- asla ilimden müstağnî olamaz! Yüce Allah'tan hidâyet, takvâ, iffet, kanâat, âfiyet ve selâmet dileriz. Rabbimiz bizleri göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimize terk etmesin! HasbunAllahu ve ni'me'l-Vekîl... 5 ♦ UNUTTUN! ✔ Sevgi, saygı, insancıllık dedin; Tevhîd’i, hikmeti, Şerîat’ı unuttun, ✔ Tevhîd dedin; sevgi, saygı, hürmet, nezâket, usûl, âdâb ve edebi unuttun, ✔ Tevhîd, iman, İslâm dedin; şirki, küfrü ve nifâkı unuttun, ✔ Cemâat, hizip, grup dedin; ümmeti, kardeşliği ve vahdeti unuttun, ✔ Benim duyduğum, benim bildiğim dedin; ilmi, okumayı ve sormayı unuttun, ✔ Cesâret ve yiğitlik dedin; takvâ, tevekkül, tedbîr, teennî ve istişâreyi unuttun, ✔ Hakkı haykırmak dedin; basîret üzere davet, teblîğ, irşâd ve ıslâhı unuttun, ✔ Kur'ân, Âyet, akıl dedin; Sünnet, Hadîs, Ehl-i Sünnet demeyi unuttun, ✔ Dünya, yaşam, istikbâl dedin; âhireti, âkıbeti, cennet ve cehennemi unuttun, ✔ Niyetim sâlih dedin ama amelinin fâsid olduğunu unuttun! 6 ♦ BİLMEZ! Kimi sahîh akîdeyi bilmez! Kimi fıkıh ve kavrayış bilmez! Kimi usûl bilmez! Kimi üslup bilmez! Kimi hikmet bilmez! Kimi güzel ahlâk ve edep bilmez! Kimi hoşgörü, mudârâ ve idâre bilmez! Kimi istişâre bilmez! Kimi teblîğ, davet, irşâd ve nasihat bilmez! Kimi Arapça bilmez! Kimi kendi ana dilini bilmez! Kimi Kur’ân okumayı bilmez! Kimi bilmediğini de bilmez! Bu “bilmez”lerin içinde bizim yerimiz nedir acaba? NOT: "Kimi kendi ana dilini bilmez!" ifadesinden kastımız; grameriyle, belâğat ve fesâhatiyle bilmez anlamındadır. Yoksa çat pat, yarım yamalak, doğru-yanlış, sağlıklı-sağlıksız bir şekilde insanlarla iletişim kurmak ya da kurmaya çalışmak, bir dili yeterli düzeyde bilmek anlamına gelmez! 7 ♦ MÜŞTERİ AV DEĞİLDİR! – Ticârette öncelik, müşterinin talebini kendi işimizi görür gibi en güzel şekilde belki de kendi işimizden daha sağlam ve titiz şekilde karşılayıp ona yardımcı olmaktır. – Daha sonra yaptığımız hizmet karşılığında, kendimizi müşterinin yerine koyarak ma'kûl bir kâr almaktır. – Daha sonra kazandığımız kâra kanâat etmektir. – Daha sonra da, verdiği rızık ve nimetler için Rabb Teâlâ'ya kalple, kaville ve amelle şükretmektir. Her şeyin şükrü kendi cinsinden olur.. Malın şükrü mal, paranın şükrü paradır. 8 ♦ NE SELEFÇİLİK YAPIN NE HALEFÇİLİK; SADECE MÜ'MİN VE MÜSLİM OLUN! İctihâda mesâğ olan ve ulemâ arasında bir şekilde ihtilâf söz konusu olmuş meselelerde bir tarafa taassupla yapışıp diğer mezhep ve görüşleri yok sayma pahasına fütursuzluk, ümmet içindeki ilmî ictihâdları ve Müslümanların hassâsiyetlerini kaşımaktır ki, bundan hılâf, husûmet ve teferruktan başka bir şey elde edilemez! Bir konuda Sâlih Selef gibi söyleyip Halef’i yok saymak veya Halef’in dediğini deyip Selef’i göz ardı etmek sûretiyle!.. Veya Selef’in, meselelere, Peygamber eğitiminin bereketinin de tesiriyle evvelemirde sadece tasdîk ve teslimiyet eksenli yaklaşıp kelâm ve cidâlden sakınıp meseleleri icmâlî olarak değerlendirdiğini; Halef’in ise sonraki dönemlerin getirdiği soruları, sorunları, münâkaşa ve mücâdeleleri de dikkate alarak daha mufassal değerlendirmeler yapıp, Ehl-i Sünnet i’tikâdını ve İslâmî değerleri her türlü dalâlet ve sapkınlıktan korumak için cehd-ü gayret ettiğini ve âdeta sonraki asırlarda Ehl-i Sünnet’in kalesi olduğunu hesaba katmadan!.. Allah, Sâlih Selefimizden de Sâlih Halefimizden de râzı olsun. Onlar arasındaki, meselelere mücmel veya mufassal yaklaşmaktan ileri gelen lafzî ihtilâfları ayrılık, gayrılık ve zıtlık gibi görmeden, o görüşlerin arasını hayırla birleştirip cem’ ve tefsîr ederek, bizden önceki hayırlılarımıza sövmemeyi Rabbim hepimize nasip etsin. Yoksa, din adına hikmetsizce ve dirâyetsizce konuşanlar, farkında olmadan rüzgâr ekip fırtına biçebilirler! Bırakın, ictihâdı müctehidler yapsın; avâm da müctehid ulemâya uysun. Cin olmadan adam çarpmak istercesine, allâme ve müctehid olmadan -bir veya birkaç âlimi değil- bazı meselelerde topyekûn Halef ulemâsını eleştirmeye cür’et etmekten sakınmak kayd-ü şartıyla!.. Eslem ve ercah olan yol ve menhec; sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn’den oluşan Selef-i Sâlihîn’e uymaktır. EyvAllah da, İslâm, onlardan sonra da devam etti ve kıyâmete kadar zâhir ve yüce olmaya devam edecektir. İslâm’ı iki veya üç yüz yıllık bir dönemle sınırlandırıp, ondan sonra gelenler öncekilerin yolunu terk ettiler dercesine bir söylem ve tutum asla kabul edilemez! Nasihatim Allah içindir; ecrim de Allah’a aittir. Vesselâm. 9 ♦ BABYLON/BÂBÎL: Aynı adda bir yazılım da bulunan "Babylon" kelimesi "Bâbîl" anlamına gelir. Bâbîl; "Allah'ın kapısı" demektir. "Bâb" kelimesi Arapça'da "kapı", "îl" kelimesi de İbranice kökenli bir kelime olup, "Allah" anlamındadır. Tıpkı Cibrîl, Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl, İsrâîl, Azrâîl, Azâzîl gibi kelimelerin "Abdullah" yani "Allah'ın kulu" anlamına geldiği gibi. Babylon kelimesinin Bâbîl anlamına geldiğini öğrenmem üzerine istifâde etmek veya fikir sahibi olmak isteyenler için biraz teferruatlı şekilde yapmak istediğim bir paylaşım. 10 ♦ COVİD-19 SALGINI VE BİZ! Ehl-i Sünnet Müslüman! Bir yerde salgın varsa, oraya girilmez. Orada bulunan insanlar da, oradan çıkmazlar. Bulundukları ortamda salgınla mücâdele kapsamında bir takım kurallara riâyet ederler. Bu, Sünnet'in ve akl-ı selîm olmanın gereğidir. Mevcut vâkıanın hılâfına lakaytlık ve kabadayılık yapmak cehâlet, gaflet, hamâkat, câhilî cür'et ve kural tanımazlıktır! Akl-ı selîm Müslüman ise mazbûttur, kurallıdır, ilkelidir ve prensiplidir! Ey insan! Aldırma sen, "bana bir şey olmaz" havasında cür'etkârlık yapanlara! Sen maske takmaya, fizîkî mesâfeye, maddî ve mânevî temizliğe dikkat et! Bunlara dikkat etmeyenlere de dikkat et! Bir de -şu salgın süresince- hatır gönül için tokatlaşmaya da artık bir son verelim! En azından, yakınlarımızda bu salgından etkilenerek hasta olanlara ve hasta yatanlara bakarak artık daha akıllı hareket edelim! Edelim ki, ne kendimize ne de başkalarına zarar verelim! Ayrıca şunu da bilelim ki, İslâm'ı doğru fıkhetmiş kimse salgın fıkhını da çok iyi bilir. Bunları bilmeyen kimse de, genel veya özel fark etmez, bazı hususlarda noksanlıkları olduğunu bilsin! Ve bir de bu imtihân vesîlesiyle mazbûtluk ve vasatlıktan ne kadar saptığına da ibret nazarıyla bir baksın! Böylece kendini düzeltsin!.. 11 ♦ PEYGAMBERSİZ BİR KİTÂB YOKTUR! Allah Teâlâ, kitapsız peygamber göndermiştir ama peygambersiz bir kitap göndermemiştir. Onun için Allah'ın Kitâb'ı ancak peygamber vasıtasıyla, onun Sünneti, Hadîsleri ve örnekliğiyle sahîh olarak anlaşılabilir. Bu nedenle de âcizâne çocukluğumdan beri hep şunu söylerim. "Bir kimsenin ilminin ve fıkhının derinliği ancak Hadîs ilmindeki vukûfiyetiyle anlaşılır. Hadîs ilminde yetersiz olan yahut da Hadîs ilmini veya Usûlünü kabul etmeyen bir kimse, ilmî ehliyetten, faydalı ilimden ve fıkıhtan yoksundur. Zira İslâm; Kur'ân, Sünnet ve bu ikisinin sahîh fıkhı ile bir bütündür." Onun için, özellikle âhir zamanda revaçta olan meâlcilik, zâhirîcilik, akılcılık ve modernizm gibi fitnelere dikkat etmeliyiz! İslâm İslâm'dır. Hiçbir eklentiye ve senteze muhtaç değildir! Sünnet, Hadîs, İslâm akîdesi, İslâm tasavvuru, davet metodu, İslâmî menhec gibi herhangi bir şey İslâm'dan çıkarılırsa, onun yerini hevâ ve hevesler işgal eder. Geriye kalan şeye de İslâm denmez. İslâm bir bütündür. Ya tam olarak alınır; ya da münâfıklığa sapmadan terk edilir! Yani ya iman ya küfür! İnsan bu noktada yol ayrımındadır. Âhiretteki sonuçlarına katlanmak şartıyla tercihini iyi yapmalıdır! Bilelim ki, Allah'ın, iman edenlere va'di cennet, küfredenlere va'di ise cehennemdir. Akl-ı selîm'in tercihi ise bellidir. 12 ♦ İSLÂM'DA EVLAT EDİNME YOKTUR! İslâm'da evlat edinme kesinkes yoktur! Rasûlullah aleyhisselâm, önceden evlat edindiği Zeyd b. Hârise'nin boşadığı Zeyneb ile Allah'ın emriyle evlenerek, evlat edinmenin İslâm'da olmadığını risâlet vasfıyla kesin olarak hükme bağlamıştır. Öteden beri uygulanagelen bu câhilî âdeti ortadan kaldırmıştır. Aksini iddia etmek küfürdür! Hatta bir kimsenin kendisini babasından başkasına intisâb etmesi yani babasının, gerçek babasından başkası olduğunu söylemesi de nesebe sövmek de küçük küfürdür. Bu küfür, sâhibini İslâm dininden çıkarmaz ama yalan, içki, kumar gibi kebâirden yani büyük günahlardan daha büyük bir günahtır. Küçük küfür (küfr-ü asğar), küfr-ü ekber'in yani büyük küfrün altındadır, kebâir'in yani büyük günahların ise üstündedir. Maalesef ki, birçok kimse bu hakikati bilmediği için bu büyük günaha girmektedir! Meşrû yol varken, -ki her zaman vardır- gayrimeşrû yollara girip de âhiretimizi yıkıma uğratmayalım. Bir çocukla ilgilenmek, onun ihtiyaçlarını karşılamak, ilim öğrenmesi için kol kanat germek Allah için çok sevaptır. Bu yapılabilir hatta yapılmalıdır. Ama bir çocuğun anasını ve babasını gizleyerek, gülü ağacından kopararak, Türk filmlerinde olduğu gibi, "yavrum, ben senin annenim, babanım" demek; o yavrunun gerçek anne ve babasına bir haksızlıktır! Allah'ın hükmüne karşı da bir ma'siyettir! Bilelim ki, bir çocuk evlat edinilmiş olsa da, bulûğ çağına erdiği andan itibaren kendisini evlat edinen kimselerle arasında nâmahremlik söz konusu olur. Kız ise, erkeğe; erkek ise de kadına nâmahremdir! Ayrıca evlat edinmekle, gerçek miras sahipleri, haklarından mahrûm edilerek, hak sahibi olmayanlar mirasyedi olurlar! Daha nice aksaklıklar olur. Bilmeden kendi kardeşiyle evlenmek bile olası tehlikelerdir! Yâ Rabbi, biz Senin hükmüne ve rızâna râzıyız. Şâhid ol! Ve bizlere rahmet ve mağfiretinle muâmele et! Âmîn. 13 ♦ PRENSİPLİLİK KATI KURALCILIK VEYA HUYSUZLUK DEĞİLDİR! Ben prensip konusuna önem veririm. Zaman zaman bu konuda konuşurum. Eskiden bir arkadaşım vardı. Onun yanında da prensiplilik konusunda konuşmuşumdur. Ama o arkadaş prensipli olmayı yanlış anlamış ve katı kurallı bir kimse olmuştu. Uyardığımız ve nasihat ettiğimiz halde, ikili ilişkilerde ve ticâret hayatında prensip adı altında benimsediği katı ve hikmetsiz tercihlerinden vazgeçmemişti. Oysa gerçekte prensiplilik insanın hayatını vahiy ve hikmet istikâmetinde şekillendirip ihlâs ve takvâsını artırmasını sağlar. Dostlarıyla ve insanlarla kendi arasına asla duvarlar örmeden; vefâ ve dostluk duygularını ve ilişkilerini pekiştirir. Kalp kırmadan, tâbir-i câizse hatır için çiğ tavuk yedirir. Din ve dindaşlık maslahatına zarar veren, hayır ve iyiliklere mâni olan hiçbir huy "meşrû prensip" değildir. Prensipli insanın sevilmesi, kötü huyları prensip edinmesinden dolayı değil; kendisini takvâ ve ihlâsa ulaştıracak -akl-ı selîm herkesin gıpta ettiği- meşrû bir yol tutmasından dolayıdır. Bu yolda da “önce can, sonra canan” kâbilinden bencillik ve egoistlik olmaz. Aç bir insan önce can demez, sevdikleriyle birlikte yer ve diğer açları da düşünür. Kendisi aç iken bile muhtaçların karnını doyurur. Sıkıntılı bir insan, sadece kendi sıkıntısını düşünmez; diğer insanların sıkıntılarını da dert edinir, çare arar ve yardımcı olur. Sağlıklı insan psikolojisi böyledir! Onun için “önce can” diyerek nefsî ve bencil davranamayız. Ferdî, dînî, ictimâî ve iktisâdî hayatımızda hiçbir prensibimiz/huyumuz bizi Allah’ı zikretmekten ve O’nun rızâsına uygun hareket edip, hayır ve hikmete tâlip olmaktan alıkoymamalıdır. Dolayısıyla da, “kusura bakma bu benim prensibim” veya “işletmemizin prensipleri icabı” diyerek, Allah ve Rasûlünün rızâsına muhâlif tercihler benimsemek yanlıştır ve takdir edilmez! O senin prensibin ise, -iyi ki söyledin- o prensip yanlış, hemen bırak! 14 ♦ TEVHÎD’E SADÂKAT GÖSTER; SAPANLARDAN OLMA! Bir zamanlar Tevhîd’i duyup, bilip, kabul edip de, bunun hemen akabinde ilim ve tahkîk ile iman ve teslimiyeti artırmak ve akîdeyi sağlamlaştırmak gerekirken, tam aksine Tevhîd’e sadâkat göstermeyip, bazı noktalarda şirke düşülmesinin başlıca nedenlerinden biri, ferdî, ailevî, ictimâî veya iktisâdî yönlerden câhiliyye toplumuyla içli dışlı olunması ve taklîdî iman ile o kimselerin yaldızlı sözleri ve felsefî lafları karşısında şeytanın da etkisiyle sönük ve yetersiz kalınması sebebiyle bâtıla meyledilmesidir! Bu süreç, birden olmayıp, zaman içinde gerçekleştiği için de sapmanın farkına varılmamasıdır! Onun için, bu kötü vâkıalardan ibret alıp, tahkîkî iman edelim ve tasdîkimizi sağlamlaştıralım. Bilelim ki, tahkîkî iman, zifiri karanlık bir gecede dört bir yandan üzerimize gelen dağlar gibi küfür, şirk ve nifâk dalgalarına karşı bizi korur! Sağlam akîde karanlıklar içinde yolumuzu aydınlatan bir nûrdur. Onun için önce iman, hem de tahkîkî iman! 15 ♦ İSRÂFI BIRAK, İNFÂK ET! Ayda üç yüz lira infâk edemezsin hatta haftada elli lira bile veremezsin ama her gün düzenli şekilde sigaraya para verir, üfürdüğün dumana bakmak için her ay kesintisiz şekilde en az 300-500 lirayı nefsin için gözden çıkarırsın. On yıl, yirmi yıl bu şekilde devam ettiğinde, Allah’ın sana verdiği rızkı büyük bir isrâf denizine çevirdiğini görmez misin?! Kıyâmet gününde herkesin nereden kazanıp nereye harcadığının hesabını vereceğini bilmez misin? Yarın sorulduğunda ne dersin?! Düşünerek, şu Âyetleri oku! “Akrabaya hakkını ver; yoksula ve yolda kalmışa da (haklarını ver). (Malını isrâf ile) saçıp savurma. ÇÜNKÜ SAÇIP SAVURANLAR ŞEYTANLARIN KARDEŞLERİDİR. Şeytansa, Rabbine karşı çok nankördür.” (İsrâ: 26, 27) Neden “şeytanın kardeşleridir” denmiştir? Ya isrâf ve isrâfın yol açtığı fesâdda şeytanlarla aynı hükümdedirler yani hükümlerinin aynı olması bakımından kardeştirler. Ya da onlar şeytanların kendilerine hoş gösterdiği şeyleri yaptıkları için fesâdlarının aynı olması bakımından kardeştirler. Yahut da onlar cehennemde şeytanlarla birlikte zincire vurulacakları için uğradıkları akıbetlerinin aynı olması bakımından kardeştirler. Hapishane arkadaşları/kardeşleri gibi! Şeytana ve nefsimize uymaktan, isrâftan, kötü sondan ve kötü âkıbetten Allah’a sığınırız. 16 ♦ İKİ ANI, İKİ İBRET! "Market çalıştırıyorum ve maalesef sigara satmak zorunda kalıyorum; câiz mi?" diyen bir arkadaşa: "Câiz değil desem, satmayı bırakmayacaksın. Ben böyle demesem ama senin hayrına başka bir şey söylesem, ıslâhın için çözüm üretsem, yapar mısın?" dedim. "Dinliyorum" dedi. Tek kelimesinden anladım ki, yapmayacak! Yine de başlamışken devam edeyim diye düşündüm: "Madem sigara satışından bir hayır ummadan, sadece sigara içenler vesîlesiyle yani onların ayakları kesilmesin de başka ihtiyaç maddelerini satayım diyorsun -ki, bu söz bana göre boş bir sözdür-; o halde sigaradan elde ettiğin bütün kârları bir hayır ummadan ama sadece ıslâh olmayı dileyerek ihtiyaç sahiplerine ver, kuruşuna dahi dokunma" dedim. Bu çözümü bir âlimin, günahları terk edemeyen bir kimseye yönelik tavsiyesinden esinlenerek söylemiştim. Zaten kendisi de, "sigaranın kârında değilim. Zaten kârı çok az" demişti. Bu sözlere karşılık bizim teklifimiz taşı gediğine koymak olmuştu. Olmuştu ama yaptı mı dersiniz? Cevap: Maalesef! Çünkü keseye, kasaya ve cüzdana dokunan işlere insanlar genellikle girmezler. Keseye, kasaya ve cüzdana giren şeylerde de pek öğüt ve uyarı dinlemezler! Başka bir hâdise de şudur... Bir hacı amca, sigara içtiğini ama durumunun iyi olduğunu söyleyerek, "sigara içmem câiz mi?" dedi. "Câiz değil dediğimde sigarayı bırakacağını bilsem, hiç durmaz söylerdim. Ama bunu söylemek senin sigara içmene engel olmayacak" dedim. Sadece şunu söylüyorum: "Günlük/aylık/yıllık ne kadar sigara parası verirsen, o paraların tamamını -kuruş eksiltmeden- hiçbir açıklama da yapmadan ihtiyaç sahiplerine ver." Tabii ki, o da yapmadı. "Benimle mi kazanıyor" diyerek! Şeytana yârenlik ederek isrâf ve ifsâda gözü kapalı dalarken para hesabı yapmayan kimseler, infâka ve ıslâha gelince nasıl da direnip geriliyorlar! Hak ver bari ki, hak seni terk etmesin! 17 ♦ KÖR OLARAK HAŞREDİLMEK İSTEMİYORSAN!... Allah'ın dininden, Kur'ân'dan, Rasûl'den, apaçık delillerden ve Allah'a ibâdetten yüz çeviren kimse için dünyada geçim sıkıntısı, darlık ve zorluk vardır. Allah'a kulluktan yüz çevireni hırs, mal sevgisi, cimrilik, haram yiyicilik, tevekkülsüzlük ve kanâatsizlik istilâ eder. Gözü hep yukarılarda olduğu için ne dünyalığa doyar ne de iç huzuru bakımından mânen rahat eder. Kıyâmet gününde de o kimse, -aynen dünyada Allah'ın Zikrinden yüz çevirdiği yani Kur'ânî ve Nebevî hakikatlere kör kesildiği gibi- suçuna uygun bir ceza olarak kör olarak haşredilir. Şu yaşına kadar, gündemine İslâm'ı, Kur'ân'ı, Rasûl'ü, Âyetleri, Hadîsleri, Allah'a ibâdeti ve Allah'ın indirdiği apaçık delilleri almayanlar, onları okuyup öğrenmekten ve anlamaktan öyle veya böyle -hiç fark etmez- yüz çevirenler şu Âyeti iyi okuyup içleri ürpersin, tüyleri diken diken olsun ve korksunlar! Ah yakınlarım, ah akrabalarım ah!! Rabbimiz Teâlâ meâlen hakkı duyurdu; uyuyanları veya şeytan ve dostlarına uyanları uyardı: وَمَنْ أَعْرَضَ عَنْ ذِكْرِى فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ أَعْمٰى "Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, gerçekten onun için dar bir geçim vardır. Biz onu kıyâmet gününde de kör olarak haşrederiz." (Tâ-Hâ: 124) Dünyada darlık ve huzursuzluk, kıyâmette ise körlük ve ebedî azap! 18 ♦ SEKÜLER SÖYLEMLERDEN SAKINALIM! “Hastalığı atlattık.” (Seküler bir cümle) “Allah şifâ verdi.” (İslâmî tabir) “Allah şifâ versin.” (İslâmî tabir) Söz ve söylemlerimizde merkeze Allah'ı koyalım. Başımıza gelen şeylerde fâil olarak Allah'ı zikredelim. Her vesîleyle Allah'ın adını analım. Hele de Allah lafzının çok az kullanıldığı hatta bazı ortamlarda hiç kullanılmadığı şu âhir zamanda! İnsanlık, "Allah" demenin yasak olduğu çağlar gördü! Onun için biz mü'minler, her dâim Allah'ın adını anmalıyız. "Allah verdi, Allah aldı, Allah nasip etti, Allah kısmet etti, Allah muvaffak kıldı, Allah hayırlar versin, Allah yardımcın olsun, Allah yolunu açık etsin, Allah rahatlık versin, Allah kolaylık versin, Allah ilmini artırsın, Allah hidâyet versin" diyelim. Ve bilnetice, Allah dilemedikçe kimse hastalığı atlatamaz, hastalığı yenemez, ölüm meleğine çalım atamaz ve kefeni yırtamaz! "Hastalığı atlattık" cümlesinin seküler [âhiret gerçeğini bir kenara atıp, dünyaya odaklı] bir söylem olduğunun farkında olan kimseler, bu cümlenin akabinde "elhamdülillâh" cümlesinin ilâvesiyle durumu kurtarmaya çalışırlar. Oysa "hastalığı atlattık, elhamdülillâh" yerine; "Allah şifâ verdi, elhamdülillâh" veya "Hamdolsun, Rabbim şifâ ihsân etti" demek daha doğrudur ve daha güzeldir. Adam arkadaşına diyor ki: "Hadi yine iyisin, kefeni yırttın." SübhânAllah! Düşünmeden söylenen bir sözdür bu! Kim, Allah dilemedikçe hastalığı yenebilir veya ölüme direnip, -Allah'ın irâdesine rağmen- yaşamaya devam edebilir?! Veren O, alan O, yaratan O, yaşatan O, öldüren O, ölümden sonra diriltecek ve hesâba çekecek olan O! Celle Celâluh. 19 ♦ ÖVÜLME HASTALIĞI İNSANIN BELİNİ KIRAR! Övülmeyi seven ve övüldüğünde havalara giren kimseleri yüzlerine karşı hiç övmeyin, arkalarından da zarûrî olmadıkça övgü sözleri sarf etmemeye çalışın, ma’kûl ve usturuplu sözlerle yetinin. Böyle yapmaz da bu tipteki kimseleri iyi niyetle bile övmeye devam ederseniz, o kimselerin kendilerini beğenmelerine, “ben neymişim be abi” diye düşünmelerine, kibre kapılmalarına hatta öven kimselere yani size karşı bile büyüklenmelerine neden olursunuz! Şer'î sınırlar içinde olmayan övücülüğe karşı olan, övülmekten rahatsızlık duyan ve kendisinin övülmesine insanları teşvik etmeyen, bu hususta bir talebi ve îmâsı bulunmayan, tam aksine aşırı övgüler karşısında hakkâniyetten sapıldığını belirterek ikazlarda bulunan kimseleri -gerekli olması durumunda- yüzlerine karşı övmekte Şer’an bir beis yoktur. Yoktur ama tâbir-i câizse, teşehhüd miktarı kadar olması gereken bir hususu da abartmamalıdır! Bu mevzuda, tabiatları icabı gurur, kibir ve ucb’a kapılmaya müsait ve meyyâl kimselere hitâben veya gıyâben söz söylenirken, hakkı söylemekle yetinmek ve övgüye kaçıcı ifadelerden sakınmak gerekir. Çünkü nefislerine yönelik övgüler, o kimseler hakkında -istemeden de olsa- bazı kötülüklere sebep olur! Övülme karşısında nasıl bir tepki verdikleri/verecekleri bilinmeyen kimselere karşı da ihtiyâtlı olmak gerekir. Bir kimseyi övmek vâcip veya müstehab değildir. Bu nedenle muhtemel günahlara sebep olmamak için, bu amel çoğu zaman ve çoğu kimseye karşı terk edilebilir ve edilmelidir. Övüldüğünde muvâzenesini kaybetmeyen kimselerin bile övülmekten haz etmediğini unutmalıyım! Bu konuyla alâkalı Hadîs-i Şerîfleri -şerhleriyle birlikte- okuyalım. İlme ve okumaya terğîb bâbından söylemek gerekirse, bu konuya "Putperest Çağlarda Müslüman Olmak" adlı kitabımızda yer verdik. 20 ♦ ÜMMET-İ MUHAMMED HASET VE FESÂTTAN ARINMALI! Hâlihazırda bu ümmetin en büyük sorunu cehâletin yayılıp ilmin ve âlimlerin azalmasıdır diyoruz ya, emin olun, bir kimse âlim olsa veya ilim tâlibi olsa veya hak tâlibi olsa, -ne derseniz deyin-, bundan, dini adına dünyalar kendisine verilmiş gibi sevinmesi gereken nice kimseler tam aksine haset ve fesâtları nedeniyle rahatsız olurlar! İlim ve bilim neden gelişmiyor? Çünkü âlim ve fakîhlerin yetişmesinden önce içimizdeki nefis ve hevâ ehli rahatsızdır da onun için. En azından, kâlesizdir. Allah'ın rızâsına giden yolda pratikte bir derdi ve projesi yoktur. Takvâ ve ihlâstan uzak şekilde, birçok şey teoride ve fikir planındadır. Öyle olduğu içindir ki, ümmetin evlatları ilme teşvîk ve terğîb edilmez, dolayısıyla da, ilme sevdalandığı için dünyanın süsüne ve câzibesine kapılmayan tek tük ilim tâlibine destek olunmadığı için de ilim ehli yetişmez. Peki, bu durumdan yarın Allah hesap sorduğunda ne diyeceğiz? Hem de lehte ve aleyhte şâhitler de getirilip hâzır bulundurulduklarında!.. Hâkimlerin Hâkimi olan Yüce Allah'a ne karşılık vereceğiz?! 21 ♦ BİR DE NAMAZ KILIYOR!... Bazı kimseler kötülüklerini savunmak istercesine “iman eden, namaz kılan, hacca giden, Kur’ân okuyan bazı insanlarda da neler neler var” derler. Aslında bu söze cevap vermeden önce İslâm’a göre “kötülük” (münker) kavramının ne ifade ettiğini ve hangi kısımlara ayrıldığını bilmek gerekir. En büyük münker şirktir. O halde bu tablo, şirk koşan bir insanın, tabir-i câizse sekeratta iken başında bekleşen insanlar içindeki grip bir kimsenin kendisinden daha çok hasta olduğunu söylemesine benzemektedir. Diğer bir cevap olarak şunu bilmeliyiz ki, kötülük, Müslimlerde ârızî yani geçicidir, gayrimüslimlerde ise aslî bir özelliktir. Müslüman için kötülük geçicidir, çünkü Müslüman kötülüğü savunmaz hatta işlediği kötülükten utanır, sıkılır ve rahatsız olur. Ayrıca terk ederek kötülükten, tevbe ederek de günahından kurtulur. Ama şirk ehli, iman etmedikçe kötülükten/münkerden kurtulamaz ve dünyada ne yaparsa yapsın, yaptıkları ne kadar insânî şeyler olursa olsun, -onlar kendisine insanlar yanında bazı faydalar sağlasa da- İslâm nazarında “iyilik” yani “ma’rûf” sayılmaz ve âhirette de cehennemden çıkıp cennete girmesine sebep teşkil etmez! 22 ♦ GIPTA EDİYORUM! Asıl zenginlik gönül zenginliği ve kanâattir ama imkânların bolluğu anlamında zengin olsaydım, her gün tasadduk edeceğim, infâk, ikrâm ve hediye vereceğim kimseler arardım. Bunu kendime prensip edinir ve düzenli şekilde yapardım. Hayra doymaz, yeter demezdim veya verdiğimi gözümde büyütmezdim! Bütün hayır yollarında tasadduk etmek isterdim. Uçan kuş bile benim tasaddukumdan faydalansın dilerdim. Yakın çevremden başlayarak, imkânımın elverdiğince iyilik hâlemi/dairemi genişletir, kimseye eziyet etmeden, başa kakmadan, söyletmeden, teşekkür ve karşılık bile beklemeden ve de şeytanın fakirlikle ve açlıkla korkutmasına aldırış etmeden îmânî bir heyecanla tasdîk, sıdk ve tasadduk yarışında öne geçmek için Müslümanlarla yarışırdım. İnsanların benden istemelerini asla beklemez, hâlden/durumdan anlar, ihtiyacı olana ve hayırlı meşguliyeti için zorluk çekene seve seve ve minnettarlıkla yardım ederdim. Biri benden bir şey isterse, onu azarlamaz, üzmez ve isteğini geri çevirmezdim ama gece yastığa başımı koyduğumda yanı başımdaki bu kişiye neden ben, istetmeden yardımcı olamadım diye ağlardım. Günlük, haftalık, aylık, mevsimlik ve yıllık tasadduk takvimleri oluştururdum. Yaptığım iyiliği ve verdiğim sadakayı asla kimseye söylemez hatta kimseyi aracı yapmadan doğrudan vermeye özen gösterirdim. İmkân varsa, kendimi bile göstermeden, ona ulaştırmanın yollarını düşünür ve bulurdum. Hadîslerde geçtiği gibi, iki insana gıpta edilirdi. Biri, Allah için ilim öğrenen ve o ilmi insanlara öğreten ve o ilme uygun amel edip hükmeden kimse; diğeri ise, Allah'ın kendisine mal verdiği ve o malından bütün hayır, ihsân ve infâk yollarında tasadduk eden kimse. Evet, gerçekten bu ikisine de gıpta ediyorum. Her ne kadar, Müslüman hayırlı insandır ve hemen her gün imkânı ölçüsünce sadaka verir, iyilik ve ikrâmlarda bulunur ama mü'minin gönlü daha fazlasıyla gönül almayı ve Allah'ın rızâsını kazanmayı arzu etmektedir. Rabbimiz ise elbet kalplerin özünü bilir. İmkânı olup da gıpta edilecek bu faziletlere sahip olanlara da, varlıklı kimselerin imkânlarına sahip olmasa da, -imkânı olsaydı- onlardan daha hayırlısını yapmayı gerçekten isteyen mü'minlere de rahmet etsin ve ecirlerini ziyâde eylesin. Allahumme âmîn. 23 ♦ AÇ VE BÎİLAÇ İKEN DAHİ AÇ OLANI DÜŞÜNEBİLEN YÜCE GÖNÜLLÜ ÇOCUKLAR! Bir youtuber sosyal deney amaçlı mendil satan, biri sekiz, diğeri on yaşında olan iki kız çocuğunun yanına varıp diyor ki: – “Sabahtan beri bir şey yemedim. Karnım çok aç, kazandığınız parayı bana verseniz de yemek yesem.” İki kardeş olan çocuklardan büyük olanı: – “Yirmi lira kazandık. Annem kalp hastası, ona ilaç alacaktık ama karnın açsa al karnını doyur sen” diyor. Youtuber parayı alıp teşekkür ettikten sonra soruyor: – “Peki, siz napacaksınız, ben bu parayla yemek yersem?” Çocuk cevap veriyor: – “Bir şey olmaz, biz annemize yine ilaç parası kazanırız.” Youtuber tekrar soruyor: – “Nasıl kazanacaksınız?” Çocuğun cevabı: – “ALLAH BÜYÜK!” Kendileri yemek yiyemeyen, çoğu zaman aç halde satış yapan iki kardeş, aç bir ağabeylerine acıyıp tüm paralarını yemek yesin diye veriyorlar. Ve “Allah büyük” diyorlar. Bu, fıtratın ve masumiyetin sesidir. Youtuber, nice büyüklerin bile yapamadığı böylesi bir güzelliği yapabilen gönlü büyük bu küçüklerle bir süre sohbet ettikten sonra, önce yirmi liralarını, sonra da ikisine ayrı ayrı birer zarf zarf verip yanlarından ayrılıyor. Bu yaşları küçük ama amelleri büyük olan kızların gönüllerinin bunca zenginliği karşısında, insan, o zarfların içine ne konulsa az gelir diye düşünüyor. Öyle değil mi? Allah o çocukların istikbâllerini İslâm eylesin, kendilerini de sâlihalardan kılsın. 24 ♦ ÖLÜM VE ECEL! İnsan ölümden korkar ya, oysa Allah herkesin ecelini daha dünyaya gelmeden önce yazmıştır. O ecel insanı ölümden korur. İnsan eceli dolmadan asla ölmez! Ecel dolduğunda ise yapacak bir şey yoktur. Teslim olmaktan başka! Onun için hayatta -tedbir ve tevekküle sarılmakla beraber, hastalandım, öldüm, bittim evhâmlarıyla- ölümden değil; asıl dalâlete düşmekten korkmak gerekir. Bu sebeple de, Allah’tan hidâyet, selâmet, istikâmet ve âfiyet dilemeli, Allah yolunda olmalı ve Allah yolunda ölmelidir. 25 ♦ İSLÂM’IN MASLAHATU HER ŞEYİN ÜSTÜNDEDİR! Özellikle şu zamanda -avâmın ve mutaassıp kesimlerin değil, müctehidlerin ve Rabbânî âlimlerin beyânına göre- akîdeyi bozmadığı muhakkak ve müsellem olan hususlardaki hiçbir ihtilâf ve farklı bakış açısı, İslâm, Tevhîd, uhuvvet ve vahdet maslahatlarının önüne geçirilmemelidir! Geçirenlere de prim verilmemelidir! Çünkü bu, asabiyet, adâvet, husûmet, teferruk ve fırkalaşmalara sebep olur. Sebep olanlar da Allah katında bunun günahını yüklenirler! 26 ♦ MÜCTEHİDLERİ BEĞENMEYEN CÜR’ETKÂR GENÇLER! Bir kısım ilimsiz zamâne gençlerinde müctehid ulemânın ictihâdlarını beğenmeme, müctehidleri pek kâle almama eğilimi görülmektedir! Bu eğilimin bir sonrasının temel İslâmî eserleri pek önemsememe, sonrasının mezhepleri kâle almama hatta mezhepsizliği savunma, daha sonrasının da Hadîslere önyargılı yaklaşıp, onları müctehidlersiz anlama girdabına doğru ilerlediğinin farkında mıyız?! EyvAllah, müctehidler ma'sûm değildir ama sen de âlim değilsin! Düşün, müctehid ulemâya mı -dikkat et, bir tek âlime değil; ulemâya yani âlimlere hatta muhakkık âlimlere- mi uymak daha ma'kûl ve meşrû'dur yoksa "avâm" kavramının bile taksîmâtında ilk sırada yer alamayan sana mı?! 27 ♦ İŞ VE CİDDİYET: Ciddiye alınan hiçbir iş basit değildir; bilakis mühimdir. Mühim olan iş içinse, o işi ikmâl edecek kadar zaman ve gayret gerekir. O iş, yarım bilinen bir iş bile olsa... Değil yarım bilgi, yüzde doksan bilgi veya tecrübe bile bir işin kemâli için yeterli olmaz. İnsan bazen yüzde doksan birikimli olduğu bir işin, noksan olan yüzde onluk kısmı için saatlerce çalışır. Sorumluluk duygusu ve ihsân bunu gerektirir. 28 ♦ TAKDİRİN DE BİR HADDİ VARDIR! Sâlih ameli öne çıkar ve ister avâm, ister âlim olsun, sâlih amel işleyenleri takdir et. Övgücülük takıntısı ve taassubuyla, aynı güzel ameli işleyen birini veya birilerini överken, diğer garibanları görmezlikten gelme! Sâlih amellerin kabul şartı, insanlar yanında makam ve itibar sahibi olmak değildir ki, bir konuyu konuşurken sâlih bir amel işleyen tarihten üç beş örnek verip de aynı güzel ameli işleyen etrafında ve yakınında yüzlerce mü’min olduğu halde onları yok sayasın ve güzel amellerini takdir etmek varken, övülecek insanları hep uzaklarda arayasın!.. Sâlih amelleri işleyen mü’min kişi ister asırlar önce yaşamış olsun, ister tanıdıklarımız arasında olsun, isterse de tanımadığımız kimselerden olsun; takdire, gıptaya ve muhabbete lâyıktır! Kemâl-i iman ve kardeşlik şuuru bunu gerektirir. Biz sâlih amellerin icrâsını hep tarihin sayfaları içine hapsedersek, sâlih amellere teşvik etmiş olmayız. Bilakis insanlara, “sâlih ve güzel ameller işleyenler tarih oldu, şu an iyiler ve iyilikler yok” şeklince kötü ve yanlış bir mesaj vermiş oluruz. Bilelim ki, hak üzere sebât ve istikâmet, kıyâmete kadar zâhir olacaktır. Onun için övgücülük rahatsızlığıyla uzaklardaki üç beş insanı övüyor görüntüsü altında yanı başımızdaki binlerce insanı yermeyelim, kırmayalım, üzmeyelim ve nefret ettirmeyelim!.. Rabbimiz, mü’min olarak sâlih amel işleyen herkesten râzı olsun. 29 ♦ İNTERNET ÇAĞINDA BİLE KOPYACILIK MI?! İnternette bazı sitelerde veya sosyal medya mecrâlarında bir söz yazılıp, sonuna da "Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce veya Nesâî" yazılıyor... Öyle bir Hadîs varsa veya o şekliyle mevcutsa, onu bulmak için bütün külliyatı mı gözden geçirmeliyiz? Muhtemelen yazan da tam olarak nerede geçtiğini bilmiyor ve "kopyala/yapıştır" tembelliği ve tahkîksizliğiyle, sırf söz hoşuna gitti diye bir yerlere yapıştırıyor. O yapıştırmayı yapan kimse/ler eğer o sözün yerini gerçekten bilselerdi veya öyle bir söz Hadîs mi bu konuda bilgileri olsaydı, Hadîs'in geçtiği yeri veya en azından numarasını yazarlardı. Bu tembelliği, kolaycılığı ve kopyacılığı Allah için bırakalım! Öyle sözler kaynaksız/tahrîcsiz şekilde yazılıyor ki, o sözlerin sahîh olmadığını tahmin ettiğimiz halde, nerede olduğunu bulmak için uğraşıyoruz! Zaten Türkçe Google'da, herkes birbirinden kopyaladığı için, her yerde aynı "kaynaksız kopyalar" bulunuyor. Yani bu tür konularda faydalı bir sonuç bulmak ya mümkün değil ya da çok zor! Allah için, hangi çağda yaşıyoruz? Hâlâ mı kopya?! Şahsen benim bir kez yapmayacağım bir şeyi insanlar sürekli yapıyorlar. Bir zahmet okuyalım, nerede geçtiğine bakalım! Hoşumuza giden sözlerin kaynağını da sıhhatini de merak edelim! Şu internet çağında câhil kalmaya ve kulaktan dolma sözleri nakleder gibi, bir yerlerde gördüğümüz sözleri, kaynağına bakmadan hemen kopyalayıp, bir yerlere yapıştırmaya bir son verelim! İnternette "bilgi kirliliği" denen şey, bu kopyacılık ve tahkîksizlik taklitçiliğinden ileri gelmektedir! Bu konuda daha önceki yazdıklarımıza ilâveten ve te'kîden bir paylaşım daha olsun... Vesselâm. 30 ♦ RÂBITA – MESCÛDUN LEH – MESCÛDUN İLEYH: Ğulât-ı Sûfiyye özellikle tarîkata yeni girenlere namaz kılarlarken secde ânında şeyhlerini zihinlerinde tasavvur ederek râbıta yapmalarını tavsiye ederler. Kendilerine; “bu durumda şeyh ‘mescûdun leh: kendisine secde edilen’ (مَسْجُودٌ لَهُ) olmaz mı?” suâline de, “hayır, ‘mescûdun ileyh’ (مَسْجُودٌ إِلَيْهِ) olur. Yani secde bizzat şeyhe değil, Allah’adır” diye karşılık vererek, hezeyanlarına devam ederler! Oysa “mescûdun ileyh” olarak şeyh veya bir başkası, Allah’a ibâdette aracı kılındığında, o kimseye de Allah’la beraber ibâdet edilmiş olur. Çünkü kulun, Allah’la kendisi arasında bir kimse varsa, secde önce o kimseyedir. Yani hem aracıya hem de Allah’a secde edilmektedir. Dikkat edelim, sûfîlerin de kabul ettikleri gibi, burada şeyh “mescûdun ileyh” oluyor. Yani “kendisine yönelip secde edilen kimse” demektir. Mescûdun leh’in ise, Allah olduğu söyleniyor. Söyleniyor ama bu amelde Allah için şeyhe yönelip secde etme vardır. Arapça’da “ilâ” harfi cerri, “intihâu’l-ğâye” (اِنْتِهَاء الْغَايَةِ) yani “gayenin sonu” anlamına gelir. Mü’minin gayesi ise ancak Allah’a ibâdet ve O’nun rızâsını kazanmaktır. Ayrıca “secde” kökünden gelen kelimeler “ilâ” (إِلٰى) harf-i cerri ile değil, “lâm” (لِ) harf-i cerri ile kullanılır. Dolayısıyla İslâm’da, her anlamda secde ve bütün ibâdetler ancak Allah’a yapılır. İbâdeti ve dini Allah’a hâlis kılmayan ise şirke düşer. 31 ♦ Eskiden Müslümanlar ilim öğrenmek için, ilim ve hak sevdasıyla yolculuklar yaparlar ve bugünün insanların mal elde ettiklerinde sevindiklerinin kat be kat fazlasıyla onlar bir hakikati öğrendiklerinde ve bazı meseleleri çözdüklerinde sevinir ve mutlu olurlardı. İlim yolcusu o Müslümanların hepsi "âlim" olamasa da hak tâlibi ve hak yolcusu olurlardı. Selâm olsun onlara... Şimdilerde ise bu kadar imkân, fırsat ve kolaylıklar içinde ilim talep etmeyen zamâne insanlığı!.. Allah'ım, Sen'den muhtaç olduğumuz her hayrı talep ediyoruz. 32 ♦ ÇOK ÖNEMLİ BİR HAKİKAT, HİKMET VE İBRET! (Ama her zaman olduğu gibi genel bir tespittir.) Bir kimsenin bin yanlışı olsa hak ehli onun yanlışlarından dolayı; “Ey iman edenler! Siz kendinize (nefislerinizi ıslâh etmeye) bakın. Siz hidâyet bulursanız (hidâyette olursanız), o sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O size yaptıklarınızı haber verecektir” [Mâide: 105] fehvâsınca rahatsız olmaz, medenîce ve hakka sebât ederek o kimseyle görüşür, konuşur ve Tevhîd'i teblîğ eder. Böylece ihlâsla ve sadece Allah için hakkı söyler; hikmet ve basîretle onun ıslâhını ister. Ama bâtıl ehli kendi bin yanlışına bakmaz da, hak ehlinde kendi fikrine uymayan bir şey sebebiyle rahatsız olur, daralır ve tartışmaya girer. Baş edemezse, onunla bir araya gelmez ve uzaklaşır. Zira hak geldiğinde bâtıl yıkılmaya ve yenilmeye mahkûmdur. Rabbimiz böyle hükmetmiş; sadece haktan râzı olacağını ve hak ehline yardım edeceğini bildirmiştir. İşte bu durumu Yüce Allah meâlen şöyle ifade eder: "De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur." (İsrâ: 81) "Benim de, insanların fikirlerine tahammülsüzlüğümün altında bu nefsâniyet mi var?" diyerek her bir kimse tefekkür etmelidir. İnsan bazen bilmez. Kendisi, bir fikre tahammül edemez ama belki de fikrine tahammül edemediği kimse kendisinin bin fikrine Allah için tahammül ediyor ve kendisinin ıslâhı için meşrû bir vesîle arıyor olabilir! Allah için tefekkür farzdır... 33 ♦ AH ŞU ELEŞTİRİCİLER! Asrımızda bazıları Ebû Hanîfe'yi eleştirir; bazıları da, Ebû Hanîfe gibi büyük âlimleri bahane ederek, “çağımızda ilim talebi, ilim tâlibi ve ilim ehli yok” derler! Âdeta hayır kapısı kapanmış dercesine! Akl-ı selîm mü'minler napsınlar bu ifrâtçı ve tefrîtçi zihniyetler karşısında? Yapılacak şey aslında çok basit. Ebû Hanîfe'yi hadsiz yere eleştirenlere "hadi oradan!"; Ebû Hanîfe gibi Rabbânî âlimleri bahane ederek "asrımızda ilim taleb eden ehil şahsiyetler yok" diyenlere de, "o halde geceni gündüzüne katarak 50-70 yılını ilim talebine ver, -kimse olamadıyla- sen onlar gibi ol!" demek lazımdır. Kendilerinden ilim tâlibi çıkmasa dahi, en azından ilme yöneldiklerinde belki ilim yolunun mehcûr olmadığını da görmeye başlarlar! İlmin ve ehlinin de değerini anlarlar! Bu arada bazı gençler "talebe" kelimesinin kendi zihinlerinde canlandırdığı dar mânâya bakarak, ilim talebesini ilkokul talebesi veya bir üstü gibi bir tabir sanıyorlar! Rastgele kullanılması da bundandır ya da bu dar bakıştan dolayı rastgele kullanılıyor. Bu arada ilmi seven ve ilim talep eden çocuklara/gençlere teşvîken bu kelimenin kullanılması da çok faydalı sonuçlar verir. Tabii ki gerçekten ilmi seven ve taleb edenlerle sınırlandırmak kaydıyla! Bilelim ki, bu tabir bir ıstılâhtır. Ahmed b. Hanbel ve diğer âlimlerin tasnîfine göre, insanlar üç kısımdırlar. Âlimler, ilim tâlibleri ve avâm. Bu sınıfların dahi içinde basamakları ve dereceleri vardır. Düşünün; her âlim aynı seviyede olmadığı gibi, her ilim tâlibi de aynı seviyede değildir. Hatta her avâm da aynı değildir. Vasat düzeyde okumuş avâm da vardır, okumamış avâm da vardır. Vardır da vardır... İlim talebesi; âlimlerin talebeleri, avâmın hocalarıdır. Âlimin olmadığı yerde ilim talebesi âlim gibidir. Ustanın olmadığı yerde, kalfanın öne geçtiği ve sorumluluk aldığı gibi. Hatta âlimlere dahi “ilim talebesi” denir. Zira “talebu'l-ilm, talebu'l-Hadîs ve talebu'l-fıkh” bütün âlimlerin vasfıdır. Bu vasfın sahiplerine de seviyeleri ne olursa olsun, genel bir niteleme olarak "İLİM TALEBESİ" denir. İnternette daha önce bu noktada bazı hikmetler paylaşımlar görmüştüm. Bu sebeple de, Ebû Hanîfe gibi âlimleri bahane ederek, çağımız şartlarında ilim tâliplerini eleştiren, amacı üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek olan kısır düşünceli kimselere yönelik birçok yazı yazmıştık. O tür söylemler ve paylaşımlar, hayra köstek olmaktır zira! Bazen insan farkında olmadan, mennâu'n li'l-hayr'lık yapar! Maalesef ki, internetten birkaç ya da birçok yazı yazmakla yanlışlar düzeltilemiyor. Çünkü insan hatasını görmeden, kabul etmeden, hakka ve hayra aç olmadan, kulak verip kalbini açmadan, ciddi şekilde öğrenmeye, anlamaya ve kendini geliştirmeye tâlip olmamaktadır. Rabbimiz bizleri gerçek anlamda "tâlibu'l-hakk" yani "HAK TÂLİBİ/TALEBESİ" eylesin. 34 ♦ SEN, İNFÂKI HÂLÂ SEVEMEDİN Mİ? İnfâkı, Allah’a ve âhirete imanın sağlamlığı ve imanın tadını almak sevdirir. Akl-ı selîm her mü’min infâkı sever. Hem de ne sevme?! Allah için tasadduk etmeyi hayır yarışı görür. İnfâk ve ikrâmda tırnak içinde sıra kavgası yapar; "bundan önce sen infâk ve ikrâm ettin, bunu da ben edeyim. Çam sakızı, çoban armağanı da olsa, bana da müsâade et; benim de hayra ihtiyacım var" diye! Neden? Çünkü bilir ki, verdiği kendisinindir. Eli, dili ve kalbi titremeden Allah için verdiğini kendi nâm-ı hesâbına âhirete göndermiş olur. Allah da o sadakaları ve hayırları öyle büyütür ve onlara öyle büyük karşılıklar verir ki, ihsân sahipleri bile bunları tahmin edemez! Akl-ı selîm hiçbir insan bu ecir ve mükâfâtlardan mahrûm olmak veya geri kalmak istemez! Öte yandan, bilelim ki, insanın vermediği şeylerse, yiyip-içtiği, giyip-eskittiği ve kullandığı dünyalıklardır ki, dünyalıklar da dünyada kalır. İnsan, yemeyip veya yedirmeyip de bir ömür boyu biriktirdiği o şeyleri ölümle birlikte terk edecek ve mirasçılarına bırakıp eli boş şekilde bu dünyadan göçüp gidecektir! Hiç şüphesiz göklerin ve yerin mülkü de mirası da Allah’ındır. Size bu nasihatleri edip de yaşayan bir dostunuz oldu mu? Olduysa, kıymetini bilin! Kaybetmeden önce!.. 35 ♦ AKIL VERME, PARA VER DERLER! Bazıları derler ya; “akıl verme, para ver” diye… Ben de derim ki: “Akıl da verme, para da verme. Âdem ol, kardeş ol; sevgi ve muhabbet ver!” Çünkü kardeş olmadan verdiğin birkaç çöpü bile orman gibi görürsün! Hatta insanlara ikrâm ettiğin çayı bile sayarsın! Bu, kalbin darlığı ve aklın kıtlığıdır! Ama kardeş olmayı başarabilirsen, Allah için ormanlar bağışlasan, azımsarsın, dahasına gıpta edersin ve verdiklerini de hemen unutursun! Asla söylemez, başa kakmaz ve böylece eziyet/ezâ vererek, yaptıklarını boşa çıkarmazsın! İşte buna infâk ve ikrâmda denge denir. Dengeli ve akl-ı selîm olalım! Bu karakterdeki kimseler bilsinler ki, kötü huy ve ahlâklarına rağmen çay veya bazı ikrâmlarına icâbet ediliyorsa, -sonra başa kakmaları için değil- haklarında, her şeye rağmen hüsn-ü zan edilmesinden, az veya çok o icâbetlerin kardeşlik köprüsüne vesîle olma umudundan, ıslâhlara yol açma dua ve temennîsindendir. Yoksa, sağlıklı bir gönül ne kahve ister ne kahvehâne; gönül, sevgi, muhabbet, kardeşlik, iman ve ihlâs ister, diğer her şey bunlara sebep birer bahanedir. Bazen sadırlar değil, satırlar anlar! Satırlardan istifâde etmek dileğiyle. Vesselâm. 36 ♦ ŞURADA BURADA OKUDUM, BİR DE AKADEMİSYENİM! Okul arkadaşlarımdan, -pek çok kimsenin tanıdıkları arasında olabileceği gibi- akademisyen, doçent ve profesör olan kimseler vardır. Bunların kimi bu sıfatlarıyla övünmekte, kimi de mütevâzı bir görüntü sergilemektedir. Akademik unvânlarıyla, makam ve mansıplarıyla övünenler bilsinler ki, Allah katında üstünlük imandan kaynaklanan takvâ iledir. Kibir, gurur, övünme ve başkalarını küçümsemekle insan büyümez, aksine kendini küçültür. Ama çoğu, maalesef ki bunun farkına bile varmaz! İllâ en yeşâAllah... Arap veya acem olsun, "profesör" unvânlı bir kimseden nakil yapmak zorunda kal(ır)sam, o kimsenin unvânına kitabımda veya makalemde yer vermemeyi "hikmet" sayarım. Nitekim Seyyid Kutub ve Muhammed Kutub rahımehumellâh'tan nakillerde bulundum ama isimlerinden önce bu unvânı yazmadım! Durum böyleyken, akademik unvân ve kariyer meraklısı kimselerin mi adına böyle bir eklenti getireceğiz?! O halde tefekkür et; akademisyen olmak için değil, müttekî bir kul olmak için çalış! Allah'tan da tevâzu içinde hayırlısını iste. Kendini büyük, insanları da hor ve hakir görme! Vesselâm. 37 ♦ İSTİÂNE VE İSTİĞÂSE! İstiâne de istiğâse de ancak Allah’a yapılır. İstiâne, kurbet ânında, Allah’a yakınlaşmak için Allah’tan yardım istemektir. İstiğâse de, kürbet yani sıkıntı, belâ ve musibet ânında, o sıkıntının def’i için Allah’tan yardım dilemektir. Muvahhid kimse, ancak Allah’a dua eder, O’na tevekkül eder ve her durumda yalnızca O’ndan yardım ister. Zira bilir ki Allah Teâlâ, fayda ve zarar verendir. Hayır da şerr de O'ndandır. Belâları def’ edip âfiyet verecek de ancak O’dur. Allah’tan gayrına istiânede bulunanlar ise, Allah’tan başkasına yakınlaşmayı amaçlayan kimselerdir. Allah’tan başkasına istiğâsede bulunanlar da, insanın başına gelen ve ancak Allah’ın ortadan kaldırıp selâmet sâhiline çıkarabileceği musibetler ânında, o sıkıntıları Allah’tan başkalarının da def’ edebileceğine inanan ve onlardan yardım dilenen kimselerdir. Bu son iki durumdaki ameller şirktir! Çünkü dua ancak Allah’a yapılır, yardım ancak Allah’tan istenir ve sadece O’na dayanıp güvenilir ve O’na tevekkül edilir. Gaybı ve insanın kalbinden geçenleri bilen de, her şeyi hakkıyla bilip, görüp, haberdar olan da, her şeye güç yetiren de Âlemlerin Rabbi Allah’tır. Allah’tan başka, kendilerine fayda ve zarar veremeyen şeylere ibâdet edenler bilmezler ki, o dua, yakarış ve zillet ile yöneldikleri kimseler/fânîler/şeyler hiçbir şeye güç yetiremeyen varlıklardır. İsteyen de âciz, istenen de! Fakir ve muhtaç olan insan, kendisi gibi fakir ve muhtaç olan başka bir insandan medet umar! Oysa el-Ğaniyy (mutlak zengin, göklerin ve yerin mirası kendisine ait) olan Allah, semâvâtın ve arzın hâlıkı, mâliki, meliki, müdebbiri, hâkimi hatta hâkimlerin hâkimidir. İnsan nasıl olur da, Allah Sübhânehu ve Teâlâ’yı bırakıp da, başkalarını tercih edebilir?! Ve bunu akıl nimetiyle birlikte nasıl yapabilir?! Hiç düşünmez mi?! Sübhânehu ve teâlâ ammâ yuşrikûn! Ne kadar da az düşünüyorsunuz! Yâ Rabbi! Gerek istiâne ve gerekse istiğâse yoluyla yalnızca Senden isteyen, sadece Sana dua eden, Sana dayanıp güvenen mü'min kullarına hem bu dünyada hem de âhirette fazl-ı kereminden lütfeyle. 38 ♦ TAVŞAN DAĞA KÜSMÜŞMÜŞ! İnsan, istemenin ne büyük bir zillet olduğunu bilseydi/anlayabilseydi, zengin bir beyzâde veya bir fabrikatör kişi kendisine, "benden iste; isteklerin yapabileceğim şeyler ise, hepsini eksiksiz karşılayacağım" dese bile, o kimseden bir tek şey istemez, ihtiyaçlarını sadece Allah'tan dileyerek, iffetli şekilde rızkına tâlip olur, böylece izzet ve şerefini muhâfaza ederdi. Evet, isteyeni azarlamak İslâm'da yoktur ama -Hadîslerde geçtiği üzere, üç durum dışında- istemek de yoktur! İslâm'da olmayan bir yola giren de, o yolda ancak zillet bulur! Kaldı ki, kapılarının aşındırılmasını ve karşılarında zillet içinde kendilerinden dilenilmesini bekleyen ve isteyen câhiller, etraflarındaki ihtiyaç sahiplerini göremeyecek kadar basîretsiz midirler? Öyleyse, Allah hiç kimseyi böylesi insanlara muhtaç etmesin! O halde, o insanların duyarsızlığı karşısında üzülecek bir durum da yok garip kardeşim! Değil mi ki, bizim dualarımızda, onlara muhtaç olmamayı Allah'tan dilemek vardır. Allah var, keder yok. O bize yeter. Ne diye dert ediyorsun? Yoktan dert üretiyor, psikolojini ve sağlığını bozuyorsun?! Bu anlattığım minvâlde -iki tarafı da tasvîb etmemekle beraber- yaşanmış bir hikâyeye şâhit olmuştum. Bir arkadaş, zengin olup da, evine gelmeyen ve kendisine yardımcı olmayan bir kişiye küsüp, onu ziyâret etmeyi bırakmıştı. Sanki insanları ziyâretimiz çıkarcılık amacına ma'tûfmuş gibi! Neyse o arkadaş, bu durumu bana söyledi. O kişiye söyleyeyim diye söyledi. Bu çok açıktı. Ben de bir hayra vesîle olma ümidiyle o zengin arkadaşa durumu söyledim. Ne cevap verse beğenirsiniz?! Cevaba, tüm garipler iyi kulak versin. Dedi ki: "Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi bile olmamış!" SübhânAllah ve's-selâm! 39 ♦ DÜŞÜN BUNLARI! Gençler! Ben, her zaman akl-ı selîm'e, hikmete ve sağduyuya önem veren bir kişi oldum. Çocukluğumda bile her şeyin ma'kûl ve meşrû zeminini sorguladım. Toplumun peşin, ezberci, taklitçi ve taassubî kabullerine körü körüne teslimiyet göstermedim. Hep güzelin hatta en güzelin peşinde oldum. Ama kalbimden, fikrimden ve zikrimden hiçbir zaman hikmet, basîret ve firâset kelimelerini de düşürmedim. Beni yakından tanıyanlar bu kelimeleri benden binlerce kere duymuşlardır. Rabbim, kulakların hakkını verenlerden eylesin! Buna rağmen, biliyor musunuz? Ben sizin yaşlarınızda iken yani tecrübe ve kemâl yaşıma ermeden önce şu interneti bize vermeyen Allah'a her dâim dua ettim/ederim. Çünkü yazdığınız bir satır yazı dünyanın öbür ucuna kadar ulaşıyor. Eskiden ecdâd, bir kişiye söz söylerken on kez düşünmeyi tembihlerdi. O, bir başkasına, bir başkası da belki on kişiye söyler de, tahrip edersen tamir etmen zor olur, belki de imkânsızlaşır diye! Oysa genç kardeşim, senin burada yazıp söylediğini binler okumakta ve duymaktadır. Ya senin kaç kez düşünmen gerekir? O düşünmeden sonra yazmaya ve söylemeye vicdanın elverecek mi? Veya ne kadar yazabileceksin ve söyleyebileceksin? Bil ki, yirmi sene sonra bugün yazdıklarını okuyunca sen bile kendi yazıp söylediklerini eleştireceksin!.. Şu sözüm ilme uymuyor, şu sözüm hikmet ve basîrete uymuyor, şu sözüm ilmî ihtilâfları yok saymış, şu sözüm nazarî, fer'î ve sun'î bir söylem olmuş, şu sözüm ifsâd ve teferruka yol açmış, şu sözüm tahkîksizce bir slogan olmuş, şu sözüm biraz ağır olmuş, şu sözüm maksadını aşmış, şu sözümde saygısızlık ve hakâret olmuş, şu sözümde câhilî hamâset ve hamiyet ön plana çıkmış, şu sözümde sû-i zan olmuş, şu sözümde tecessüs olmuş, şu sözümde kalpler târümâr olmuş, olmuş da olmuş!... Düşün bunları! Unutma, söz senin esirindir. Ama konuştuktan sonra sen onun esiri olursun! Vesselâm! 40 ♦ MAL FİTNESİNE GİRİFTAR OLMA! Ka'b b. Iyâd radıyallâhu anh'tan rivâyete göre, o, Rasûlullah aleyhisselâm’ı şöyle buyururken işitmiştir: Rasûlullah (ﷺ) buyurdu: إِنَّ لِكُلِّ أُمَّةٍ فِتْنَةً وَفِتْنَةُ أُمَّتِى الْمَالُ “Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi (imtihân vesîlesi) vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (Tirmizî, Zühd, 26, No: 2336, Hadîs sahîhtir.) İnsanların çoğu için, Allah’a ibâdetten uzaklaştıran da maldır, teblîğin önünde engel de maldır, dostu dosta düşman eden de maldır, kardeşi kardeşe düşüren de maldır, insanı dostlarından koparan, vefâsızlaştıran ve materyalist düşündüren de maldır, kibre ve gurura sevk eden de maldır, insanı robotlaştıran, duygusuzlaştıran ve hissizleştiren de maldır, insanı enâniyet, bencillik, gösteriş ve görgüsüzlüğe sevk eden de maldır! Oysa mal geçim için bir vasıta ve araç sayılsa, yeterli olanına tâlip olunsa, Allah fazla mal ile imtihân ettiğinde fazlasından infâk edilse, çok maldan zekât verilse, Allah yolunda malla cihâd edilse ve hak sahiplerinin hakları gönül hoşluğu ile verilse, isrâftan, kibir, gurur ve gösterişten sakınılsa, o zaman mal hayr olur, hayırlara vesîle olur! İslâm'ın infâka bakışı, bir tek hurmanın yarısı olan yarım hurma ile de olsa, nefsi ve ehli ateşten kurtarmaya çalışmaktır. Ecdâd bu duyarlılığı topluma ve yeni nesillere işlemek için bu şuurla "yarım elma, gönül alma" demişlerdir. İnsan, elindeki bir tek elmanın yarısıyla bile gönül alabilir. İnsan gönlü böylesine ince, naif ve vicdanlıdır. Yeter ki, nefisler muhteris ve kalpler hasta olmasın! Mal bazen insan için fitne, belâ ve musibet sebebi olur, bazen de hayr olur ve hayırlara vesîle olur; doğrudur. Hayırlısına da tâlip olmak gerekir, bu da doğrudur. Ama mahza mal sevdası ve talebinden hayır doğmaz! Az iken hayır ehli olamayan, çok iken hiç olamaz! Darlıkta ve zorlukta veremeyen, bollukta ve rahatta hiç veremez! Az iken yapamayan, çok iken hiç yapamaz! “Ah, çok malım olsa, bir zengin olsam şunları bunları yaparım” diyenlerin çoğu, o malı nefisleri için istemişler ve çoğu o sözlerine sâdık kalmamıştır! Sâdık ve sâlih olan her zaman sâdıktır ve sâlihtir. Fakirken de, zenginken de. Muhtaçken de, kendine yetecek kadar imkânları varken de, hatta ihtiyaç fazlası varlığa sahipken de. Bu, iman ve karakter meselesidir. Kuru temennîlerle yol alınmaz ve boş laflarla sâlihlerden olunmaz! Birçok insan hayra dua eder gibi şerre de dua eder ve kendisi için mahza şer olan şeyleri "hayırlısı" söylemiyle diler! Allah'tan hayırlar ve âfiyetler dileriz. Yâ Rabbi, Senden dünya ve âhiret mutluluğu adına muhtaç olduğumuz her hayrı istiyoruz. Hangi şey bizim için hayırlı ise, onu bize ver, verdiğine râzı kıl ve bizleri şükredenlerden eyle. 41 ♦ ELEŞTİRİRKEN HADSİZLİK ETME! Tarihte ve bugün bazı hataları eleştirilen nice mü’minler daha sonra onlarca, yüzlerce veya binlerce hayırlı ameller ortaya koyarlar da, dilerse Allah, o hayırlı amellerden bir tanesi sebebiyle bile, eleştirilen kimselerin sadece eleştirilen kusurlarını değil, binlerce kusur ve günahlarını affeder de, faziletleri ve sâlihâtı bir kenara atıp da yergi ve sû-i zanna mübtelâ olan kimseler behemehâl gıybet ve sû-i zan günahını yüklenmeye devam ederler! İlim ve iman ehlini eleştirirken hadsizliğe sapmadan, vasat, mu'tedil, hikmetli ve edepli bir üslup kullanılmalıdır. Hatta geçmişte yaşamış bir mü'minin hatasını söyleyip, doğruyu savunurken bile, Allah'tan o mü'mine rahmet etmesini ve kusurlarını affetmesini dileyerek mü'mince, kardeşçe ve müttakîce bir tavır ortaya konulmalıdır. Allah, mü'minlerden râzı olsun ve kusurlarını affetsin. 42 ♦ GÜLÜMSEME VE GÜLME... O kitap küçük-büyük her şeyi sayıp döker! İbn-i Abbâs'tan gelen bir rivâyete göre, Kehf: 49'da, mücrimlerin amel defterlerinde görüp de, karşılarına çıkmayacağını sandıkları için şaşırdıkları küçük amel gülümseme, büyük amel ise gülmedir. İbn-i Abbâs'tan, küçük amelin gülme olduğu da rivâyet olunmuştur. Ölümle nihâyetlenen tüm hayat ve içindekiler gibi, tebessüm ve gülme bile Allah için olmalıdır! Yoksa o sinsi gülmeler ve sırıtmalar insanların başına belâ olabilir! Bazı âlimler de, mezkûr Âyet'te geçen küçük amel ile şirkin altındaki amellerin, büyük amel ile de şirkin kastedildiğini söylemişlerdir. 43 ♦ HİTÂBET VE KİTÂBET: İletişim ve muhabbet için hitâbet, İlim, bilim ve tahkîkât içinse kitâbet gerek! – Hitâbetten fikir sahibi olursun, kitâbetten karar verirsin! – Edebî hitâbet avâmda da olur ama ilmî kitâbet ve te'lîf ancak ehlinde bulunur! – Konuşmak hız yapmaktır ama yazmak teennî ile adım atmaktır! – Çoğu zaman konuşma hamâset, nutuk ve sloganla ma'lûldür; kitâbet ise dikkat, fikret ve hikmet ile müzeyyendir! – Ecdâd ne güzel demiş: "Söz uçar, yazı kalır!" – Vesâire, vesâire... 44 ♦ HER ŞEYİN BİR HADDİ VARDIR! KERÂMET KAVUKTA DEĞİLDİR! Her değer kıymetlidir, her değerin yeri ayrıdır ve her değer yerinde ağırdır. Misâl olarak; Osmanlıca'da asrın teki, biriciği bile olsan, Arapça bilmiyorsan, su içer gibi okuyup anladığın Osmanlıca satırlar arasına serpiştirilmiş Arapça kelime ve deyimleri okuyamazsın! Oralara geldiğinde o sarp yokuşları geçemezsin, tökezlersin! Ancak önceden ezberlediğin ve âşinâ oldukların müstesnâ. Osmanlı devrinde doğmuş ve bir asırdan fazla yaşamış bir yakınımız vardı. El yazması Osmanlıca'da mükemmeldi. Ben başlangıçta matbû' Osmanlıca öğrendiğim için, el yazması metin okumalarında zorlanırdım. Bu yakınımızla, onu sıkmadan ve daraltmadan Osmanlıca hakkında hasbıhâl eder ve bazı metinler okurduk. Ayne'l-yakîn gördüğüm bir husus şu ki, bu kişi en zor el yazmalarını okuduğu halde, -önceden bilmediği- Arapça bir kelime, tabir ve deyime geldiğinde tökezler ve bir kelime öteye gidemezdi. Hatta onun akraba ve sevenleri onun Arapça'yı bildiğini sanırlardı. Ben, Arapça'yı bilmediğini defalarca söylediğim halde bana inanmazlardı. Bu konuyu, konuşarak, iddia ve ısrâr ederek ispat etmenin mümkün olmadığının farkındaydım. Bir gece akrabaların ziyâreti esnasında evdeyken, elimde Arapça bir metnin olduğu kâğıt bulunuyordu. "Dedem, Arapça'yı mükemmel bilir" diyen gençlerden birine, al şu kâğıdı dedene ver de, okusun" dedim. Verdi, amca, fıkraya göre, Farsça bilmeyen Nasreddîn Hoca'nın koca kavuğu ile Farsça mektuba bir tersinden, bir düzünden, bir uzaktan, bir yakından bakıp da okuyamadığı gibi, o da kâğıdı sağa sola çevirdi, okumaya kendini zorladı, ağzından, emin olmadığı bazı sesler çıkardı, sonra da, "bu yazı Osmanlıca değil; Arapça" deyip, kâğıdı geri verdi. Evet, işte böyle! Her sahanın ehli ve mütehassısı vardır. Bir kimse âlim de olsa, uzmanlık alan(lar)ı vardır, hekim de olsa! Her alanın kendi içinde bölümleri ve dalları bulunur. İslâmî ilimler de böyledir, ilm-i tabâbet de, diğer bilim ve fen sahaları da! Bunu şunun için anlattım. İlmin ve öğrenmenin kıymetini bilelim. Ama kimseyi olduğundan fazla abartmayalım. Peygamberimiz bile, kendisinin haddinden fazla övülmemesi gerektiğini; Yahûdî ve Hristiyanların, peygamberlerini aşırı överek, övgücülük hastalığıyla yoldan çıktıklarını bildirir. Aşırı övgücülükten bâtıl veya en azından yanlış doğar! Kimse, teoride de olsa, bâtıl ve yanlışı sevmez! Pratikte de sevmeyenlerden olmamız duasıyla. Okuyan ve düşünen insanlar için birkaç satır, sesli düşünce, ibret ve ders... 45 ♦ SUYU İSRÂF ETME! Bilmeyenlere veya uygulamayanlara… Abdest alacağınızda suyu az açın, abdest uzuvlarınızı yıkayınca, suyu boşuna şarıl şarıl akıtmayın. Sadece suya ihtiyaç olduğunda açın, yıkayınca da kapatın. Abdest bitinceye kadar bu şekilde devam edin. Elinizi yıkarken de, aynı şekilde çeşmeyi az açıp elinizi sabunlayın, elinizin sabununu köpürtürken, çeşmeyi kapalı tutun. Elinizdeki veya yüzünüzdeki sabunları durulamak için tekrar çeşmeyi açın. Böylece abdest alırken veya elinizi yüzünüzü yıkarken kova kova suyu isrâf etmemiş; harama düşmemiş ve bereketten mahrûm kalmamış olursunuz. Bu hassâsiyeti, suyla işiniz olan her yerde gösterin. Unutmayın, su hayattır, hayat sebebidir. Yokluğunda, hayat durur! Kendimiz ve yarınlar için kıymet bilelim. Nitekim Yüce Allah, canlı olan her şeyi sudan yaratmıştır. Şeytanlar içinde suyu isrâf ettirmekle meşgul olan ve bu noktada vesvese veren -İblîs tarafından görevlendirilmiş- bir grubun olduğunu biliyor muydunuz?! 46 ♦ MÜ’MİNİN ONUR VE MÜRÜVVETİ! Mü’minin, onur ve mürüvvetinin de kırmızı çizgileri vardır/olmalıdır. Onur ve mürüvvetin zedelenmesi karşılığında dünyayı da verseler, onurlu ve mürüvvetli bir mü’min ona iltifât etmez, şahsiyetli bir tavır ortaya koyar. Madenler gibi olan insanın kalitesi işte tam burada -karakter kumaşının kalitesinin ortaya çıkacağı bu yol ayrımlarında- belli olut! Kimi, çıkar olan yolda sekiz takla atar; kimi de, izzet ve şerefini korur ve izzet-i nefsine halel getirecek bir adımdan geri durur, dünyevî çıkarlara tenezzül etmez! 47 ♦ KULUN RIZKI ALLAH’A AİTTİR! Sürekli şekilde ailesinin kalabalık olmasını söz konusu ederek geçim sıkıntısından dem vuran arkadaş! İsrâftan sakın, iktisâd, iffet ve şükür ehli ol; biiznillâh sıkıntın da sızlanman da biter! Çünkü ailen kaç kişi ise evine o kadar sayıda ayrı ayrı rızık girmekte olduğunu unutma! Muhakkak Allah her insanın rızkını daha ana karnında iken yazmış ve hükme bağlamıştır! O rızık, insanı, ecelinin takip ettiği gibi takip eder. Yani Allah'ın belirlediği rızık mutlaka sana ulaşacaktır. Ya bereketli ya da bereketsiz şekilde... Sen berekete tâlip ol; bereketle doyarsın hatta şükrün kadar da infâk ehli olursun. Vesselâm. 48 ♦ SADECE TEBESSÜM İÇİN... Nüktedân ve hazır cevap olmak! – Hâkim, Necip Fazıl'a: "Maymuna dönmüşsün" der. Necip Fazıl yüzünü duvara çevirir ve: "Şimdi duvara döndüm" der. – Hâkim kendisine: "Bir daha seni karşımda görmeyeceğim" der. Necip Fazıl: "Yoksa istifâ mı ediyorsun?" diye sorar. – Necip Fazıl'a bir genç: "Osmanlı Emperyalist değil miydi?" diye sorar. Necip Fazıl'ın cevabı: "Evladım, Osmanlı Emperyalist olsaydı, sen bu soruyu bana Fransızca değil, Türkçe sorardın" olur. – Necip Fazıl'ın katıldığı bir şiir yarışmasının sonuçları belli olmuştur. Ama o henüz sonucu bilmemektedir. Bir dostu yanına gelerek: "Üstad, yarışmanın sonuçları belli oldu" der. Necip: "İkinci kim oldu?" diye sorar. Dostu şaşırır. Çünkü birinci, Necip Fazıl olmuştur. – Necip Fazıl, Ramazan ayında Nazım Hikmet'le birlikte arabada gidiyorlarmış. Tabii Necip Fazıl oruç, Nazım Hikmet değil. Nazım, Necip'le dalga geçmek için yolun kenarındaki zayıf ineği gösterip: "Şunun hâline bak, oruç tutmaktan ne hâle gelmiş" demiş. Necip Fazıl hiç lafın altında kalır mı? "Aa, Nazım sen bilmiyorsun herhalde. Hayvanlar oruç tutmaz" der. – Necip Fazıl bir üniversiteye konferansa gitmiş. Konferans sonunda bir profesör yanına gelerek: "Siz daha önce başka başka şeyler söylerdiniz. Daha önce yazdığınız şiirleriniz hâlâ ezberimde. Şimdi o sözlerinizle çelişiyorsunuz" der. Necip Fazıl'ın cevabı: "Ben geçmişimi çöpe attım. Çöpleri ise ancak kediler ve köpekler karıştırır!" – Necip Fazıl'ın tren istasyonunda sinirli sinirli gezdiğini gören bir hayranı -başka bir rivâyete göre, onu sevmeyen birisi- kendisine sorar: "Ne oldu üstad? Treni mi kaçırdınız?" Necip Fazıl eksikliği ve ezilmeyi kabul eder mi hiç? "Ne kaçırması? Kovdum gitti" der. Bu anı biraz, benim geçmişte yaşadığım bir hâdiseye benzemiş. En fazla beş saniyelik bir süre içinde motorumu çalmışlardı. Sevdiğim bir dostum, beni teskin etmek maksadıyla: "Hocam, motorunuzu çaldırmışsınız" demişti. Ben de itiraz ederek: "Çaldırmadım; çaldılar..." diye karşılık vermiştim. Öyle ya, çaldırmak ile çalınmak arasında, o fiilde dahlin olup olmaması anlamında uçurum vardı. O kardeş de bu sözümü farklı yerlerde defeâtle dile getirmiş, dinleyenleri de tebessüm ettirmişti. 49 ♦ SAĞLAM KİŞİLİKLİ İMANLI NESİLLERİN ZUHÛRUNDA AİLE TERBİYESİNİN ÖNEMİ: Öyle bir kişilik ortaya koyun ki, insanlar birbirlerine veya kendi kendilerine: "Falan gibi yapma, falan gibi olma, falan gibi yapmamalıyım, falan gibi yapılmaz" demesinler! Allah için izzetli, şerefli, mürüvvetli, vakarlı ve haysiyetli bir kişilik ortaya koyun ki, insanlar da gıpta etsinler ve örnek alsınlar. Çözümün temeli, aile terbiyesine dayanıyor... Sonraki zamanlarda ortaya çıkacak bin bir çeşit sorunun önlenmesi; kişilik binâlarında tuğla ve harç olacak şekilde tâ işin başında verilecek aile terbiyesiyle mümkündür. Onun için yeni nesiller sıfırdan itibaren çok önemlidir. Zira onlar, önce fıtratlarındaki iman üzere mâneviyatla donatılmalılar, sonra da yarın kendileri ebeveyn olduklarında o mâneviyatı evlatlarına ta'lîm ve terbiye etmelidirler. Ve bu şekilde sistematik olarak çark dönmeye başlamalıdır. İşte o zaman birkaç nesil sonra toplum geçmişi aratmaz hâle gelir. Hatta Allah'ın izniyle hayırlarda ecdâdını da geçer... Zira hayırda yarışmayan mü'min, hocasını geçmeye azmetmeyen talebe, ustasından iyi olmaya çabalamayan kalfa, babasını geçmek için hayırlara rağbet etmeyen evlat, birçok hayırlar noktasında mahrûmiyetle cezalandırılır. Fazilet, hayırlarda yardımlaşarak yarışmak ve ilk olmak için öne geçmeye çalışmaktır. Tabii ki, iman ve ihlâsla ve kalpten gelen kardeşlik duygularıyla... 50 ♦ HADÎS İNKÂRCILARINA! “Sünen”lerde, “Müsned”lerde, “Mu’cem”lerde, “Musannef”lerde ve “Müstedrek”lerde bulunup da “Sahîh”lerde bulunmayan birçok Hadîsin, “Sahîh”lerin Şerhlerinde yer aldığını biliyor muyuz? "Bu Hadîsi Buhârî niye kitabına almamış, Müslim niye almamış?" diyenlere veya daha da ileri giderek, "Buhârî ve Müslim bu Hadîsi kitaplarına almadıklarına göre, uydurma görüyorlar" diyenlere bir tefekkür penceresi!.. 51 ♦ İNSANLARDAN BEKLERSEN, TEKLERSİN! Bir kimseden bir şey BEKLEDİĞİN, bir şey İSTEDİĞİN veya sebep olduğun ikili ilişkiler sonunda BİR SORUNA NEDEN OLDUĞUN şeyler sebebiyle karşındakini suçlama! Ancak nefsini suçla! Kimseden bir şey BEKLEME, bir şey İSTEME ve patavatsız veya öngörüsüz şekilde adım atıp bir SORUNA VEYA BİR CAN SIKINTISINA neden olma; hiçbir sorun olmaz! Hayatta şu hakikat ve hikmetten gâfil ve habersiz olan o kadar çok insan vardır ki! Hikmetsizlik mi dersiniz, yüzsüzlük mü dersiniz, otlakçılık mı dersiniz?! Annemin tabiriyle; "ne derseniz deyin!" Vâkıa bu! Bu tür kimseleri hayatta çok gördük ve görüyoruz! Allah ıslâh etsin. 52 ♦ HER GELDİĞİNDE SOFRA HAZIRLATAN ADAM!* * Başlık, gerçekten yaşanmış ve benim de duyduğum bir olaydan esinlenerek oluşturulmuştur! Misâfirliğe gittiğiniz yerlerde ev sahiplerinin zihinlerinde birçok şekilde iz bırakabilirsiniz. – Her geldiğinde sofra hazırlatan adam. – Her geldiğinde eli dolu gelen adam. – Her geldiğinde çocuklara harçlık veren adam. – Her geldiğinde oturup, bir türlü kalkmayı bilmeyen adam. – Her geldiğinde oturması ile kalkması bir olan adam. – Her geldiğinde yüksek sesle bağıra bağıra konuşan adam. – Her geldiğinde gıybet eden, başkalarını çekiştiren adam. – Her geldiğinde ortamı ilim ve zikir meclisine çeviren adam. – Her geldiğinde ortamı geren ve huzursuzluk çıkaran adam. – Her geldiğinde uyuyan adam. – Her geldiğinde çok konuşan, başkasının konuşmasına destûr vermeyen adam. – Her geldiğinde hiç konuşmayan adam. – Her geldiğinde nasihat eden, ev sahibiyle dertleşen adam. – Her geldiğinde ev, araba, arsa, tarla, para, maaş, zam gibi dünyalık konuşan adam. 53 ♦ MUSKACILIK! Sizi bilmem ama ben hayatım boyunca düzgün ve anlaşılır şekilde yazılmış bir muska görmedim. Mutlaka -özellikle muskayı açan herkesin okuyabilmesini istedikleri birkaç kelime veya cümle dışında- rastgele karalamalar, karman çorman şeyler, şekiller, şifreler ve tılsımlarla âdeta cehâleti ve meçhûlu ilme ve ma'lûm'a tercih edercesine bir amelin içine giriyorlar! Daha iki satır yazı yazmayı bilmeyen şarlatanlar, kişilik ve irâdesi zayıf olan bilgisiz insanların doğru veya yanlış mânevî duygularını istismâr edip, dini paravan yapıp, insanların duyguları, zaafları, sıkıntı ve mağduriyetleri üzerinden rant elde etmeye çalışıyorlar. Bunlara prim vermek, bunların şarlatanlığı kadar suçtur! Bedava bile yazdıklarını söyleseler, itibâr ve iltifât etmeyin. O muskalardaki şeylerin çoğunun sihir ve tılsım olduğunu, olmasa dahi İslâm'da muska ve muskacılık olmadığını unutmayın! Tedavi olun ve meşrû sebeplere sarılın. Dua edin ama sadece Allah'a dua edin. İsteyin ama sadece Allah'tan isteyin! Allah'tan başkasının gücünün yetmeyeceği hususlarda hâzırdan, gâipten veya ölüden istemek şirktir! Ve bilin ki, Allah, insana şah damarından daha yakındır. Mü'min, kendisine emredileni, elinden geleni, geldiği kadarını yapar, sonucunu Allah'a havâle eder. Hayır, bereket, şifâ, âfiyet, rızık ve başarıyı sadece Allah'tan ister ve ancak O'na tevekkül eder. 54 ♦ EHL-İ KEYF OLMA! Tevhîdî mücâdele ve kıyâmları sadece tarihe değil, Kur'ân'a bile geçen Ashâb-ı Kehf'e "Ashâb-ı Keyf" diyenler, o mübârek mü'minlerin kıssalarından ibret alamazlar! Onlar Key(i)f ashâbı olsalardı, böyle şerefli bir kıyâm, ibretlik, örneklik ve gıpta edilecek bir hayat, güzel bir son, Allah'ın övgüsü ve öldükten sonra dirilmenin ve âhiretin hak olduğunu ispat adına 309 yıllık bir uyku biçimindeki İlâhî mu'cizenin baş kahramanları olamazdılar! İnsan bu dünyada hasbelkader ya Kehf ashâbı gibi yaşar ya da keyif ashâbı gibi! Kur'ân'da kendi adlarına bir sûre bulunan Ashâb-ı Kehf'i Allah için tek tek ve çok seviyoruz. Rabbim onlara rahmet etsin, bizleri cennette onlarla buluştursun. Onlarla ve onlar gibi Allah dostlarıyla bizleri cennette komşu eylesin. Âmîn. Selâm olsun onlara! 55 ♦ DERT ETMEYİN! Çıkarcı insanların vefâsızlıklarını dert etmeyin! Onlar her nerede ve kimden bir menfâatleri varsa, orada biterler. Bırakın, sizden menfâatleri yok bilsinler. Hem kafanız, hem de kalbiniz rahat eder! Kaldı ki, çıkarcılık ve vefâsızlıktan dostluk da doğmaz! Akraba ve bazı tanıdıklarla münâsebetimizin nasıl olacağına dair kısa açıklama yapalım... Çıkarcılığı ve vefâsızlığı karakter edinmişlerse, bir araya gelince güzel geçinmeye özen göstermekle beraber, fazla içli dışlı olmamakta fayda vardır. Çünkü -Nasslarda da ikaz edildiği gibi- kötü insanlarla arkadaşlık iyi insanları da bozar! Az ve öz iyidir. Teşehhüd miktarı kâfîdir. Bazen Tevhîd'i söyleyecek kadar, bazen ıslâha ve hayra davet edecek kadar, bazen de "selâm" diyecek, selâmet dileyecek kadar. Fakat bütün bunlara rağmen akraba ilişkisi kesilmez, tanıştığımız kimselere küsülmez, yardıma ihtiyaçları olduğunda yardımsız bırakılmaz! Yardım da bazen dînî, bazen dünyevî, bazen maddî, bazen de mânevî olabilir. Zaman içinde bizim bu iyi hâlimiz ve iyiliklerimiz, o kimselerin düşünüp ibret almalarına ve kalplerinin yumuşayıp ıslâh olmalarına hatta hidâyet bulmalarına bile vesîle olabilir. İşte bu hareket tarzının adı hikmettir. Kendisi de mahza hayırdır, sonu da. Ama nefse hâkim olmadan hikmete sarılmak ve hikmetle hareket etmek de güçtür! 56 ♦ FAKİRİN EKMEĞİ TATLI OLUR! Kanâatkâr olanları dışında, her zengin aslında fakirmiş! Hikâye edildiğine göre, çok zengin biri sâlih bir zatla karşılaşır ve ona: “Efendim, size bir miktar yardım yapsam da, onu ilim yolunda harcasanız. Bu şekilde biz de hissedar oluruz da, bizim de amel defterimize bir şeyler yazılır” demiş. Sâlih kişi demiş ki: “Tabii ki, ben zenginden kabul ederim. Fakat anlamam lazım, siz zengin misiniz?” Adam da: “Âcizâne beş yüz bin altınım var” demiş. Tabii ki, aldığı bu cevap karşısında sâlih zatın gözü dönmemiş ve o altınlardan hemen kendisine bir şeyler tırtıklamaya koyulmamış! Zengin adama: “Bayağı varmış. Peki, ister misiniz, bir milyon altınınız olsun?” diye sormuş. Bu soru karşısında zenginin gözleri parlamış ve: “Neden olmasın? Bu şekilde daha çok hizmet ederim” demiş. Bunun üzerine sâlih kişi: “Yani beş yüz bin eksiğiniz var” demiş ve: “Bu durumda vereceğinizi sizden alamam” diye eklemiş! Çünkü o adama beş yüz bin altın yetmemekte ve fazlasına göz dikmektedir. Onun için, gönlünü dünyaya bağlamış her zengin biraz fakirdir. Ayrıca meşhûr bir mesel olarak, pek çok sebep ve hikmetleri olmakla beraber, “fakirin ekmeği tatlı olur” derler. Dolayısıyla kanâat ve şükür ehli olan her fakir zengindir. Kanâat ve şükür ehli her zenginin de, hakikat ve mânâ bakımından da zengin olduğu gibi. 57 ♦ İLMİ SEVMEK… İlmi sevmek; ilmi bir bütün olarak sevmektir. İlim mirasını, ilmî muktesebâtı önemsemek ve dikkate almaktır. Önemine ve önceliğine göre... Usûlünce... Selefiyle, Halefiyle... İttifâkıyla, ihtilâfıyla... Metniyle, meâliyle, muhtevâsıyla, şartlarıyla, vâkıasıyla, metoduyla, illetiyle, sebebiyle, maslahatıyla, ruhsatıyla, azîmetiyle, hikmetiyle, hükmüyle... Nakliyle, eseriyle, rivâyetiyle, haberiyle... Muhkemiyle, müteşâbihiyle, mufassalıyla, mücmeliyle, kıssasıyla, darbımeseliyle... Tefsîriyle, tafsîliyle, tasrîhiyle, tavdîhiyle, i'râbıyla, şerhiyle, te'vîliyle, tebyîniyle, beyânıyla... Tashîhiyle, tahrîciyle, tahkîkiyle... Ta'lîmiyle, teallümüyle... Tasdîkiyle, teblîğiyle... Da'vetiyle, nasihatiyle... İmanıyla, ihlâsıyla, haşyetiyle, inkiyâdıyla, istislâmıyla, ittibâsıyla, iltizâmıyla... İctihâdıyla, müctehidiyle... Takvâsıyla, fetvâsıyla... Azim, taleb, sebat ve sadâkatiyle... 58 ♦ DOSTLUK BÜTÜN DÜNYEVÎ HESAPLARIN ÜSTÜNDEDİR! Bir kimse: "Ben falanın arkadaşıyım" dediğinde, gerçekten doğru söylüyorsa; "arkadaşıyım" dediği o kimse iyiyse en az onun kadar iyi olduğu, kötüyse de en az onun kadar kötü olduğu akla gelir. Böyle düşünülür. Çünkü ortak karakteristik özellikler, bazı huylar, âdetler, alışkanlıklar veya faziletler insanları birbirine yaklaştırır. Onun için Peygamberimiz: الرَّجُلُ عَلَى دِينِ خَلِيلِهِ فَلْيَنْظُرْ أَحَدُكُمْ مَنْ يُخَالِلُ "Kişi, arkadaşının/dostunun dini üzeredir. O halde her biriniz kiminle arkadaşlık edeceğine/dostluk kuracağına dikkat etsin" buyurmuştur. (Tirmizî, 2378; Ebû Dâvûd, 4833) Fakat insanlar, tanışıklıklardan veya iyi hâlleri yahut mal, makam, mevki, şöhret ve itibar sahipleri olmaları nedeniyle tercih edildiklerinden dolayı ya da çıkarcı ve fırsatçı kimseler nedeniyle; birilerinin arkadaşı gibi gözükebilirler. Bu durum bizi yanıltmamalıdır! "Arkadaşım" ile "arkadaşıyım" arasındaki ince ve çok önemli bir fark vardır. Çünkü bazı insanlar menfâat ve çıkar için gider, gelir. Bazıları da, fazilet, hayırlar ve dostluk için bir araya gelir, ayrılır. Bazı insanlar hasbî; bazı insanlar da hesâbîdir! Dostluk ise, ma'lûm olduğu üzere, sevgi, saygı, samimiyet, fedâkârlık ve ferâgat gibi mânevî ve ulvî değerlere lâyık olmayı ve gözetmeyi gerektirir. 59 ♦ ÖNCE TAHLİYE (تخلية), SONRA TAHLİYE (تحلية)! Önce şirkten, sonra da kötü ahlâklı olmaktan sakın! Kötü ahlâklı olursan, inan ki, adlarını ağzından düşürmediğin o muazzez sahâbîler, Hz. Ebû Bekrler, Hz. Ömerler, Hz. Osmanlar, Hz. Aliler, Selmân-ı Fârisîler, Ebû Zerler, Hâlid b. Velîdler bugün aramızda olsalardı, senin hâlinden hoşnut olmazlar, belki de kötü hâlinden sakınmak ve sakındırmak için senden uzak bile dururlardı! Allah için kötü hâl ve ahlâkı terk et! Ahlâkının kötülüğünü göremiyorsan da, sana hiçbir kin, garaz ve hasedi olmadan hâl ve kâl diliyle seni uyaran, hikmetle senin ıslâhın için sana yardımcı olmaya çalışan selîm akıl ve fazilet sahiplerine kulak ver! Her şeyi nefsî algılama! Senin hayrını isteyenin ne gibi bir nefsî amacı ve kazancı olabilir?! Böyle düşün... Gerçek dost ve dostluğa lâyık kişi, arkadaşının yanlışlarını onaylayan, onun kötülüklerine noterlik ve onama yoldaşlığı yapan değil; kırmadan, incitmeden, mudârâlı davranayım derken zorluklara katlanarak nehy-i ani'l-münker yapan ve ıslâhtan başka bir amaç taşımayandır. Vesselâm! 60 ♦ BİZLER FAKİR VE MUHTACIZ; ZENGİN VE ÖVÜLMEYE LÂYIK OLAN İSE ALLAH’TIR! İnsan gerçekten zayıf, âciz, muhtaç ve fakir. Orucu uykuya ve atâlete tutturmak bir yana, oruçluyken din ve dünya için çalışan ve yorulan insan, ne kadar azimli ve gayretli olursa olsun, bedeninin de bir tahammül gücü var. İnsan irâdesinin, gönlünün ve mantığının talebi ve tahammülü bile bir yere kadardır. Oruç tutarken çalışan, üreten, koşturan, terleyen Müslümanlara Allah yardım etsin. Ramazan’da zorluklarla oruç tutanların hâlini, kendi hâlimizi, sâir zamanlardaki ümmetin hâlini düşündüğümüzde; idrâk ettiğimiz bu Ramazan ayının başından itibaren şu Âyet şahsen benim hep zihnimde ve zikrimde olup, beni tefekkürlere sevk ediyor: يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ إِلَى اللّٰهِ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ “Ey insanlar, Allah’a muhtaç olanlar (fukarâ) sizsiniz. Allah ise; O, Ğanî’dir (zengindir, kimseye muhtaç olmayandır), Hamîd’dir (her hamde lâyık olandır).” (Fâtır: 15) Evet, fukarâ biziz. Rahmet-i Rahmân’a muhtaçlar biziz. El-Ğanî ve el-Hamîd olan ise Rabbu’l-Âlemîn’dir. O’na sonsuz hamd-ü senâlar olsun. 61 ♦ RAMAZAN TEFEKKÜRÜ VE NEFİS TERBİYESİ: Ramazanda oruç tutarken, bir şey yiyip içmeyeceğini, bu konudaki niyet, azim ve kararlılığını bildiği halde mide günün belli bir saatinde çok acıkıyor veya susuyor, senden nefis terbiyesi adına sabır istiyor, nefsini dizginlemeni bekliyor... Aynen bugün gibi günahları terk etmek ve ma’siyetlerden uzak durmak için de sabır, direnmek, yorulmak ve terlemek gerekir. Çünkü zorlanmadan ve sabr-ü sebât göstermeden nefsin arzuları dizginlenemez! Oruç tutarken açlık ve susuzluk isteği baskın yaptığında o his iman ve kararlılıkla savuşturulunca nasıl ki insanın boş midesi “açım, susuzum” diye beyne sürekli sinyal göndermiyorsa, günah ve ma’siyetler karşısında imanlı, azimli, kararlı ve sabırlı olunduğunda da o kötülükler -Allah'ın izniyle- bizden uzaklaşıp gidecektir. Tıpkı açlıkla nefsi terbiye ederken açlığın gittiği gibi! Mide, oruç esnasında yemekten ümidini kestiği gibi; nefis de kötülüklerden ümidini kesecektir! 62 ♦ GEZGİN YOUTUBERLARA! Dünya turu yapan bazı gezginleri vaktim olursa izlerim. O gezginlerin genelinde şöyle bir cehâlet vardır. Gittikleri ülkelerde karşılaştıkları putperest dinlerin zâhirde gözüken ahlâkî öğretilerinden, insancıl yaklaşımlarından ve yardımlaşmalarından etkilenip, o şirk dinleri hakkında övücü sözler sarf ederlerken, "şu ya da bu din çok eski, hatta İslâm'dan/Müslümanlıktan bile eski" gibi laflar etmeleri karşısında, bir mü'min olarak yeni nesillerin birçoğunun İslâm hakkındaki bilgisizlikleri nedeniyle çok üzülüyorum! Bu insanlar hiç düşünmezler mi, insanlığın atası ve ilk peygamber olan Hz. Âdem'in dini neydi?! Allah'ın rasûlleri ve nebîleri insanları hangi dine çağırdı?! Allah katında hak din yalnızca İslâm değil mi?! Bütün peygamberlerin ve onlara iman eden ümmetlerin dini de İslâm değil mi?! Hatta sonradan değişenler/bozulanlar müstesnâ, yeni doğan çocukların fıtratlarında da İslâm yok mu?! Artık şu kâinâtsal hakikati siz de öğrenin ey gezgin youtuber arkadaşlar!.. Allah'ın dini İslâm'dır. Tarih boyunca o dine sırt dönen kimselerin uydurdukları bâtıl dinlerde veya hak ile bâtılın iltibâs edildiği ideoloji ve felsefelerde etkilenilecek ve hayran olunacak bir fazilet yoktur! 63 ♦ KADINLARIN MEHİRLERİNE ÇÖREKLENMEYİN! İçimden geldiği gibi... Kadınların analarının ak sütleri gibi ak, pâk, temiz ve helâl olan mehirlerini duygu sömürüsü veya baskı yaparak iç etmeye çalışmayın! Elbette, gerçekten içlerinden gelerek, kendi rızâlarıyla borç vermeleri veya hibe etmeleri durumu müstesnâ. Fakat tavsiyemiz, cicim aylarında mehir muhabbeti yaparak, kadınların daha sonra pişman olacakları ve karşılıklı huzursuzluklara neden olacak bir amele ortam hazırlamayın, tevessül etmeyin! Kızların mehirleri için de aynı durum geçerlidir. Onların mehirlerine de ana ve baba çöreklenmesin! Bilelim ki, mehir, kadına hâs bir şeydir ve onun malıdır, mülküdür. Kadınların mülkiyet hakları olduğunu, bu haklardan ilkinin ya da en önemlisinin de mehir olduğunu unutmayalım! Ailenin geçimi ise, kocaya/babaya aittir… Rabbimiz buyurdu: “…Onların (anne ve çocukların) yiyeceği ve giyeceği, ma'rûf bir şekilde, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Hiçbir kimse gücünden fazlasıyla sorumlu tutulmaz...” (Bakara: 233) Adâlet ve hakkâniyet önce nefisten ve aileden başlar. Kadınların en doğal hakkı olan mehir konusunda ben çok hassâsım. Kanâat-i âcizeme göre; erkek, karısının veya kızının mehrine göz dikmek yerine, bilakis harçlık, hediye ve tasadduklarla onları sevindirmelidir. Onların elleri altında kendi malları olan mehirleri ve birikimleri olsa bile! Biz, kadınlar, çocuklar, yetimler, muhtaçlar ve fî sebîlillâh kanalıyla/köprüsüyle âhiret azığımızı artırabiliriz. Meseleye böyle bakmalıyız. Yüce Rabbimiz, -Âyette müjdelediği gibi- şükrümüze göre bize artıracaktır. Dolayısıyla Allah'tan istemenin yolu dua ve şükürdür. Bu iki vasfın ehli olmayı dileriz. Vesselâm. 64 ♦ DÜZELTME! SAHÂBE (الصَّحَابَةُ) kelimesi, SAHÂBÎ (الصَّحَابِيُّ) kelimesinin çoğuludur ve SAHÂBÎLER demektir. Peygamberimizin bir tek arkadaşına "sahâbe" kelimesi değil, "sahâbî" kelimesi kullanılır! SAHÂBE kelimesinin sıfatı da SAHÂBE-İ İKRÂM şeklinde "İKRÂM" değil, KİRÂM'dır. KİRÂM (الْكِرَامُ) kelimesi de "değerli, şerefli ve cömert" anlamındaki KERÎM (الْكَرِيمُ) kelimesinin çoğuludur. ✔ SAHÂBE-İ KİRÂM (الصَّحَابَةُ الْكِرَامُ) > Doğru. X SAHÂBE-İ İKRÂM (الصَّحَابَةُ الْإِكْرَامُ) > Yanlış! 65 ♦ "ORUÇ TUTUYOR MUSUN? NİYETLİ MİSİN?" Genel olarak hasta veya yolcu değilse bir Müslümana "oruç tutuyor musun, niyetli misin?" tarzında bir sorunun İslâm fıkhında yeri yoktur! Müslüman, hasta veya yolcu değilse oruç tutmak zorundadır, zaten seve seve de tutar. Hatta güç yetirebildikleri takdirde nice mü'minler hasta veya yolcu olsalar dahi -Ramazan ayını fırsat bilip- oruç tutmak isterler; bir kısmı da tutar. Ve hatta oruç âkil ve bâliğ olan mü'mine farz olduğu halde, İslâmî toplum ve ortamlarda deliler ve çocuklar bile oruç tutarlar. Bu durumda akıllı yetişkinlere, "oruç tutuyor musun?" sorusu normal şartlarda hayatın olağan akışına uymayan ve suâl bakımından da pek akıllıca olmayan bir soru şeklidir! Tabii ki, tekraren ifade etmek gerekirse, hasta veya yolculuk hâli gibi mazeretler yoksa! Vesselâm. 66 ♦ İLMİN TADINI ALAN SULTANLIĞI BIRAKIR! YA DÜNYA SEVGİSİ NAPAR?! İlim talebi, ilim sevgisi, ilme vefâ ve ilmin neşr-ü intişârını dert edinmek insanın imanını güçlendirir, imânî ve İslâmî şevk ve cehdini hep taze tutar. İlimden ve ehlinden uzaklaşma ise insanı cehâlet, gaflet, atâlet, bahanecilik ve boşvermişlikle beraber, dünya sevgisine, lükse, dünya zevk ve lezzetlerine ve ecelin ötesinde uzun emel sahibi olmaya mübtelâ kılıp ölümü kerîh gösterir, âhiret için hazırlık yapmaktan gaflete düşürür, ölmeyecekmiş gibi yaşatır ve zamanla Allah'a ve âhirete imanı zayıflatır veya birçoklarını da iman ve İslâm'dan mahrûm bırakır! Ölüm ise ansızın gelir! Ecel dolduğu anda yolculuğa hazır olunup olunmadığına bakmaz! Ey Rabbimiz! Bizi Müslimler olarak yaşat, Müslimler olarak vefât ettir ve bizleri sâlihlere ilhâk buyur. 67 ♦ ŞİRK DEDEKTÖRÜ! Tevhîd daveti, Tevhîd sadâsı ve Tevhîd müfâfaası insanların kalp, rûh ve zihinlerinde yer tutmuş olan şirk ve küfürleri ortaya çıkaran çok hassâs bir dedektör gibidir! İnsanın benliğinin bir köşesinde şirk varsa bu dedektör; inkâr, itiraz, şüphe, münâkaşa, öfke, kızma ve hoşnutsuz gibi sinyallerle onu tespit eder. Tabii ki kastımız olan Tevhîd daveti ve sadâsı; ilim, hikmet ve basîret üzere olandır. Yoksa nefislerin karıştığı diyalog ve tartışmalar değildir! 68 ♦ RIZIK TELÂŞI VE ACELECİLİĞİ! İnsanın rızkı Allah tarafından takdîr edilmiştir ve bellidir. Yani bir anlamda rızık garantidir. Allah, insanın rızkını garanti altına almıştır ki, kendisini Allah'a iman ve ibâdete hasredebilsin. Tabii ki, insânî anlamda, tevâzu ve kefâf dairesinde dünyadan nasibini de unutmasın. Zekât, sadaka ve infâklarla malını ve nefsini arındırsın. Allah yolunda hayırlara vesîle olsun. Bu şekilde dünyadaki her çalışmasını, yorulmasını hatta uyumasını bile Allah'a iman ve şükür üzere bir hayat ile âdet olmaktan çıkarıp, ibâdetleştirebilsin. Hâsılı; rızık, tıpkı gölgesinin veya ecelinin takip ettiği gibi insanı takip eder ve sonunda ona ulaşır. Sakınılacak şey; haram yollardan veya izzetsizce o rızka ulaşmaya çalışmaktır! Bilelim ki; belli, garanti ve mutlaka gelecek olan o rızık ya helâlden ya haramdan, ya isteyerek ve insanlara el açarak ya da istemeden, onurlu ve iffetli, ya bereketli ya da bereketsiz şekilde elde edilir. Aslında insan, açgözlülük, acelecilik, tevekkülsüzlük ve şükürsüzlük yapmayıp, helâlinden ve onurlu şekilde rızkına tâlip olsa, bu hususta sabretmesini bilse, haramdan veya dilenerek elde ettiği rızkına helâl yoldan, izzetli ve bereketli şekilde ulaşacaktır! 69 ♦ EBÛ HANÎFE HAKKINDA: Ebû Hanîfe rahımehullâh hakkında söylenmiş olumsuz sözleri başlıca üç kategoride toplamak mümkündür: 1- Garazkâr ve hasûd kimselerin onun itibarını düşürmek için söyledikleri yalan sözler. Yahut da câhillerin sözleri. 2- Ebû Hanîfe hakkındaki olumsuz sözlerin çoğu zayıf senedlerle gelmiştir. 3- Ebû Hanîfe aleyhinde sahîh senedle gelenler ise, "Ebû Hanîfe şöyle diyormuş, şu görüşteymiş" şeklinde mış'lı, miş'li eklerle hikâye edilmiştir. Bu tür rivâyetler, "Ebû Hanîfe'yi şöyle derken dinledim" şeklinde cezm/kesinlik bildirmeyen lafızlardır. Bu rivâyetler, tarihin seyri ve o günün mevcut şartları altında insâf ve hakkâniyetle tahlil edilmeli; isnâdı zayıf, söylentiye dayalı ve temrîz/temrîd sıygalarıyla gelmiş beyanlara, seneden ve metnen sahîh rivâyet muâmelesi yapılmamalıdır. Allah en iyi bilendir. 70 ♦ MÜ’MİN DEĞİŞMEZ, GELİŞİR! Müslümanın karakteri, fıtrî özellikleri, efendiliği, mütevâzılığı, kanâati, sadeliği, samimiyeti ve vefâsı yani fıtrattan gelen o saflığı, temizliği ve masumiyeti zamanla değişmemelidir. Müslüman teğayyurdan, değişimden ve bozulmadan sakınmalı; terakkî, inkişâf ve tekâmüle tâlip olmalıdır. Yani insan (insânî erdemlerden soyutlanma anlamında) değişmemelidir, gelişmelidir! Bizi lise yıllarında tanıyan bir kimseyle otuz sene sonra karşılaşsak dahi o kimse otuz yıl önceki güzel insanın değişmediğini, kendini bozmadığını görmelidir. Bilelim ki, teğayyur bozulmadır, başkalaşmadır, kibirdir. Murûru’z-zaman ile başı dönen, havalara giren kimsenin konuşması değişir, bakması değişir, yürümesi değişir, kalbi değişir, kafası değişir, hayatı değişir, yolu değişir. İnsanın ilim talep etmesi, aklının ve fikrinin olgunlaşması ve tecrübesinin artması ise, münbit olan karakter temeli üzerine ekim dikim yapmak, faziletleri ve verimi artırmak demektir. Bu, olması gerekendir ve takdîr edilen şeydir. Ama ilim ve fikirde geçilen kimseleri hor, hakir görüp, onlara karşı sözle, fiille, davranışla, jest ve mimikle kibirlenmek, kişinin kendini bozduğunun, en azından ahlâk, usûl, âdâb ve ilm-i siyâsetten yoksun olduğunun bir göstergesidir! Bu nasıl bir kazanımdır?! 71 ♦ BENİM GÖRDÜĞÜM BU! Duam ise hidâyet, selâmet, âfiyet ve muvaffakiyet! İktisâd ve ticâret okudum ve ticâret yaptım. Gördüğüm, şâhid olduğum ve tecrübe ettiğim kadarıyla bugün kendini İslâm’a nispet edenlerin ancak yüzde beşi kadarı Ensâr ve Muhâricûn gibi ideal anlamda [ideale hasret ve tâlip şekilde] ve sistematik olarak meşrû dairede ticâret [para alış verişi, borçlanma vs.] yapabilmektedir. Kendini ilme veya hocalığa nispet edenlerin de binde biri dahi ehil değildir! Zaten ehil olan kimse hocalık, liderlik, mal, makam, itibar ve şöhret derdinde olmaz! Dolayısıyla Hadîs-i Şerîflerde, âhir zamanda emânetin zâyi olup, ehliyetsizliğin artacağına dair haberler ve uyarılar gerçekleşmiş durumdadır! Sağlama yapmak adına; evlilikleri, evlat-ata, karı-koca, ebeveyn-evlat, patron-işçi, âmir-memur, kardeş, akraba, komşu, arkadaş ilişkilerini, ferdî ve ictimâî anlamda tüm ticârî ve sosyal münâsebetleri ve muâmeleleri bu gerçek üzerine binâ edin... Nasıl bir tablo çıkacağını merak ediyorsanız, hâle bakın! Buna rağmen dua ediyoruz. Rabbimiz, hallerimizi ıslâh eylesin, katından bir rahmet göndersin. Helâket ve felâketten bizleri koruyup, sevip râzı olduğu yolda ilelebed muvaffakiyet nasip etsin! 72 ♦ MAHZÛN BABALAR! Baba, sevgisini zor gösterir. Baba, senli benli olmaz, bir ağırlığı ve duruşu vardır ama yürekten sever. Kol kanat gerer. Beddua etmez, duası içtendir. En son babalar duyar. Meyveli ağaç misâli en çok babalar eleştirilir. Zihnen ve bedenen en çok onlar yıpranır. Ama babanın varlığı bile yeter ve güven verir. Yokluğunda babanın değeri daha iyi anlaşılır. Yıllarca babasını eleştiren evlat, belli bir yaştan sonra "babam da babam" der durur. Evlat kendisinden farklı düşünceleri sebebiyle bazen babasını eleştirir ve kendini haklı görür ama rüşd yaşından sonra babasının fikrini almak için yorulmayı ve zahmete girmeyi bile rahmet sayar. Ya bir de babası vefât etmiş ise, "ah keşke, babam hayatta olsaydı da, sevgi, şefkat, koruyuculuk, tecrübe ve samimiyetle söylediği o aklıma yatmayan sözlerine pürdikkat kulak verseydim" der. Babalıyken babalarının farkına varmayanlar, yaşarken babalarının kıymetini bilmeyenler, yetimlere bakmazlar mı hiç? Onlar, "babamız hayatta olsaydı da, babamızın gölgesi bile yeterdi" diye iç çekerler. Hem de hangi yaşta olurlarsa olsunlar! Evlat her yaşta çocuktur, baba da her zaman babadır! Yuvayı dişi kuş yapar ama o yuvanın huzuru, devamlılığı ve sağlamlığı, evin direği olan babaya, gereken saygı ve hürmetin gösterilmesine ve korunmasına bağlıdır. Saygıdan sevgi, muhabbet ve geçimlilik doğar. Feminizm ve modernizm ise, ailedeki karşılıklı sevgi, saygı, sorumluluk ve ödevleri önce zayıflatır, sonra yok eder! 73 ♦ İLİM ALLAH İÇİNDİR! İnsanlara ilmini göstermek için konuşmak ve yazmak gösteriştir! Konuşma da yazma da ancak Allah için, hasbîlikle ve dahi ihtiyaç ve maslahatı gözeterek hikmet çerçevesinde olur! Önce Tevhîd, ihlâs, kardeşlik ve güzel ahlâk! Faydalı ilim ancak bunlara götürür. Bunları ikinci plana atan, iten, öteleyen ve "ben bilirim" mesajı verme adına yapılan zorlamalı, zorlayıcı, zorlaştırıcı ve yorucu konuşmalar ve yazılar/makaleler lafla peynir gemisini yürütme faaliyetidir! Bilmez misin ki, binâ yapmadan arsa, zemin ve toprak yapısı; ekim dikim yapmadan da arazi, tarla ve toprak kalitesi etüt edilir! Yoksa uzun uğraşlarla ortaya konulan ne o yapıdan ne de o ekim ve dikimden bir hayır görülür! Çalışıp da boşuna yorulmamak için "hikmet" şarttır! Vesselâm. 74 ♦ KİMİN NİYETİ DÜNYA VE DÜNYALIK İSE ANCAK ONA ULAŞIR! Nefis için bir yola girip de, bir adım atıp da, şehir veya ülke değiştirip de işin sonunda başarılı olan görülmemiştir! Hatta nefis veya yemek için pikniğe gidilse ya da ziyâfette tıkınmak maksadıyla ziyâret yapılsa dahi günün sonunda hoşnutsuzluk ve huzursuzluk çıkar! Mânen ve rûhen aç kalınır! Dünyalık için yani daha konforlu bir hayat için dostlarını terk edip, terk-i diyâr edenler, İslâm üzere kalsalar bile, vefâdan yana fakir olurlar! Ne yazık ki, daha rahat bir yaşam için hâlihazırdaki tüm dünyasını değiştirip, eşini dostunu bırakanları, unutanları ve Alamanyalara gidenleri gördük! Mark hayalleri kurarken, daha sonra hayal kırıklıklarını, mânevî sefâletlerinı dinledik! Maalesef ki, bunlardan bazıları Tevhîd'i bile terk ettiler! Tevbe ve ıslâh kapısı açık olmakla beraber, unuttular ve unutuldular! Vefâsızlar ve fırsatçılar düşünemediler ki, sâlihlerle, sâdıklarla samimiyet ve dostluk ortamını terk edenlere sahte dostlar ve babamızın da düşmanı olan şeytan yaklaşır! Aman hâ! İbâdetlerde niyet çok önemli olduğu gibi, dünyevî her adımımız öncesinde de kalbimizi/niyetimizi kontrol edelim ve temiz tutalım. Ne için ve kim için adım attığımıza bakalım! Allah için değilse, o adımın sonunda dünyayı verseler bile, başımızı çevirip de bakmayalım! Yoksa yarın bahaneler insanı kurtarmaz! Günahı küçümsemeyelim! Çünkü kötü ve yanlış bir adım helâkete, felâkete ve uçuruma atılan/açılan bir adım olabilir! Vesselâm. 75 ♦ MÜKRİMİN İKRÂMI ÂNINDA... Şu an hayatta olmayan birine ait anlamlı bir söz: "Mükrimin ikrâmı ânında gayr-i mükrime teşekkür, mükrime hakârettir." Yani sana birisi ikrâm ediyor ama sen ikrâm edene değil, yanındakine teşekkür ediyorsun! Bu hususa dair hayat içerisinde çok yaşanan örneklerden biri, bir kimseyi ziyâret etme fikir ve teklifiyle bir kimse bir program yapar ama ev sahibi evine ziyâret edilmesine vesîle olan kimseyi bir şekilde üzer, kırar veya hiç yokmuş gibi davranır ama diğer kimselerden birine "iyi ki gelmişsiniz" diyerek teşekkür eder! Yukarıdaki sözden hareketle şöyle de bir uyarlama yapabiliriz: "Mükrimin ikrâmı ânında gayr-i mükrimin mükremden teşekkür beklemesi bencillik ve fırsatçılıktır!" Yani bir kimse biri aracılığıyla birisine ikrâmda bulunuyor. Ama aracı olan yani gayr-i mükrim kimse elindeki emânetin, hediyenin, ikrâmın başkasına ait olduğunu söylemeyip, kendisi ikrâm ediyor izlenimi vererek elindeki emâneti teslim ediyor. 76 ♦ KULUN GÖREVİ YALNIZCA ALAH’A İBÂDET ETMEKTİR! Akrabam, arkadaşım, tanıdığım ve tanımadığım insan! Bil ki, Allah'a ibâdet ettiğinde iş bitmiyor! Allah dışındaki, dûnundaki ve Allah'la beraber kendilerine ibâdet edilen bâtıl ilâhları, rableri, itâat mercilerini, tâğûtları, Allah ve Rasûlüne âsî olanları ve câhilî bütün kutsalları ve değer yargılarını reddedip, onlardan ictinâb edip, dini ve ibâdeti Allah'a hâlis kılıp, Âlemlerin Rabbini Tevhîd ettiğinde yani Allah’ın emredip, Rasûlünün gösterdiği ve öğrettiği istikâmette SADECE ALLAH'A İBÂDET ETTİĞİNDE iş tamam oluyor, mü'min oluyorsun ve Allah senden râzı oluyor... Bilelim ki, Yüce Allah cinleri ve insanları KENDİSİNE DE İBÂDET ETSİNLER diye değil, SADECE KENDİSİNE İBÂDET ETSİNLER diye yaratmıştır. Oradaki "dahi" anlamındaki "-de" bağlacı şirki ve nifâkı tazammun eder! "Sadece, yalnız, ancak" anlamındaki hasr edatı ise, şirki, küfrü ve nifâkı nefyedip, Tevhîd'i, ihlâsı ve Allah'a imanı isbât eder. Nefiysiz iman olamayacağı gibi, isbâtsız iman da olmaz! Bu da, sahîh imanın sadece ikrâr ve iddiadan ibâret olmayıp; isbât, bedel, sabr-ü sebât ve istikâmet istediğini gösterir. 77 ♦ MEHİR BİLMECESİ! Mehri kayın peder değil, koca verir! Mehir verme mes'ûliyeti kocaya aittir. Koca, mehri -evlendikten sonra almak maksadıyla- veremez! Mehir kadının hakkı ve mülküdür! Kadının mehrine, ziynetine alavere dalavere ile el koymak, kadının hakkını istismâr etmektir! Eğri oturalım, doğru konuşalım. Hemcinslerim, mehir konusunda genellikle -duygu sömürüsü gibi yollarla- duygusal ve hassâs tabiatta olan kadınların ellerinden -borç adı altında- mehirlerini alıp, sonra da iâde etmeyerek veya geciktirerek yahut da parça parça verip, paranın veya altının erimesine sebep olarak, onlara zulmetmektedirler! Şahsen bu meselede ben çok hassâsım. Haddızâtında bütün haksızlıkların ve zulümlerin karşısındayım. Büyük olsun, küçük olsun! Bilelim ki, evin geçimi kocaya aittir. Koca kendi sorumluluğunun altında eziliyormuş gibi, neden karısının elindeki -anasının ak sütü gibi helâl olan- mehrine göz dikebilir?! İslâm'a göre, kadının haklarını incelersek göreceğiz ki, kadın kocasının hizmetçisi değildir. Dilerse yemek pişirmez, çamaşır ve bulaşık yıkamaz hatta kendi doğurduğu çocuğunu emzirme karşılığında kocasından ücret bile isteyebilir! Kadın bütün bunları reddetse, koca hizmetçi ve sütanne tutmak zorunda kalır. Fakat örfî anlamda kadınlar kendiliklerinden ve içlerinden gelerek aile saâdeti adına ev işlerini en güzel şekilde yapıp, çocuklarını da emzirip, çocukları için -kocaları horul horul uyurken- sabahlara kadar uykusuz kalmaktadırlar. Bu kadar iyiliklere rağmen, bunları görmezlikten gelip, bir de kadının mehrine göz dikme davranışını hangi kelimelerle ifade edebiliriz bilemiyorum?! Kelimeler kifâyetsiz kalıyor! Koca, karısına ve çocuklarına hediye verir, tasadduk eder, ikrâmlarda bulunur, harçlıklar verir. Ondan dünyalık, altın, para, ziynet istemez, beklemez! Bunları vermek zaten kocanın görevidir. Kadının yaptığı onca iyiliği takdir eden er kişiler, başta karıları olmak üzere, aile fertlerine mütemâdiyen harçlıklar vererek onların gönüllerini hoş ederler, etmelidirler. Bunun az veya çok tersini düşünen erkekler varsa da, diyorum ki, ben de erkeğim ve size katılmıyorum! Vesselâm. 78 ♦ HADÎS İNKÂRCILARINA – 1 Dinlediğim bir videoda bir Hadîs inkârcısı diyor ki: “Kütüb-ü Sitte sarrâf dükkânıdır. Vâkıada sahte altın gerçeği de vardır. O halde sarrâf dükkânını mühürlemek için o dükkânda sahte altın çıkması yeterlidir.” Bu kıyâsıyla sahte altın ile uydurma Hadîsi kastediyor. Fakat bu kıyâs, bu mevzuda kıyâs-ı mea’l-fârık’tır yani fâsid kıyâstır. Bu yaklaşım akla zulümdür! Zira bir sarrâf dükkanında sahte altın çıkması, diğer yüzde doksan dokuz gerçek altının değerini düşürmez. Altın, yanına sahte altın kondu diye sahteleşmez. Altın, çamura düşmekle değerini yitirmez. Pireye kızıp da yorgan yakılmaz. Pirincin içinde birkaç tane taş çıktı diye kilolarca pirinç çöpe dökülmez. İlâ âhirih… Anlayana bu kadarı da yeterlidir. Konuya "tetimme/ek" olarak söylemek gerekirse; sahte olan atılır, sahtecilik, yalancılık ve iftirâcılık kınanır. Adâlet, her şeyi yerli yerine koymaktır. Bile bile yalan söyleyen ve sahtekârlık yapan kimse suçludur ve eleştirilir; Peygamberimizin sahîh Hadîsleri değil!.. Akılcılık girdabında mahsûr kalıp hakkı göremeyen, toptan veya yarı/kısmî Hadîs inkârcılarına -tefekkürle beraber- kâfî bir cevaptır! 79 ♦ HADÎS İNKÂRCILARINA – 2 “Kur’ân’da varsa veya Kur’ân’a uygunsa, Hadîslere neden ihtiyaç var?” diyenlere deriz ki, “Kur’ân’da her şey mücmelen veya mufassalan var ise, o hususlarda bizim konuşmamıza ve yazmamıza ne gerek var?” Yani bizim konuşma hakkımız var ama Rasûl’ün yok öyle mi? Ya da bizim konuştuklarımız önemli hatta akîdevî anlamda din-iman meselesi ama Rasûl’ün söyledikleri toptan çöpe atılmalı öyle mi? Rasûl, Allah’ın elçisi sıfatıyla söz söylerken bunlara gerek yok ama bizim gibi günahkâr kimselerin sözleri dikkate alınmalı öyle mi? Hem de bizim söylediklerimiz, Peygamberin sözlerini -hâşâ- iptal etmeye yönelik bile olsa?! Peygamberimizin Hadîslerini toptan veya kısmî şekilde inkâr edenler bilsinler ki, vallâhi Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan veya dolaylı şekilde yüzlerce Âyeti de inkâr etmektedirler ve yüzlercesiyle de kendi usûl ve mantıkları içinde çelişkiye ve zıtlığa düşmektedirler! Bu inkârlar küfür olduğu gibi, bu çelişkiler de onların üzerine temellendirdikleri usûl, sistem, anlayış ve akîdelerini yerle bir eder! Çünkü Tevhîd'in, Kelime-i Şehâdet'in ikinci kısmı Muhammedun Rasûlullah'tır. Bu hakikat de, onu örnek almayı, ona itâat etmeyi ve sözlerini dinlemeyi gerektirir. 80 ♦ YALAMA YAPMIŞ KİŞİLİK NASİHAT TUTMAZ! Müslüman büyüklerin sadece ağzına değil, hâline de bakmalıdır. Hâl’den ibret alamayan kâl’den hiç alamaz. Ameli güzel mü’minlerin hâlleri bizim için nasihat hükmünde olmalıdır. Bir yanlışımız nedeniyle uyarılacak ve laf işitecek duruma kendimizi düşürmemeliyiz. Bir kimse alenî bir kusurumuz nedeniyle bizi uyarmış olsa, “neden kendime laf söyletiyorum” diyerek nefsimize kızmalıyız ve kendimizi ıslâh etmeliyiz. Ve o kusuru bir daha tekrar etmemeliyiz. Aslında kendini bilen kendine laf söyletmez. Onun için tatlı bir îmâ, kinâye, darbımesel ve genel çerçeveli bir nasihat bile bizim için yeterli olmalıdır. Bu şekilde bir hassâsiyet ve mürüvvet ile Müslüman günahlara karşı bağışıklık kazanmaz ve yalama bir kişiliğe sahip olmaz! 81 ♦ DOST CANDIR AMA MAL CAN DEĞİLDİR! Samimi Müslümanları sevin, kıymetlerini bilin! Dünyada elde edeceğiniz hiçbir hazine onlardan daha değerli değildir. Hele de frekansları uyumsuz sohbetler, gönül birliği olmayan söyleşiler, üstünkörü/yüzeysel muhabbetler ve âdeta vakit doldurmaya yönelik birliktelikler, zil çalsa da çıksak havasındaki atmosferlerdeki insanlarla diyaloglardan sonra bu gerçeği görmek güç olmasa gerek! Candost ol, mal canlısı olma! 82 ♦ BİR HÂLİN DEVAMLILIĞI MUHÂLDİR! Selef'ten Halef'e ulemânın, hukemâ'nın ve ukelâ'nın söylediği hikmet: دَوَامُ الْحَالِ مِنَ الْمُحَالِ "Bir hâlin devamı/sürekliliği muhâldendir (imkânsızdır)." Yani iyi veya kötü hiçbir hâl devamlı değildir. Her çıkışın bir inişi, her yükselişin de bir düşüşü vardır. Onun için varlık içinde şımarmamalı, imtihân gereği başa gelen bazı sıkıntılar esnasında da -öldüm, bittim, yandım, kül oldum, öldüm de ağlayanım yok modunda- rûhî çöküntüye düşmemelidir. Allah'a dayanıp güvenmeli, fayda ve zararın Allah'tan olduğunu bilmeli, Allah bir kuluna bir hayır dilediğinde insanlar ve cinler bir araya gelseler bile o hayrı engelleyemeyeceklerini, bir kötülük dilerse de o kötülüğü geri çeviremeyeceklerini bilip, Allah'a sığınmalı ve O'ndan âfiyet ve hayırlar dilemelidir. Böylece Allah'a imanını, teslimiyet ve tevekkülünü pekiştirmeli; "Lâ Nâfia İllallâh" ve "Lâ Dârra İllallâh" Tevhîdî hakikatlere yakînini artırmalı ve Allah'ın lütfedeceği inşirâha, sekîneye ve itminâna tâlip olmalıdır. Ayrıca bu hususta “Âl-i İmrân: 26 ve 27. Âyetler” okunabilir. 83 ♦ SİLKELEN ARTIK! İstikâmetten sapmamak için ilim öğren, taassup ve fırkacılıktan sakın, sâlihlerle içli dışlı ol, imanını artır, tahkîkî imanı hedefle, sadece Allah için amel et, her şeyde en önemli ve en büyük amacın Allah’ın rızâsı olsun, kınayanın kınamasından korkma, yakınlarının vefâsızlığı, gaflet ve vurdumduymazlığı nedeniyle kızıp yorganı yakma, Allah’a dayanıp güven ve sadece O’na tevekkül et. İlim ve İslâm yolunda yalnız da kalsan, hikmet ve takvâ yolunda garip de olsan, yardımcın Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. O, kuluna yeter. O halde, ümitsizlik ve tükenmişlik yok! Kalk ve silkelen! Üzerindeki câhilî toz ve tortuları at ve yeniden ve yeniden, mütemâdiyen yenilenerek, iman, teslimiyet, azim ve kararlılık ile Allah’ın dinine yardıma koş. Allah için yapacağın ameli küçük görme! Unutma, tohumdur ve fidandır ormanların ve ürünlerin öncesi. Muvaffakiyet ise Allah’tandır. 84 ♦ ŞAMPİYON, YAVAŞ OL! Geçenlerde bir sohbet esnasında “ziyâdetu’l-mebnâ tedullu alâ ziyâdeti’l-ma’nâ” konusunda konuşuyordum. Örnek olarak da, “tekebbür” ile “istikbâr” kelimelerini verdim. Bir kardeşimiz de “müşrik” ve “müsteşrik” kelimelerini söyledi. Kardeşimizi arkadaşlar arasında rencide etmemek, hevesini ve özgüvenini kırmamak için bu örneğin olmadığını, çünkü “müsteşrik” kelimesinin “şirk” kökünden değil, “şark” kökünden geldiğini söyle(ye)medim... Bazı kimseler ise, adam bir yanlış yapsa da hemen atlasak diye âdeta avını gözetleyen avcı gibi beklerler! Hatta bir Âyet okurken bile bir kelimeyi sehven yanlış okusan hemen destûrsuz dalan hâfızlar (!) görürsün! Buradaki “hâfız” hâfız değil; ironidir! Yahu, söze veya okumaya başlayan kimse bırak da sözünü bitirsin! Ne diye adamın şevkini kırarsın, heyecanlandırırsın, belki utandırırsın, özgüvenini sarsarsın, kendinden nefret ettirirsin! İnsanların yanlışlarını ve hatalarını fırsata çevirip nefsî prim elde etmek için sen pusuya yattığında, bil ki, hiçbir akl-ı selîm sana sempati duymayacak! Onun için, anandan, atandan, ailenden, çevrenden ve coğrafyandan edindiğin -âdâba ve muâşeret kurallarına uymayan- huy ve ahlâkı bırak! Bu tip kimseler sebebiyle "fe-subhânAllah”, “hasbunAllah”, “Lâ Havle…” dememiş insan sanırım pek azdır! 85 ♦ EY ERKEK EVLATLAR! BABALARINIZDAN UZAKLAŞMAYIN! Bu zamanda Z nesli olan erkek çocuklar maalesef ki babalarıyla birlikte oturup kalkmıyorlar, onların gittiği yerlere gitmiyorlar ve baba dostlarıyla dost olmuyorlar! Baba dostlarıyla iyi ilişkiler kurmak, onlara iyilik etmek ve onlardan istifâde etmek -baba vefât ettikten sonra bile- Sünnettir, müstehabdır. Babamın bir dostu ve bir arkadaşı hayatta olsa, bilsem ve bulsam da onunla oturup hasbıhâl etsem, onu ve tecrübelerini dinlesem, ona ikrâm ve iltifât etsem! Ne kadar isterdim! Zamâne gençleri bu kıymetin farkında olmalılar! Baba dostu, -taş atıp da kolun yorulmasına gerek kalmadan, zahmetsizce elde edilen- sağlam ve güvenilir bir dosttur! İnsan bu şuur ve hassâsiyette olursa hem istifâde eder, hem de ettirir! Ey erkek evlatlar! Babalarınıza sırt dönmeyin! Bilin ki, babalarınızın dostları da sizi babanızın yanında ve baba meclislerinde görmek ve sizinle arkadaşça muhabbet etmek ve dost olmak istiyorlar! Sizi göremediğimiz her yerde, sizin nerede olduğunuzu ve neden gelmediğinizi soruyoruz da babanız ya kem küm ediyor ya da üzüntüsünü dile getiriyor! Unutmayın, babanızın "gel" dediği yere gidip, babanıza refakat etmeniz, belki yapılacak bir hizmet varsa onu da görmeniz, sizin kendi arkadaşlarınızdan ayrılmanızı ve onları terk etmenizi gerektirmez. Aksine ebeveyninize vefâlı, sâdık ve hayırlı bir evlat ve baba dostlarına da celîs, arkadaş ve dost olursanız, arkadaşlarınızın da kalitesi artar! Not: Bu konuda da -yazılı- nasihat etmemiş olmayalım! Vesselâm. 86 ♦ İŞİN PÜF NOKTASI! Çırak veya kalfa ilimde, fende ve san'atta ne kadar becerikli, mâhir ve kâbiliyetli -eskilerin tabiriyle eli uz ve zihni açık- olursa olsun ve ne kadar öğrenirse öğrensin, işlerin püf noktalarını bilemez! Tâ ki ehli, üstadı, ustası ve hocası öğretinceye ve o öğrendiği bilgiyi de ehlinin gözetiminde pratik edinceye kadar!.. Tahsîl görenin ve eğitimli olanın bile durumu bu ise, meşrû dairede hiç tahsîli ve eğitimi olmayanın durumu nedir?! 87 ♦ Kur'ân-ı Kerîm'i, İslâm, Allah'ın Esmâ-i Husnâ'sı ve Sıfatları, din, ilâh-rabb, ulûhiyyet-rubûbiyyet, hâlikıyyet-hâkimiyyet, ibâdet, takvâ, hidâyet-dalâlet, hak-bâtıl, dua-tedarru', istiâne-istiğâse, tâğût-tuğyân, müstekbir-mustad'af, itâat-isyân, fısk-gaflet, adl-zulm, velâyet-vilâyet, velâ-berâ, sevgi-korku-ümit, tedbîr-takdîr-tevekkül, ilim-amel-ihlâs-sıdk-tasdîk-yakîn, sâdık-kâzib, saîd-şakî, ebrâr-fuccâr, mü'min-kâfir, hanîf-müşrik, cehl-cehâlet-câhiliyye, iman-küfür, Tevhîd-şirk, nifâk-irtidâd, Şerîat, risâlet, helâl-haram, emir-nehy, salâh-fesâd, ıslâh-ifsâd, dünya-âhiret, cennet-cehennem, azap-rahmet, müjde-tehdîd, davet-teblîğ, insan-hayvan-bitki-tabiat, dünyevî nimetler-uhrevî nimetler, cin-şeytan, Firavun, madde-mânâ, ibret, ahkâm, mesel/darbımesel, şer-u men kablenâ, kasas, muhkem-müteşâbih gibi kavramları ve kısımları dikkate alarak ve tedebbür ederek -yavaş yavaş, dura dura, düşüne düşüne, notlar alarak, gerekli yerlerde tefsîrleri inleyerek ve ehline sorarak- okuyabilirsiniz. Bu kısımların ve kavramların tamamı sizi/bizi Tevhîd, Allah'a iman, yaratıcıya kulluk ve dini Allah'a hâs kılma noktasında birleştirip, istikâmetli bir yola, Sırât-ı Müstekîm'e iletip/hidâyet edip, o yolun ehli kılacaktır. İnşâAllah ve biiznillâhi teâlâ... 88 ♦ İSTER HİKMET DEYİN, İSTER TESPİT… Ayda yılda görüşüp de karşılaştığında dengesizce konuşan, rahatsız eden, kalp kıran, kötü ve itici bir görüntü sergileyen kimselerin aklına şaşıyorum! Zaten üç beş yılda ya da ömürde üç beş kez görüştüğü kimselerin zihinlerinde yıllarca veya bir ömür kötü bir imaj ve içerikle hatırlanmaktan insan endişe etmez mi? Sakınmaz mı? O adam sonra demez mi; bu arkadaşla görüşmemekte ne kadar da haklıymışım diye! İnsanlar arası soğuklukların, kırgınlıkların, ayrılıkların ve uzaklaşmaların çoğu bu şekilde düşüncesiz ve patavatsız şekilde dan dun ve paldır küldür konuşmalardan ileri gelmektedir! İnsan biraz mudârâlı ve hikmetli olmalı ve sözlerini akıl ve fikir terazisinde tartmalı! Hatta o kimseleri güzel ahlâkıyla, efendiliğiyle, samimiyetiyle ve hikmetiyle şaşırtmalı, onların ön yargılarını kırmalı ve uzaklaşan gönülleri yaklaştırmalıdır... Yoksa insan ağzından çıkan sözlerin mahkûmu olur! Ana fikir: Az görüştüğün kimselerle karşılaştığında daha dikkatli konuş! Samimi olduğun ve seni anlayan kimse zaten sana anlayış gösterir. Ama gönülleriniz bir olmayan veya sana karşı ya da kendi karakteri açısından ön yargılı olan kimse -tatlı dilin yılanı deliğinden çıkarması- misâli, senin güler yüzüne ve güzel sözüne hasret, nâzır ve muntazırdır. 89 ♦ DİKKAT DİKKAT! İlim başımızın tâcıdır ve şeref sebebimizdir. Temiz akıl sahibi her mü’min de kapasite ve kalitesine göre ilme tâliptir, ilmi ve ehlini sevendir ve destek olandır. Bu muhakkak ve müsellem bir husustur. Ama ilim diye diye kibirlenip kubuzlanmış ve İslâm akîdesinden sapmış ya da iyice uzaklaşmış kimseler de vardır! İlim, insana önce Tevhîdî bir akîde kazandırır, sonra da güzel ahlâk, edep ve takvâ! Senin okudukların ve konuştukların seni bu noktaya ulaştırmıyorsa, nefsini ve ilim anlayışını gözden geçir! İlmî derinliği, fıkhî vukûfiyeti detaylı, tafsîlî ve müdellel olmasa dahi, akîdesi sahîh/sağlam, ihlâslı, samimi, kalbi güzel, dili güzel, ameli güzel her mü’min başımı(zı)n tâcıdır. Senin-benim bildiğimizin yüzde hatta binde birini bilmiyorsa dahi! Yeter ki, hudûdullâh’ı aşmadan ve çiğnemeden, icmâlen de olsa, mefhûmen de olsa, dilinin döndüğünce hakkı söylesin! İster Arapça, ister Türkçe, ister Kürtçe, ister İngilizce, isterse de başka bir dilde! Yeter ki, karakter ve kişilik kalitesiz ve bozuk olmasın! Karakter güzelliği münbit/verimli bir toprak gibi müsmirdir. Ne ekersen yüzlerce kat fazlasını verir biiznillâh. Onun için öncelikle iman ve ihlâs üzere olup, kibirden, tekebbürden ve istikbârdan sakınalım, sonra da ehl-i imanı sevelim. Bizim kadar bilgili olmasa bile! Unutmayalım, hepimiz, el-Alîm olan Allah’ın kullarıyız. O’na iman eden takvâ libâsını kuşanır, mütevâzı olur. İnsan için bilmenin âfeti kibir, kendini beğenme ve insanları aşağılamadır! Hem de çoğu zaman kendinden değerli kimseleri!.. Allah’ın, sevip râzı olduğu o samimiyeti yüzünde, gözünde, sözünde görelim be kardeşim! 90 ♦ ÖNCE İMAN AMA SAHÎH İMAN! Velâ (lâ ilâhe, el-hubbu fillâh) ve berâ (illallâh, el-buğdu fillâh) kavramlarının, imanın kendisi olduğunu, bu iki kavramın akîdeyi tashîh ve tahkîk ettiğini bilmeyenler, "falan Hristiyan veya ateist ya da müşrik kimse Müslüman olmuş" dendiğinde heyecana kapılabilirler! Fakat Allah'ı tanıyan, O'nun isim, sıfat ve fiillerini Nasslar çerçevesinde bilen, O'nu hakkıyla takdîr eden, imanın ve dinin hakikatini kavrayan, ibâdeti Allah'a hâs kılmanın ne anlama geldiğinden gâfil ve câhil olmayan, bir tek şirkin veya küfrün bile imanı gidereceğinin farkında olan kimse -câhilî toplumlarda bu sözü duyduğunda, sevinmeden önce, zann-ı gâliple ve vâkıada mümkün ve muhakkak olduğu gibi, o kimse -yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak misâli- bir şirk, taassup ve tefrika yoluna mı girdi yoksa bütün şirklerden ve şerîklerden, küfürlerden ve küfrün önderlerinden teberrî ederek gerçekten Allah'a imana mı yöneldi diye düşünmeden edemez! Bu hâdisede ikinci ihtimâl söz konusu ise, henüz sevinmek için erken değil midir? Bu, dereyi görmeden paçayı sıvamak, cenneti hak edecek iman ve ameli ortaya koymadan cennet hayali kurmak değil midir? Âkıbet ve âhiret için tehlike ve endişe devam etmiyor mu? Mutlak anlamda ilk ihtimâli doğru sayanlar da, birçok kimsenin şirk içinde ebedî cehenneme gitmelerine göz yummuş olmuyorlar mı? Belki de bu göz yumma sadece bir tembellikten, vurdumduymazlıktan, kâlesizlikten ve nemelâzımcılıktan ibâret değildir! Cümledeki "belki" düşünmeye sevk etmek içindir! Çünkü "mutlak anlamda" böyle düşünenin akîdesinin müşevveş ve bulanık olduğu açıktır! O halde, ilk ihtimâli hak sayanlar, Tevhîd ile şirki, hak ile bâtılı karıştıranlar şirk ehliyle birlikte cehenneme gitmezler mi? Allah'ım, şirkten ve cehennem azâbından Sana sığınırız! 91 ♦ GENÇLERE, BAŞARIYA GÖTÜRECEK BİR PRENSİP TAVSİYESİ... Gençler! Bir saatinizi öyle bir değerlendirin ki, bir güne bedel olsun! Bir gününüzü öyle bir değerlendirin ki, bir haftaya bedel olsun! Bir haftanızı öyle bir değerlendirin ki, bir aya bedel olsun! Bir ayınızı öyle bir değerlendirin ki, bir mevsime bedel olsun! Bir mevsiminizi öyle bir değerlendirin ki, bir yıla bedel olsun! Bir yılınızı öyle bir değerlendirin ki, yıllara bedel olsun! Bu başarıya, programlı hareket edip bugünün işini yarına bırakmazsanız ulaşabilirsiniz. Dünyevî meşgale ve telâşelerden de kurtulup eşinize dostunuza, rahat bir kafayla ve huzurlu bir gönül ile zaman da ayırabilirsiniz. Allah'ın tevfîkiyle az zamanda çok büyük işler yapmak/başarmak bu şekilde mümkün olmaktadır. Programlı ve prensipli olursanız, başkalarının bir günde yapamadığını bir saatte, başkalarının bir haftada yapamadığını bir günde, başkalarının bir ayda yapamadığını bir haftada, başkalarının bir mevsimde yapamadığını bir ayda, başkalarının bir yılda yapamadığını bir mevsimde, başkalarının yıllarca hatta on yıllarca yapamadığını bir yılda yapabilirsiniz. Allah'ın izniyle. O zaman sekîne, inşirâh ve itminân ile yaşarsınız. Boş vermişlikle ve tembellikle değil, programlılık ve prensiplilikle hareket ederseniz, Allah'ın lütfedeceği bereketli vakitler sebebiyle bir saat bir günü, bir gün bir haftayı, bir hafta bir ayı, bir ay bir mevsimi, bir mevsim bir yılı, bir yıl da yılları kurtarır ve ihyâ eder. Talebe psikolojisiyle ifade etmek gerekirse, dersime çalışamadım ve yetiştiremedim endişesi, tedirginliği, gerginliği ve üzüntüsü yaşamazsınız. Biiznillâh, zamanın bereketlendiğine şâhit olursunuz. 92 ♦ İŞİM VAR, ABDESTİM DAR! Ziyâret etmezsen, evine gelindiğinde içtenlikle memnun olmazsan, evine gelineceğinde müsait olmazsan, davet edildiğinde icâbet etmezsen, yola gelmezsen, karşılaşıldığında somurtursan veya göstermelik sırıtırsan, iki çift güzel sözü esirgersen yani gönül kapını da evinin kapısını da kapatır ve dostluk adına adım atmazsan, senin gönlüne ve -sıla-i rahim için- evine nasıl girilecek, seninle nasıl yürünecek?! Çoğu insanın durumu böyle değil mi?! Kısaca şu bile yeterlidir. Bir kimse, evine misâfirliğe gidileceğinde genelde müsait ol(a)mıyor, davet edildiğinde gel(e)miyor ve mütemâdiyen bahane uyduruyorsa; bunun anlamı, benim sizden pek dünyalık menfâatim yok, beni rahat bırakın demektir! Yorum/değerlendirme biraz sert gibi ama dost acı söyler. Söylesin ki, hâli böyle olanlar, düşünüp öğüt alsınlar ve hallerini düzeltsinler! Kaçmakla ve yansıtma yapmakla gerçekler değişmez. Gören görür, bilen bilir. Vesselâm. 93 ♦ BERÎYİM!.. Din ve ilim üzerinden dünyalık ve makam istenmesine, ilmî kariyerin kullanılarak insanlardan para, menfâat, iltimâs ve ayrıcalık talep edilmesine, varlıklı ve imkânlı sanılan/kabul edilen kimselerden bir şeyler istemekle ma'rûf ve müşteher olunmasına, böyle bir geçmiş ortaya konulmasına hatta insanların ellerindekilere ve yanlarındakilere göz dikici duygu ve düşüncelerin îmâ edilmesine bile şiddetle karşıyım! Bu, benim fıkıh ve hikmet adına bu dinden anladığım hakikattir, prensiptir! Uzak veya yakın, her kim bunu yapıyorsa, onun amelinden berîyim! Bunlar asla İslâm'a uygun olmayan, şahsî ve nefsî, kişinin kendisini bağlayan ve tasvîb edilmeyen tercihlerdir. Hâlis mü'min; takvâ, ihlâs, izzet, şeref, haysiyyet ve mürüvvet ile hareket etmesiyle özel ve hâline/ahlâkına gıpta edilen insandır. Bilelim ki, her münker, merdûd ve mekrûh amel ve davranışın karşısında ma'rûf, makbûl ve mahbûb yol ve tercih vardır. Bu yola ancak Allah'a sağlam bir iman, tevekkül, teslimiyyet, şükür ve kanâat ile muvaffak olunabilir. Bitirirken bir şerh düşmek gerekirse; yapılan bir işin takvâ ve meşrûiyet dairesinde olması hâli müstesnâdır. İzzet, şeref ve mürüvveti zedelemeden ve de kibre, riyâya kapılmadan yapılan hatta daha fazlası yapılması gereken yardımlaşma, dayanışma ve fedâkârlık gibi ma'rûf ameller tenkîdi değil, övgüyü, gıptayı ve örnek almayı hak eder. Eleştirilen ve meşrûiyet sınırlarının dışında kalan nefsî amelleri huy edinen kimseler için ise -hayat devam ettiği sürece- tevbe ve ıslâh yolu açıktır. Rabbimiz bizleri iki cihânda da azîz eylesin ve muhtaç olduğumuz her hayrı lütfetsin. Âmîn. 94 ♦ HAKKI VE HAKLIYI SAVUNMAK! Hikmet ve basîret üzere hakkı savunmak, haksızlık karşısında susmamak, haklının ve mazlûmun yanında ve desteğinde olmak kişinin imanının büyüklüğünü ve faziletini gösterir. Çoğu zaman haksızlık yapılan kimseleri müdâfaa edenlerin, -hüsn-ü zannıma uygun şekilde- o meclisteki en faziletli kimseler olduğunu görmüşümdür. Hakkın ve mazlûmun ilk sesi olandan sonra hakka ve haklıya destek verenler de elbette amelleri kadar değerlidirler. Tabii ki hayra delâlet etmek, vesîle olmak daha önemlidir. Allah için ilk adımı atabilmek imanın, tasdîkin ve teslimiyetin büyüklüğünü gösterir. Bununla beraber, itiraf etmeliyim ki, samimi ve faziletli olduğunu düşündüğüm yani hakkında hüsn-ü zan ettiğim bazı kimselerin, kendisine haksızlık edilen ve zulmedilen kardeşlerini savunmayıp sessiz kaldıklarını da görmüşümdür! Sanırım şeytan, “aman ha, sen karışma; o adamla aran, arkadaşlığın, ticâretin ve alış verişin bozulur!” türünde vesveseler vererek fitlemektedir! Şeytanın vesveselerine uymaktan ve bu tür davranışlar ortaya koymaktan Rabbimiz bizi korusun! Öyle anlar, öyle imtihânlar vardır ki, o esnada kulun fazileti ve diğerlerinden farkı ortaya çıkar. Âdeta o anlar -cinsiyet anlamında değil ama yiğitlik anlamında- er meydanıdır! Ama elbette buna ancak lâyık olanlar muvaffak kılınır. 95 ♦ NEYİ NEYLE KIYÂSLIYORSUNUZ?! Bazı şirk sahibi kimselerin efendiliklerini, sadeliklerini, cömertliklerini, insânî iyiliklerini, misâfirperverliklerini, sessiz, sâkin, mülâyim ve kanâatkâr görüntülerini gözlerinde ve gönüllerinde büyütüp onların şirklerini göremeyip, efendilikleri ve insancıllıkları hatırına onların şirklerini alıp kabul edenler bilsinler ki, bu kimseler; kavminin şirk ve putperestlik dini üzere ölen Ebû Tâlip kadar insânî bakımdan iyi olamazlar! O Ebû Tâlip ki, cehennemde kâfirler arasında azâbı en hafif kişi olacaktır. İnsancıllık, efendilik, cömertlik ve geçimlilikle -şirklerine rağmen- cennetlik ilan edilen kimseler Ebû Tâlib'in Peygamberimize ve İslâm'a verdiği desteğin binde birini dahi vermiş değillerdir. Bu mümkün de değildir! Zira o, Nebî aleyhisselâm'ı koruyup kolladı. Sadr-ı İslâm'da, Allah'ın dininin yerleşmesine/kökleşmesine yönelik destek verdi. Hangi müşrik bu kadarını yapmıştır da dünyevî ve insânî bazı iyi yönleriyle -şirki terk edip de Tevhîd'e iman etmeden- Müslüman ve mü'min kabul edilebiliyor?! Kaldı ki, insânî iyiliklerine rağmen o Ebû Tâlip bile Tevhîd'i tasdîk etmediği için ebedî cehenneme müstehak olmuştur! İsterseniz, İbn-i Cud’ân’ı düşünün! Devr-i câhiliyye'de yaşayan, dillere destan bir cömertliği, yardımseverliği ve misâfirperverliği olan, Kureyş'in reislerinden ve Hz. Âişe vâlidemizin de akrabalarından olan ama âhirete inanmayan ve kavminin dini üzere ölen İbn-i Cud'ân'a ne o iyilikleri ne soy bağı ve ne de adının “Abdullah” olması bir fayda sağlamıştır! İman etmeden öldüğü için o, ebedî cehennemliklerden olmuştur! HafizanAllah! Bilelim ki, Tevhîd'den önemli ve öncelikli hiçbir şey yoktur... Tevhîd’siz, hiçbir şeyin kıymeti de yoktur! Tevhîd olmadan ölen kimseyi, dünya dolusu iyiliği cehennemden çıkaramaz! İnsânî iyilikler insana sadece dünyada, insânî ilişkilerde, komşuluk ve alış veriş gibi münâsebetlerde fayda sağlar; o kadar! Bütün bunlara rağmen, nasıl hüküm veriyorsunuz?! Neyi ölçü alıyorsunuz?! Neyi neyle kıyâslıyorsunuz?! Nereye gidiyorsunuz?! Sözü iyi anlayalım, yoksa, aksi akîde ebedî azâba götürür! 96 ♦ SADECE KONUŞUYORUZ! En az otuz senedir ısrârla, “bu ümmetin ilk önceliği ilmin neşr-ü intişârıdır. İlmin ihyâsıdır, ilim tâlipleri/talebesi yetiştirmektir. Birincil vazifemiz, bu hususta ciddi şekilde maddî-mânevî çaba, gayret ve duyarlılık göstermektir” derim. Ama maalesef ilme rağbet ve destek binde birdir, belki o kadar bile değildir! Vâkıa ortada!.. Şu durum bizi şaşırtmasın! Dün de din adına konuşmaya hevesli, edebiyat parçalayan, süslü konuşan, kendisini ilim ehli gibi göstermeye çalışan ve makam, mevki ve riyâset sevenler çoktu, bugün de çok! Yani aslında dünden bugüne bu noktada değişen bir şey yok! 90’lı yıllardan, -yaygınlaşması yönüyle daha çok 2000'den- itibâren hayatımıza internet girdiği için dün herhangi bir ilmî vasfı olmadığı için insanlar yanında ilmî bir konum elde edemeyenler bugün kameranın ve tripodun câzibesiyle kürsü ve fetvâ sahibi (!) fenomen allâmeler (!) oluverdiler! Nasılsa, her şeyin bir alıcısı vardır! Hele de câhilî toplumlarda!.. Grupçuluk ve taassup mu? O, bizim yaşadığımız çağda -az veya çok- hep vardı ve âhir zamanda -Allah’ın dilediği bir zamana kadar da etkinliğini sürdürecektir. Grupçuluk taassubu ilim talebini bile ifsâd ve iptal eden bir münkerdir! O halde sen her zaman ve her çağda nerede durduğuna ve neye uyduğuna bak! İmkânın elverdiğince, bahanecilik ve tembellikten sakınıp ilim öğren ve ilim talebesi mü’minlerin yetişmesini ve buna vesîle olmayı bir cihâd bil! Sonra da unutma ki, her türlü tefrika ve taassuptan sakınıp, hidâyet, selâmet ve istikâmet üzere olursan, sapanlar sana zarar veremez! Vesselâm! 97 ♦ HAY! Japonca – Evet – Hay İngilizce – Merhaba- Hay İzlandaca – Merhaba – Hay Cava Dili – Merhaba – Hay Endonezya Dili – Merhaba – Hay Filipince – Merhaba - Hay İsveççe – Merhaba – Hey Arapça – Hay/el-Hayy: Diri (Allah) – Arapça (Kur’ân ve Sünnet) Farkında olmadan dünya milletlerinin birçoğu günlük konuşmalarında ve telefon görüşmelerinde “merhaba” ve “evet” derken sık sık “hay” demektedirler! Rabbimiz onlara “el-Hayy” demeyi de; ezelî ve ebedî el Hayy olan Rabbu’l-Âlemîn’den başka hak ilâh, rabb ve ma’bûd olmadığını da söyleyip iman etmeyi nasip etsin. Türkçe’de de “elbette, tabii ki, seve seve” anlamında bir onaylama ünlemi olarak “hayhay” kullanılır. Ayrıca “hadi” anlamında tekil ve çoğul sesleniş içeren “haydi” ve haydiyin” gibi kelimeler de vardır. Mü’min bir şeyi onaylarken "el-Hayy" olan Allah adına onaylar. Ancak Allah’ın izin verdiği hususları onaylar ve yola çıkarken, adım atarken bile “Hayy” diyerek yola koyulur. 98 ♦ G E N E L ! İlim ehli olduğunu söyleyip hatta kimseyi beğenmeyip, hal, hareket, tavır, üslup, edâ, mimik ve söylemleriyle etrafındakileri küçük görüp de -asırların değil, belki binlerce yılın en ileri teknolojik buluşu olan- internet çağında şu hârikulâde internet vasıtasıyla bile Ümmet-i Muhammed’e nasihat ve teblîğ nâmına söyleyecek iki çift sözü olmayan, kendi muhitinde kubuzlanıp, makam ve maaşının derdine düşen kimselerin ne kadar ilim sahibi oldukları tartışılır! 99 ♦ ANLAYIŞ VE ANLAYIŞLILIK! Müslümanın iki temel özelliği vardır: Anlayış (anlama yeteneği, fehm, idrâk) ve anlayışlılık. Anlayışı olmayan yanlış anlar. Anlayışlılığı olmayan ise, rahmet, hikmet, iz'ân ve empatiden uzak şekilde dikkafalı, çocuklar gibi "dediğim dedik"çi olur. Oysa herkesin bir sevgi dili, sağlıklı iletişim frekansı vardır. O dil ile anlaşılır, kapı mesâbesindeki o frekanstan da gönüllere girilir. Duvara konuşmanın veya duvardan girmeye çalışmanın bir mânâsı yoktur! 100 ♦ İLİM-ÂLİM-TEFEKKÜR-AMEL-EMEL-ECEL! Falan sanat veya zanâat erbâbının yeri dolmaz sanırsın. Diyelim ki, kısa vadede dolmadı, ne kaybedersin? Ama âlim yetişmezse, çok şey kaybederiz! Elân, hâlihazırda yetişiyor mu? Heyecana, hamâsete ve taassubî duygulara kapılmadan, abartmadan, şekilciliğe kaçmadan, nutuk, kürsü ve alkışa aldanmadan, meşrûiyeti, hakkâniyeti, istikâmet ve neticeyi dikkate alarak, Allah için âdil şâhidlik adına cevap ver! Senin çevrende, şehrinde ve coğrafyanda, -ilmi, itibar, makam, kariyer, maaş ve dünyalık vesîlesi edinmeyen, Tevhîd ile şirki, adâlet ile zulmü, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, karıştırmayan, izzet, şeref, şecâat, hikmet, vakar, haysiyet, mürüvvet ve onur sahibi- Rabbânî, zâhid, sâlih, müttakî ve hasbî âlim yetişiyor mu?! Evet, herhangi bir grubun değil, İslâm'ın âlimi, herhangi bir kişi, grup veya mefkûreye değil, sadece Allah'a iman ve ibâdete çağıran, mürîdçiliğe veya bizdenciliğe değil, iman kardeşliğine, mü'minlerin yoluna, cennete ve bu yolda yardımlaşmaya ve yarışmaya davet eden, cemâat adı altında fırka maslahatını değil, uhuvvet/kardeşlik ve ümmet maslahatını üstün sayan ve üstün tutan âlimler yetişiyor mu?! Bu sorunun cevabını bildiğin için ya yutkunursun ya da bilmediğin için, faydasız ve haktan uzak bir ton laf ve bahane üretirsin, cevaplar sıralarsın; ama belki -Allah daha iyi bilir- 20-30 yıl sonra sorunun muhtevâsını da ve cevabın hüzünlü vâkıasını da görür anlarsın! Uzun yıllar sonra da olsa gördüğün bir gerçeğin ne kadar kıymetli ve hakka ulaşmanın ne büyük bir fazilet olduğunu anlar, kıymet bilir, vefâ ve takvâ sahibi olursun! Bütün gücünle ilme, amele, ihlâsa, takvâya, ihsân, hilm ve hikmete yönelirsin. Yönelip de yürümek ne kelime, öyle bir koşarsın ki, dolmakta olan ecelinle yarışmak ve ecel geldiğinde âh, vâh, eyvâh ve heyhât dememek istercesine! Artık tek emelin, hüsn-ü hâtime ile Rahmân'ın rızâsına nâil olmuş halde mahşere varabilmek olur! Vesselâm. 101 ♦ BAŞARI MI İSTİYORSUN? Taklitçi olma; tahkîkçi ol! Yandaş, iltimâsçı veya hakkı, doğruyu ve güzeli görmeyen muhâlif karakterli olma; hak ehli, hak yanlısı ol! Hakkın ve haklının yanında; bâtılın ve yanlışın karşısında dur! Durduğun yerde de doğru dur! Yani nefsin için, inat, karşıtlık, taassup, husûmet, yalakalık, makam, riyâ ve gösteriş için değil; sadece Allah için dur ve yürü! Tembel, kopyacı ve bahaneci olma; imkân ölçüsünce çalış, yorul! Tevhîdî ve Rabbânî istikâmetini koru, tevbe ve istiğfârını artır! Allah’ın adıyla oku, Peygamberin örnekliğinde yaşa ama özgün ol, kendin ol! Mü’min ol ve mü’min görün! Sakın, için ayrı, dışın ayrı olmasın! İçin dışın bir olsun; “Bir” olan Yüce Allah’ın, ulûhiyyette, rubûbiyette, esmâ ve sıfatlarda vahdâniyyetine (birliğine) şehâdet etsin! 102 ♦ ÇEK ADIMINI! Bir amele veya söze nefsîlik karışırsa o şey bulanır, lekelenir ve kirlenir! Sakın ha, niyetin ne kadar iyi olursa olsun, maksat ve muhtevâ ne kadar meşrû gözükürse gözüksün; ameline, sözüne ve insanlara verdiğin cevap ve karşılıklara nefsini karıştırma! Ve bunu hayatının prensibi edin! Atacağın adımına bak; nefsin içinse veya nefsin de işin içindeyse, çek o adımını, nefsîlikten arın ve hulûs-i kalp ile tekrar at. Sadece li-vechillâh... Söz söylerken de, karar verirken de, ihsânda bulunurken de, sosyal ilişkiler kurarken de, ibâdet ederken de bu prensipten ayrılma! 103 ♦ KRALLARIN YOLUNA DEĞİL, RASÛL’ÜN YOLUNA UY! Kralların ve hükümdarların -kâfirleri ve zâlimleri bir yana- nisbeten âdilleri bile teba'larını -lüğavî anlamda bile olsa- kendilerine kul/köle edinip, onlara "kullarım" demişlerken; Allah Rasûlü Muhammed aleyhisselâm asrındaki mü'minlere "ashâbî" yani "arkadaşlarım", daha sonra gelip de görmeden kendisinin risâletine iman edenlere ise "ihvânî" yani "kardeşlerim" demiş ve onları çok özlediğini söylemiştir. (Bkz: Müslim, 249; İbn-i Mâce, 4306; Nesâî, 150; Muvatta', 59) İşte -tâğûtlar bir yana- normal bilinen krallar ile Allah Rasûlünün farkı! O halde sen kralların yoluna değil, Allah'ın dinine ve bizlere "kardeşlerim" diyen Rasûlullah'ın Sünnetine uy! 104 ♦ YETERLİ DEĞİL Mİ?! Kendini dünyaya kaptırırsan; okumazsın, anlayışın kıtlaşır, kendini yanlış ifade edersin, meseleleri karıştırırsın, unutkanlığın artar, salâh ve hayır yolundaki mü'minlerden uzaklaşırsın, fazilet ehliyle anlaşamazsın, sıla-i rahmi terk edersin, dînî inancın ve bilgin yüzeysel, sathî ve kulaktan dolma olur, inandığını söylediğin hakkı açıklayamaz, ispat ve ihkâk edemezsin! Yeterli değil mi?! 105 ♦ İBRET VE İ'TİBÂR'DAN İNTİFÂ' VE İSTİFÂDE DOĞAR... Özelse özel, genelse genel, nasıl gerekiyorsa, hikmet ve basîret üzere ve dahi doğruluk ve mülâyemetle hakkı söylerim. İnsanların bu hak sözü düşünüp ders çıkarmamalarından ve hidâyete ermemelerinden ben sorumlu değilim. Söz güzellikle söylendiği halde insânî ilişkilerin iyi olması nedeniyle de, "arkadaş, senin akîden bozuk veya şu şu fikirlerin yanlış, neden benimle hüsn-ü işret ve münâsebet-i insâniyye bakımından aran iyi? Neden beni seviyor ve saygı duyuyorsun? Bak, benim söylediğim hakkı güzellikle söylemeyip, davetine nefsini ve hevâsını karıştıranların ve muhâtabın kapasitesine uygun üslup kullanmayanların senle arası iyi değil, daha doğrusu sen onları sevmiyor ve saygı duymuyorsun. O zaman benimle de aran bozulmalı" deyip; o kimseye -ilim, hikmet ve basîreti bir yana atıp- sloganik, hamâsî ve ezberci ifadeler ile davetin maslahatını hiçe sayıcı ve belki de ateşten kurtarılması gereken kimseyi rencide edici tavır ve söylemlere gir(e)mem! Bu, akl-ı selîm bir mü'minin tercih ve davranışı değildir! Teblîğde maslahat; başta güzel ahlâk, doğruluk ve güvenilirlik olmak üzere ortak noktaların dillendirilmesinden ve ortak paydaların köprü olmasından hareketle ayrı, ayrışan ve karışan noktaların ıslâhına gitmektir. Elbette ta'vîz vermeden, ketmetmeden ve saptırmadan! Olgun iman sahibi bir kimse bunları asla ve kat'a yapmaz, yapamaz! Durum ve şartlara göre, mücmelen de olsa, muhtasaran da olsa hakkı söyler. Zaman, zemin ve muhatap elverişli ise de hakkı mufassalan beyân eder. Tahkîkî iman sahipleri de bunları elbet bilir! İstisnâlar dışında her şeyi yanlış anlama potansiyeli olan bir toplumda not olarak şunu da düşelim ki, sözlerimiz ikmâl ile ihsâna ulaşsın. Özelde kimseyi kastetmiyorum! Beni tanıyan bilir, ben kişi kastetmesi üzerine söz söylemem. Bunu yapmayı basitlik, sığlık ve nefsânîlik kabul ederim! Rabbimiz bizleri hak ehlinden eyleyip, kendi yolunda hüsn-ü hâtime ve rızâsı ile ödüllendirsin. 106 ♦ "MUHAMMEDÎCİLİK" DENMESİNE BİLE RÂZI DEĞİLİZ! Allâme Mevdûdî rahımehullâh der ki: "Biz, Cemâat-i İslâmî'nin üyelerine [kendi döneminde Mevdûdî tarafından kurulan ve 'İslâmî Cemâat' kimliğiyle birleştirici olan hareketin mensuplarına) "Mevdûdîci" denmesine karşıyız. Çünkü biz, sahip olduğumuz i'tikâd ve düşünce sistemini özel bir kişiye nispet etmeyi câiz görmüyoruz. Bırakın, 'Mevdûdîci'liği, biz bu i'tikâda 'Muhammedîlik' bile denmesine râzı olmuyoruz. Bu, İslâm'dır. Onu hiç bir insan ortaya koymuş değildir. Dolayısıyla herhangi bir kişiye nispet etmek mümkün değildir. Siz bize , 'Nûhcular' veya 'İbrâhîmciler' deseniz, yine biz 'Mevdûdîciler' demenize göstereceğimiz tepki kadar tepki gösteririz." (Tercümânü'l Kur'ân, Zilka'de/Zilhicce, 1370/1951; Fetvâlar, 2/230) Bu dinin hakikatini tahkîken ve teslîmen anlamak ne büyük bir devlettir! Üstad, hayatta değilsin ama yine de ihtirâmen ve mânen ellerinden öpüyorum. Rabbim sana rahmet etsin ve bizi cennette buluştursun. 107 ♦ TEBESSÜM SERBEST... Eskiden şeyhler, hocalar Allah için tezellül ve nefislerini kırma/ezme ve dinleyicileri de tevâzuya sevk etme adına “biz neyiz ki, ne biliyoruz ki?!” gibi sözler sarf ettiklerinde ona yakın oturan bazı talebeleri hemen “estağfirullâh” derlermiş. İlme yakın olmanın da bir sorumluluğu vardır elbet. Hocanın ortaya koyduğu kişisel tevâzuya, umûmu tevâzuya teşviğine ve talebelerini terbiye etme çabasına, talebeleri de hocalarına hürmet, edep ve vefâ dairesinde “estağfirullâh” diye karşılık verirlermiş. Günümüzde benzer davranışı sergileyip de dinleyicilere “estağfirullâh” deme fırsatı verdiğimizde bazen kimseden o istiğfâr çıkmıyor, sadece sana bakıyorlar. O an senin ne düşündüğünün farkında bile değiller! Hatta içlerinden biri bari hatırlasa diye biraz da uzun müddet beklesek bile, “ı ııh” bir faydası yok. Sonra kendi sözümüze kendimiz “estağfirullâh” diyoruz ve burada genelde “estağfirullâh” denir diye de bazen ilâve ediyoruz. İster nüktedânlık deyin, ister güler misin, ağlar mısın deyin! O an gözümüze ilişen en mülâyim kişiye, “sen bana yakın otur, bu tür sözler söylendiğinde bir mecliste edeben ‘estağfirullâh’ denir; bu da senin görevin olsun” demek geçiyor içimizden... Estağfirullâh ve etûbu ileyh... Vesselâm. 108 ♦ İSM-İ A'ZAM: Rasûlullah aleyhisselâm bir adamı şöyle dua ederken duydu: اللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ بِأَنِّي أَشْهَدُ أَنَّكَ أَنْتَ اللّٰهُ لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ الأَحَدُ الصَّمَدُ، الَّذِي لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ "Allah'ım! Şüphesiz ki ben, Senin, Ehad (tek), Samed (hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herkesin ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu), doğurmamış (kimsenin babası olmayan), doğurulmamış (kimsenin çocuğu da olmayan), eşi ve benzeri bulunmayan, kendisinden başka (hak) ilâh (ma'bûd) olmayan 'ALLAH' olduğuna şehâdet etmem sebebiyle Sen'den istiyorum." Adamın böyle dua ettiğini işitince Allah Rasûlü şöyle buyurdu: وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَقَدْ سَأَلَ اللّٰهَ بِاسْمِهِ الأَعْظَمِ الَّذِي إِذَا دُعِيَ بِهِ أَجَابَ، وَإِذَا سُئِلَ بِهِ أَعْطَى "Nefsim elinde olan (Allah)'a and olsun ki, gerçekten (bu adam), -kendisiyle dua edildiğinde Allah'ın icâbet ettiği, talepte bulunulduğunda Allah'ın (ona dilediğini) verdiği- İsm-i A'zam'ı ile Allah'tan istedi.” (Müsned-i Ahmed, 22952, 22965; Ebû Dâvûd, 1493; Tirmizî, 3475; Şerhu's Sünne, Beğavî, 1259; Mecmûu'l Fetâvâ, 17/90; Mecmeu'z Zevâid, Heysemî, 15938) Çok bilinen sâhîh bir Hadîs'tir. Hatta İbn-i Hacer el-Askalânî'ye göre, İsm-i A'zam konusunda nakledilen rivâyetler içinde sened bakımından tercîh edilmeye en uygun olanıdır. Râvîsini belirtme ve ta'rîf bâbından "Bureyde Hadîsi" olarak bilinir. 109 ♦ HERKES NASİBİNİ ALIR! Ezberle, 5-10 tane sloganik cümle, beylik laf! Zaman içinde bunu 40-50'ye çıkar. Her yerde aynı ezberleri tekrarla! Sathî, delilsiz ve tahkîksiz şekilde... Kırk yıl boyunca sloganların değişse bile tarzın değişmesin; böyle bir yol tut! Neyine senin ilim, hikmet ve ibret! Bırak, ilim tâliplerini, hak ve hayır yolcularını, sâlihleri ve sâdıkları! Sen de onlar kadar bilirsin, anlarsın! Sende de akıl, fikir, zekâ var! Öyle mi?! Yok, kusura bakma, öyle değil! İlmin bir kelimesinin, kelâmının, bir harfinin, harekesinin, bir inceliğinin, illetinin, bir usûlünün, üslûbunun, hikmetinin ne büyük bir hazine olduğunu erbâbı anlar, nasibi olan kavrar! İlim, iğneyle kuyu kazmak gibidir. İlim ehli cehd-ü gayret, azim, kararlılık ve sebât isteyen anlarda inşaat işçisinden daha çok yorulur! İlim, tatili ve emekliliği olmayan bir tarîk'tir. Unutma, tarîk sebîl'den daha çetin yoldur. Zahmetlidir, külfetlidir, çilelidir, sıkıntılıdır ve zorludur. Bu yolda açlık da var, yokluk da, kimsesizlik de, gariplik de! Bütün bunlara rağmen onur, mürüvvet, kanâat, şükür, zikir ve fikir hep var ve olmalıdır! Kolay, sâkin ve suhûletli bir yol değildir yani. Şöhret, itibâr, makam, koltuk ve hava atma yolu hiç değildir! Onun için de zekâ bakımından ilme yatkınlığın yanında, karakter yönünden de ilme liyâkat aranır. Yani her zeki ve ağzı laf yapan ilim tahsîl edemez. Her ne kadar bunu câhiller bilmeseler, anlamasalar, ağzı laf yapan, zekice misâller veren ve birkaç da Âyet-Hadîs okuyan herkesi ilim sahibi sansalar da, durum hiç de öyle değildir! Nefsin dünyalık pek çok arzularından, heveslerinden ve emellerinden geçemeyenden, ilim çoktan geçip gider! Bekleme yapmaz!... Rabbimiz bizleri gerçek anlamda ilim ve hak tâlibi, âmili, sâdıkı ve musaddıkı eylesin. Ehl-i ilmi sevme faziletini ve onlarla doğrudan cennete girme lütfunu bize ve sevdiklerimize nasip etsin. 110 ♦ TELKÎN! "İslâm'da 'telkîn' câiz midir?" suâline; "evet" veya "hayır" şeklinde cevap verilmez. Çünkü telkîn; "ölüm döşeğinde olan kimseye" ve "kabre konulduktan sonra ölüye" şeklinde iki kısma ayrılır. Henüz ölmemiş ama ölmesi yakın olan kimseye Kelime-i Tevhîd'in ve Kelime-i Şehâdet'in söylenmesi ve hatırlatılması Sünnet veya müstehabdır. Ama ölmüş bir kimseye kabri başında imanın ve kabir suâllerinin telkîn ile hatırlatılmasının Sünnetten sahîh bir delili yoktur. Bazı kitaplarda, "her ihtimâle karşı" veya "ölüye fayda vermezse, diriye/bize fayda verir" kâbilinden yaklaşımlarla yer almış olsa da!.. Telkîn denildiğinde insanların ilk aklına gelen de bu ikincisidir! Fakat asıl, yaşayanlara Tevhîd'in teblîğ edilmesi gerekir. Hatta teblîğ onlara fayda vermediyse bile, -Peygamberimizin, amcası Ebû Tâlib'i Tevhîd'e davet ettiği gibi- hastalığının arttığı bir esnada veya ölüm döşeğinde bile Tevhîd'in telkîni ile o kimselerin bu dünyadan imanlı göçmesi için çaba harcanmalıdır. Durum böyleyken; henüz hayat devam ediyorken, gençlik, dinçlik, nefis, hevâ, heves ve emeller tüm câzibesi ve tazeliğiyle fırtınalar estiriyorken, insanlara gidilip de Tevhîd hakikatleri nasıl teblîğ edilmez?! Sanki hiç ölmeyecekmiş, unu eleyip de eleği duvara asmış gibi sadece dünyalık hedefler ve nefsî arzular peşinde nasıl koşulabilir?! Bu akıl kârı mıdır? Vesselâm. 111 ♦ SEN SEN OL! Bazı insanlar âsûde, sade, sâkin, sessiz, dingin, mütevâzı, mazbût ve programlı bir yaşam severler. Bazı kimseler ise coşkun, sesli, hareketli, lüks, hızlı, meşguliyetli ve koşturmacalı bir yaşam severler. Aslında bu iki yaşam tarzı kendi içerisinde aşağı yukarı benzer ve ortak özellikler taşıyan bir karakter yapısının sonucudur. İnsanları karakteristik yönleriyle tanıyıp, ona göre diyalog kurmak dostluğun, arkadaşlığın ve iyi ilişkilerin yolunu açar. Başkalarının bizim gibi olmalarını beklemek, istemek veya ısrâr etmek ise kalplerde nefret uyandırır. Zira herkes ancak kendisidir. Başkaları olamaz. Kişi, kendisi olmayı başardığında mutludur ve huzurludur. Tabîî, fıtrî ve doğal özellikler sun’îleştirilirse, insan taklitçi ve şekilci olur. Kendi yaratılışsal vasıflarından uzaklaşır! Bu da insânî anlamda bir değer kaybıdır! 112 ♦ KERÂMET KAVUKTA DEĞİLDİR! Istılâhî ve gerçek anlamda -sohbet ve muhabbet olan değil- derse, ilim talebine, ilim sevgisine isteği, liyâkati, istitâati, kâbiliyet ve yeteneği, azim, kararlılık ve sebâtı, sadece Allah rızâsı için olmak kayd-ü şartıyla yani hasbîlikle, yalnızca bi'l-kuvve (potansiyel) olarak da değil, bi'l-fiil (pratik ve amelî) anlamda kâmil veya en azından yeterli düzeyde olan ve bu vasıfları taşıyan kimseler bugünün şartlarında yüzde, binde değil, belki birkaç binde birdir! Sen hâlâ ilmin ve ilim tâliplerinin değerini kavrayamamışsın! Sen hâlâ her konuşanı, sesi çok çıkanı, takipçisi çok olanı, üç beş lafı -edebî veya gayr-i edebî şekilde- bir araya getireni "hoca, üstad, fakîh, allâme" sanıp kulak kabartıyorsun! Kalbini ve kafanı karıştırmalarına müsâade ediyorsun! Sonra da başkalarını suçlayacaksın! Unutma, sözün, amelin, ahlâkın veya kişiliğin bozuksa bir şekilde tefekkür, tezekkür, ibret, nasihat, tevbe, istiğfâr ve ıslâh ile düzeltebilirsin. Allah bunları affeder/affedebilir. Ya bir de dinin bozuk ise, onun bozukluğunu fark edeceğinin ve ölmeden önce dinini, imanını ve yolunu düzeltip istikâmet bulacağının garantisi var mı?! O halde, adâletten sapma! Şer'î sınırlar dâhilinde her şeyi yerli yerine koy, ifrât ve tefrîtten sakındığın gibi, hadsiz övgücülük, yergicilik, tembellik, bahanecilik ve suçlayıcılıktan da sakın! Ayrıca körü körüne taklitçi değil, ilim ve basîret üzere tahkîkçi ol! İnşâAllah, hidâyet ve selâmet bulursun. Vesselâm. 113 ♦ HEDEFSİZ OLMAYIN! İlk hedefiniz Arapça marifetiyle Kur'ân'ın muhkemâtını anlamak olsun. İkinci hdefiniz Kur'ân'ı i'râbıyla anlamak olsun. Üçüncü hedefiniz Kur'ân'ı Usûl çerçevesinde kavrayıp, delâlet-i zannî konuları tefrîk etmek ve Tefsîr ilminde dirâyet kazanmak olsun. Hedef içinde hedef olabilir ve hedefler farklı lafızlarla veya farklı yönleriyle ifade edilebilir. Ama bu üç merhale de gayet mütevâzı ve çalışma azmini ortaya koyan bir hedeftir. İlmî Arapça'yı bilmediğin halde -hava olsun diye- "Arapça'yı biliyorum" dersen, kırk yıl yaşasan yerinde sayarsın hatta murûru'z-zamân ile gerilersin! İ'râb bilmediğin halde "Âyetleri anlıyorum" dersen, ömür boyu birçok şeyin fehm, fıkh ve tedebbüründen mahrûm kalırsın. Zaten insan "biliyorum" havasına girdiğinde kaybetmiyor mu?! Bilgi/ilim, insana haşyet, takvâ, tevâzu, sadelik, sekîne, sükûnet, tevekkül, teennî, şecâat, hilm, hikmet, dirâyet ve hayır adına yeni hedefler kazandırır. Rabbim, hepimize/talep edenlere nasip etsin. 114 ♦ "ÖNCE BİR TÂĞÛTU REDDEDELİM!" 90'lı yıllarda bazı Müslümanlar, kendilerine hangi soru sorulursa sorulsun, "önce bir tâğûtu reddedelim" diyerek, sözü her zaman "el-küfrü bi't-tâğût" ve "ictinâbu't-tâğût" konularına yani Tevhîd ve sahîh iman mevzularına getirirdi. Zaten insan her soruya cevap veremez. Bir kimsenin en iyi bildiği ve bilmesi gereken, en önemli ve öncelikli konuda konuşmasından daha güzel ne olabilir ki? 50 yıl değil, 500 yıl ilim tahsîl etsek, bu amele sevgi, sempati, gıpta ve kabûl ile tebessüm ederiz. Öyle ya, akîdede bozukluk varsa, en azından bunun bir ihtimâli bile bulunsa, -Allah'ın nasip ettiği o birebir ortamlarda- abdestten, namazdan bahsetmenin ne anlamı vardır?! Namaz vesâir ibâdetlerin farz olması için ilk şart "Müslüman olmak" değil midir? O zaman ilk önceliğimiz her zaman ve her şartta iman ve İslâm olmalıdır. Gerek tasdîk, gerek ihlâs, gerek yakîn, gerek amel, gerekse de ikrâr ve davet noktasında... 115 ♦ 1 SORU 1 CEVAP: "Büyük kardeş (abi) baba yerindedir, diye bir Hadîs var mıdır?" suâline kısa cevabımız. Bismihi teâlâ... Evet, bu konuda; الْأَكْبَرُ مِنَ الْإِخْوَةِ بِمَنْزِلَةِ الْأَبِ "Kardeşlerden en büyüğü baba yerindedir" şeklinde bir Hadîs vardır. [Hadîs'teki الْإِخْوَة kelimesini الْأُخُوَّة olarak okuma!] Bu Hadîsi İmam Taberânî rivâyet etmiştir. Fakat isnâdında bulunan الْوَاقِدِي nedeniyle bu Hadîs zayıftır. (Mecmeu'z Zevâid, Heysemî, Dâru'l Kütübi'l Arabî, Beyrût, 8/149) 116 ♦ KISA VE ÖZ: “Velâyet” ile “vilâyet” arasında fark olduğu gibi, “mülk” ile “milk” arasında da fark vardır. Kısaca söylemek gerekirse, “velâyet” muvâlât, dostluk, velî ve dost edinmek; “vilâyet” ise sultan, otorite, egemenlik ve hâkimiyyet anlamına gelir. Aynı şekilde “mülk” kelimesi egemenlik ve hâkimiyyet demek iken, “milk” kelimesi ise sahiplik ve mâliklik anlamındadır. Dolayısıyla hak olan velâyet de vilâyet de mâlikiyyet de hâkimiyyet de Allah’a aittir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. İki Âyet zikredelim. Rabbimiz buyurdu: هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلّٰهِ الْحَقِّ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا "İşte bu durumda velâyet (egemenlik ve dostluk) hak olan Allah'ındır. Mükâfâtı da sonuçlandırması da hayırlı olan O'dur." (Kehf: 44) Bu Âyette geçen "velâyet" (الْولَايَةُ) kelimesini, Hamza, Kisâî ve A'meş vâv harfinin kesresiyle "vilâyet" (الْوِلَايَةُ) şeklinde okumuşlar; diğerleri ise, fethalı olarak "velâyet" (الْوَلَايَةُ) şeklinde okumuşlardır. Ayrıca Âyette geçen "hakk" (الْحَقّ) kelimesini, Medîneliler ve Hamza kesreli şekilde okuyup Allah Lafza-i Celâline sıfat yapmış; Ebû Amr ve Kisâî ise ref' ile okuyup "velâyet" (الْوَلَايَةُ) kelimesine sıfat yapmıştır. Rabbimiz başka bir Âyette ise şöyle buyurdu: اَلْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ لِلرَّحْمٰنِ “O günde hak mülk (hâkimiyyet) yalnız Rahmân’ındır.” (Furkân: 26) Mülk’ün ve semavâtın ve arzın mülkünün ancak Allah'a ait olduğuna dair çok sayıda Âyet vardır. 117 ♦ KINIYORUM! Maalesef ki, çok müteessir olduğum rezîl bir video izledim. İzlediklerim hakkındaki yorumum: Sadece din ve iman yoksunu değil, insanlık ve edepten de yoksun olan bazı kimselerin sanat (!) putunun arkasına sığınıp soytarılık yaparak, cenneti -hâşâ- meyhâneye ve kerhâneye benzetip alay etmeleri, dinleyenlerin de buna alkış tutup yılışıp Firavunvârî kahkahalar atmaları tek kelimeyle büyük bir rezâlet ve ahlâksızlıktır! Rabbimiz, eğer tevbe edip de imana gelmezlerse, böyle din düşmanlarına, zerrenin hesâbını soran ve hurma çekirdeğindeki zar kadar dahi zulmetmeyen "Adl" sıfatı ile, o dalga geçerek aşağıladıkları cenneti verir mi?! Nerede inanç özgürlüğü ve insan hakları?! Dünyadaki iktidar ve güç sahiplerine hakaret eden suçlu ama Âlemlerin Rabbi olan Allah'a, O'nun Rasûlüne hakaret edip, cennet ve cehennemle alay eden, Müslümanların mukaddesâtına dil uzatan zevât suçsuz öyle mi?! Unutmayalım, Allah'ın da bir hesâbı var. Bu çirkinlikleri işleyenleri ve alkış tutanları tel'în ediyorum, moda tabirle kınıyorum! 118 ♦ GERÇEK DOST ADAM SATMAZ! Dostluk; bir kimse para ve çıkardan daha çok sevildiğinde başlar! Dost ise; para ve dünyalığa dostluğu tercih edendir. Gerçek dostun önünde “para ve çıkar ile dostun tercihi” şeklinde yol ayrımı ve tercih imkânı bulunduğunda; gerçek dost dostluğun maslahatını; lafta dost ise her zaman para ve çıkarını gözetir. Her haksız ve suçluda olduğu gibi de hemen nefsini aklamaya çalışıp bahaneler uydurur! Üç kuruş hesabıyla dostluğu hiçe sayan, kendisiyle yola çıkılamayan, çıkılsa bile yol arkadaşını üç kuruşa satan, ipiyle kuyuya inilemeyen, inilse bile ipe ederinden fazla fiyat biçene hiç düşünmeden satıp arkadaşını kuyuda bırakıp kendi yoluna bakan kimse, dostluğun esâmîsinden bile uzaktır! Velhâsıl; dostluk kavramını anlamaya çalışın. Anladıktan sonra da sadâkat gösterin. Gerçek dostunuz varsa da, onun kıymetini bilin. Yoksa bir gün dostunuzu harcarsanız pişmanlıklarla birlikte mahrûmiyete mahkûm olursunuz. Para harca, pul harca, mal harca ama adam harcama! Özellikle de din kardeşini! Bil ki, adam da mü'min de kolay yetişmiyor! 119 ♦ 1 SORU 1 CEVAP: - Selâmun aleyküm hocam. Kısa bir sorum olacaktı. + Ve aleyküm selâm kardeşim. Buyurun inşâAllah. - Hocam, ben infâkı çok seviyorum. Verme anlamında yani. Ama veremiyorum. Veriyorsam da, çok az. Buna çok üzülüyorum. İnfâk ve ihsân ehli olmak istiyorum. Bunun için ne yapmalıyım? + Neden az infâk ettiğinizi düşünüyorsunuz? Sizi infâk ve ihsân ehli olmaktan ne alıkoyabilir ki? - Hocam, benim gelirim az. "Az" kelimesini isyân, şükürsüzlük ve kanâatsizlik anlamında söylemiyorum. Allah'a sığınırım. Yani Matematiksel anlamda geçimime bile yeterli sayılmayan miktarda. Ben düzenli şekilde eşime ve çocuklarıma tasadduk ederim, hediye alırım, onları sevindirmek için harçlıklar veririm. Bu mu'tâd amelimi en güzel şekilde yapmak için çabalarım. Tabii ki, bundan sonra yakınlarımızdan ve muhtaçlardan başlayarak; özellikle de takvâ, ihlâs ve teaffuf ehlini öne alarak başkalarına da aynı şekilde, en azından aralıklarla da olsa yardımcı olmam gerektiğini biliyorum. Fakat çok üzülüyorum ki, bu dediğime pek sıra gelmiyor ya da az oluyor. Ben üzülmeyim de kim üzülsün? + Elhamdülillâh, mâşâAllah bârekAllah ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. Kim üzülür bilmem ama siz üzülmeyin kardeşim. Allah, hayır, bereket ve muvaffakiyetinizi artırsın. İstikâmetinizi bozmayın; öyle devam edin inşâAllah. Rabbimiz sizi infâk, ihsân ve hayırlar yolunda öne geçenlerden eylesin ve mahşerde muhsinlerle birlikte haşretsin. - Allah sizden râzı olsun hocam. + Senden de kardeşim. Âmîn ecmeîn. Fî emânillâh. 120 ♦ İLERİDE DİN VE DEVLET İŞLERİ BİRBİRİNDEN AYRILACAKTIR! Muâz b. Cebel radıyallâhu anh’tan rivâyete göre, Rasûlullah aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: أَلَا إِنَّ الْكِتَابَ وَالسُّلْطَانَ سَيَفْتَرِقَانِ فَلَا تُفَارِقُوا الْكِتَابَ “Dikkat edin! İleride Kitâb (Kur’ân) ile sultan (devlet) birbirinden ayrılacaktır. Siz sakın Kitâb’dan ayrılmayın!” (el-Mu’cemu’l Kebîr, İmam Taberânî, Mektebetu İbn-i Teymiyye, Kâhire, No: 172, 20/90; Müsnedü'ş-Şâmiyyîn, İmam Taberânî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût, No: 658, 1/379; Hılyetü’l Evliyâ ve Tabakâtü’l Asfiyâ, Ebû Nuaym el-Esbehânî, Dâru’l Kitâbi’l Arabî, Beyrût, No: 165, 5/165; Feydu’l Kadîr Şerhu’l Câmii’s-Sağîr, Zeynuddîn el-Munâvî, el-Mektebetü't-Ticâriyyetü'l-Kübrâ, Mısr, No: 4235, 3/534) 121 ♦ BAZI İNSANLARI YOLA ÇIKARAN ŞEY; SEMİZ ETLİ KEMİK, ETLİ PİLAV, ETLİ PİDE, ÇORBA, ÇAY, ÇİĞ KÖFTE, ARABAŞI VE ZİYÂFETLERDİR! Hadîs-i Şerîf'i tefekkür ederek okuyalım. Çok dehşetli! Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’tan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: وَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ لَقَدْ هَمَمْتُ أَنْ اٰمُرَ بِحَطَبٍ فَيُحْطَبَ، ثُمَّ اٰمُرَ بِالصَّلاَةِ فَيُؤَذَّنَ لَهَا، ثُمَّ اٰمُرَ رَجُلاً فَيَؤُمَّ النَّاسَ، ثُمَّ أُخَالِفَ إِلَى رِجَالٍ فَأُحَرِّقَ عَلَيْهِمْ بُيُوتَهُمْ، وَالَّذِى نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ يَعْلَمُ أَحَدُهُمْ أَنَّهُ يَجِدُ عَرْقًا سَمِينًا أَوْ مِرْمَاتَيْنِ حَسَنَتَيْنِ لَشَهِدَ الْعِشَاءَ “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, içimden öyle geçiyor ki, odun toplanmasını emredeyim, daha sonra namaz için ezan okunmasını emredeyim, birine de emredip imam olmasını sağlayayım, daha sonra da cemâate gelmeyenlerin arkasından yetişip evlerini (kendileri de içlerindeyken) üzerlerine yakıvereyim! Nefsim elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, cemâatten geri kalanların herhangi biri burada semiz etli bir kemik parçası yahut iki tane iyi paça bulacağını bilseydi, yatsı namazına gelirdi.” (Buhârî, 644, 7224, Nesâî, 848; Bkz: Buhârî, 2420; Müslim, 651, 652) 122 ♦ NE KADAR ZENGİNSİN, NE KADAR FAKİR?! Geçmişte bir arkadaş, "Keşke bir milyonum olsa!" diye hayal kuruyor. Sonra da, "Niye bir milyon? Hayal değil mi? Beş milyonum olsun" diyor. Yanımızda da bu tür hayalleri seven bir arkadaşımız var. O da, "Benim de olsa keşke!" diye hemen hayale kendini kaptırıyor. Birbirlerine ne yapacaklarını soruyorlar ve hayallerini sıralıyorlar. "Onu, bunu, şunu alırım" falan filan. Hep dünyalık yani. Ben de, "Yarısını da infâk etseydiniz" diyorum. Hatta biraz lâtifeli söyleyip: "Şu kadarını da falana verseydiniz" diyorum. Hayal kuranlardan biri, "Üstad, hayal değil mi? Siz de hayal edin" diyor. : ) Estağfirullâh, hayalimizde bile infâka ve sadaka-i câriyeye yer açmıyoruz! Birbirimizin hayallerinde bile yokuz. Hayallerimizden bile kimseye zırnık koklatmıyoruz. : ( Demem o ki, infâk maddiyat ve kemmiyet işi değil; gönül ve yürek işidir. Nice kimseler görürüz, cömert insanlardan daha varlıklıdırlar ama infâk edemezler. Nicelerinin yakınları infâk eder ama kendileri edemez. Cömert kişi ölse, oğlu, kardeşi, yeğeni onun yerini dolduramaz; yetimleri ve garibanları boynu bükük bırakır. Hâsılı; insan infâk ettiği kadar zengin ve edemediği kadar da fakirdir! 123 ♦ FİRÂSET: Firâset; olay ve sözler arasındaki boşlukları doldurma, olay ve sözler arasındaki sebep-sonuç ilişkisini kurma ve atılan bir adımın veya söylenecek bir sözün işin sonunda nereye varabileceğini kestirebilme noktasında Allah'ın mü'min kuluna bahşettiği İlâhî bir nûrdur. Firâset öyle bir nûrdur ki, kurt kuzu, kuzu da kurt postuna girmiş olsa dahi, firâset ehli -Allah’ın izniyle- kurt ile kuzuyu ayırt eder. Mü'minin firâsetini dikkate alıp sakınmak ve korkmak gerekir. Bu sakınma kişiyi kötülüklerden uzaklaştırıp Allah korkusuna ve takvâya götürür. Ayrıca firâset yerine ferâset kullanılması çok yaygın bir ğalat-ı meşhûrdur. Ferâset değil, firâset! Ferâset (binicilik) herkeste; firâset (keskin zekâ, ince anlayış) ise sadece ilim, iman ve takvâ sahiplerinde bulunur! 124 ♦ İYİ ARKADAŞ EDİNİN! İyi arkadaş edinin, cimrilik yapamazsınız! İyi arkadaş edinin, isrâf edemezsiniz! İyi arkadaş edinin, yalan söyleyemezsiniz! İyi arkadaş edinin, boş ve çok konuşamazsınız! İyi arkadaş edinin, patavatsızlık yapamazsınız! İyi arkadaş edinin, gıybet edemezsiniz! İyi arkadaş edinin, sû-i zanda bulunamazsınız! İyi arkadaş edinin, açgözlülük yapamazsınız! İyi arkadaş edinin, menfâatçi ve bencil olamazsınız! İyi arkadaş edinin, dikbaşlı, inatçı ve ısrârcı olamazsınız! İyi arkadaş edinin, haram ve şüpheli gıdalardan sakınırsınız! İyi arkadaş edinin, merhametli, insâflı, vicdanlı olursunuz! İyi arkadaş edinin, ihsân, îsâr ve ferâgat ehli olursunuz! İyi arkadaş edinin, hikmet ve ibret ehli olursunuz! İyi arkadaş edinin, âdil ve hakkâniyetli olursunuz! İyi arkadaş edinin, her türlü asabiyet, taassup ve tutuculuktan korunursunuz! İyi arkadaş edinin, uyuşturucu, içki, sigara gibi kötülüklerden uzak durursunuz! İyi arkadaşınız/arkadaşlarınız var ama bu sayılan kötülükleri işlemeye ve güzel amelleri de terk etmeye devam mı ediyorsunuz? Peki, siz "iyi" misiniz? Aman ha, iyi insanlarla haşır neşir olup sizin düzelmenizden bahsederken, kötü huylarınızla iyiler bozulmasın ve körpe beyinler kötü ahlâkınızı örnek almasın! Unutmayın, bu kötü arkadaşlardan [günah ve ma'siyetlerden] ayrılmadan iyi arkadaşlardan istifâde edemezsiniz! İyi arkadaşla beraber olmak; öncelikle kötü arkadaş mesâbesindeki kötü amel, huy ve alışkanlıkları bırakmayı gerektirir. Sonrasında, Allah'ın izniyle su akar, yolunu bulur. 125 ♦ SAYMAZSAN SAYILMAZSIN! İlim ve yaş bakımından büyüklerinize hürmet etmez ve onları saymazsanız, yarın da bugünkü sizin yaşınıza gelen küçükler size hürmet etmeyecek ve sizi saymayacaklar! O zaman büyüklere hürmet etmenin önemini ve gereğini anlarsınız! Ba'de harâbi'l-Basra, belki savunursunuz da! Unutmayalım, ceza amel cinsindendir. Men dakka dukka! Eden bulur! Yanlış hesap Bağdat'tan döner ama doğru söz dokuz köyde rağbet görmese bile o hakkın ehli olan kimseler mutlaka bir gün o hakikati sahiplenirler; hak sözü ve haklıyı takdîr ederler. Peygamberimiz, küçüklere merhamet etmeyen, büyüklere saygı göstermeyen, âlimlerin hakkını gözetmeyen ve onların kıymetini bilmeyenler hakkında "bizden değildir" buyurmuştur. Bunun anlamı; "bu davranışlar bizim Sünnetimizden, bizim edebimizden değildir" demektir. (Bkz: Tirmizî, Birr, 15) Bu tür Hadîslerdeki "büyüklerimiz" ifadesi öncelikli olarak "âlimlerimiz" anlamındadır. Zira ilmen büyüklük, yaşça büyüklükten daha üstündür. Hem de bu Hadîsler birbirini şerh edecek nitelikte vârid olmuştur. Peki, biz Ehl-i Sünnet'e ve İslâm'ın âdâbına bu noktada ne kadar uymaktayız? Allah Rasûlü buyurdu: لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوَقِّرْ كَبِيرَنَا "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen(in ameli), biz(im Sünnetimizden, edebimiz)den değildir." (Tirmizî, 1919, 1921; Bkz: Tirmizî, 1920; Ebû Dâvûd, 4943) 126 ♦ BEKLEME, YAP! İyiliklerimizi nasıl artırabiliriz, infâk ve ihsân sahibi bir kul nasıl olabiliriz? Çok basit! İnsanların yerinde olduğumuzda bize yapıldığı vakit hoşumuza gidecek ve bizi sevindirip mutlu edecek şeyleri insanlara yapabiliriz. Bu kural için binlerce muhteşem örnek verilebilir, Fakat örnek zikretmeye gerek yok. Sana yapıldığında hoşuna gidecek şeyleri adım başı düşün, onu insanlara yap! Hepsi bu kadar! Bunun için süper zekâ olmaya gerek yok. Düşünmek ve duyarlılık yeterli. Çam sakızı çoban armağanı ya da ağa armağanı! 127 ♦ BİR KELİME BİR KELİMEDİR! Vak'anüvîs; Osmanlı Devletinde resmî tarihçiler için kullanılan bir tabirdir. "Olay, hâdise, vâkıa" anlamındaki Arapça "vak'a" (وقعة) kelimesi ile "yazan, yazıcı" anlamındaki Farsça "nüvîs" (نويس) kelimesinden meydana gelmektedir. Osmanlıca'da وقعه نويس şeklinde yazılır ve "vak'a yazan" yani "tarihçi" anlamına gelir. Bu kelimenin Arapçası ise "müerrih" (مُأَرِّخٌ) şeklindedir. Halk ağzında ve isti'mâlde daha çok "müverrih" (مُوَرِّخٌ) olarak söylenir. Çoğulu, ref' hâlinde "müerrihûn" (مؤرخون); nasb ve cerr hâllerinde ise "müerrihîn" (مؤرخين) olarak gelir ve "tarihçiler" anlamını verir. Not: "Vakanüvîs" kelimesini, sonuna "t" harfinin ilâvesiyle "vakanüvîst" şeklinde okumamaya dikkat edelim! Tarihseverler içindir... 128 ♦ BİR KÂİDE, BİR İNCELİK VE BİR TEFEKKÜR PENCERESİ! “Sonrakinin bakışı öncekinden daha dakîktir, daha doğrudur” anlamında “Nazaru’l-lâhık edakku mine’s-sâbık” نظر اللاحق أدق من السابق kâidesi olsa da, sonra gelenin bakışında, değerlendirmesinde, ilerlemesinde ve ikmâlinde sâbık’ın/Selef’in payı ve katkısı vardır. Öncekiler köprüyü kurar, sonrakiler de o köprüden geçerler. Sonrakiler, zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına göre o köprüyü yenileyip geliştirirler de. İşte sonrakilerin yaptıkları her şeyde öncekilerin attıkları temellerin, tohumların ve açtıkları yolların tesiri vardır. Onun için de önceki hayır ve fazilet sahipleri bu minvâl ve mecrâda sonrakilerin amellerinden de müstefîd olurlar. Hayır yarışı elden ele, gönülden gönüledir. Rabbimiz, birr ve takvâ üzere yardımlaşan ve hayır yollarında yarışan sâlih kullarından eylesin. 129 ♦ İNSANIN DÜŞMANLARI: 1- İblîs (şeytan), 2- Nefis (nefs-i emmâre), 3- Sû-i karîn (kötü arkadaş), 4- Ulemâ-i sû’ (kötü âlimler, saptırıcı imamlar ve idareciler). İblîs insan için zararlıdır, nefis ondan daha zararlıdır. Kötü arkadaş nefisten de zararlıdır. Saptırıcı imamlar ve kötü idareciler ise kötü arkadaştan da zararlıdır! 130 ♦ BİR KERE GÖRÜŞTÜĞÜNÜZE HEMEN PATAVATSIZLIK ETMEYİN! En akılsız insanlardan biri, ayda yılda değil, 5-10-20 yılda bir ancak görüştüğü bir kimseyle bir araya geldiğinde patavatsızca ileri geri konuşup mutahâbının canını sıkan ve moralini bozan kimsedir! Muhtemelen o kimse ömür boyu da üzdüğü ve kırdığı o kimseyle görüşmeyecektir ve kırdığı kimsenin zihninde hep kötü hatırlanacaktır! Özellikle az görüştüğünüz kimselerle daha dikkatli diyalog kurun, sözlerinizi seçerek konuşun! Çünkü bir veya birkaç kerelik görüşmenin devamı gelmeyeceği için kırdığınız kimselerin gönlünü alma imkânınız olmayabilir! Patavatsız, yersiz ve gereksiz konuşmaları basite alarak, “Bunda ne var ki?” diye düşünmeyin! Bu yaklaşım dar kafalılık, baskıcılık ve anlayışsızlıktır! Bilelim ki, yakışıksız ve dengesiz sözün küçüğü de büyüğü de kalp kırar, güveni boşa çıkarır veya güvensizliği artırır! Küçüğü küçük kadar, büyüğü büyük kadar! Rakîku'l-kalp (kalbi yufka, çok merhametli, narin kalpli, ince duygulu) olan kimselerde küçük sanılan patavatsızlıklar bile büyük kırılmalara neden olabilir! 131 ♦ EHL-İ SÜNNET! Faziletler mahza ve salt iddia ve söylem ile değildir; ispat iledir! Hakikatte "Ehl-i Bid'at" anlamında "Ehl-i Sünnet olmadan da Ehl-i Tevhîd ve Ehl-i Kıble olunabilir" ama günümüzün yaygın vâkıasında sıkça müşâhede edilen, Ehl-i Tevhîd olmadan Ehl-i Sünnet olma iddiaları hatta "En iyi Ehl-i Sünnet biziz, bizim cemâat, bizim grup, bizim meşrep, bizim tarîkât" sloganları koca bir yalandır! Ehl-i Sünnet olabilmek için önce Tevhîd ehli, sonra da Sünnet ehli olmak gerekir! Tevhîd'den uzak hiç kimseye "Ehl-i Sünnet" denmez. Şirk ehline "Ehl-i Sünnet" diyenin, şirk gruplarından "Ehl-i Sünnet" olarak bahsedenin ve bu çerçevede Ehl-i Sünnet'i eleştirenin şâhidliği kabul edilmez! Tevhîd ehli olup olmadığı ise tartışılır! Vesselâm! 132 ♦ BİR ÂYET VE BİR İNCELİK: Rabbimiz buyurdu: وَقُلْ رَبِّ زِدْنِي عِلْمًا "...Rabbim, ilmimi artır, de" (Tâ-Hâ: 114) Âyette زِدْنِي عِلْمًا denildi, زِدْ عِلْمِي denilmedi! Burada önemli bir incelik vardır. Yani amaç sadece ilmi artırmak değil, ilimle artmaktır! İmanı, ameli, takvâyı, tasdîki, teslimiyeti, ihsânı ve ihlâsı artırmaktır. İlimle, bunlar bakımından artmaktır. Amaç sadece ilmi artırmak olsaydı, Âyet, وَقُلْ رَبِّ زِدْ عِلْمِي biçiminde olurdu. Kur'ân gerçekten büyük hikmetlerle, nüktelerle ve inceliklerle dolu bir Kitâb'dır. Allah'ın Kitâbını tedebbür etmek ise hem ibâdettir hem de zikirdir. Allah bize ve size faydalı ilim nasip etsin. 133 ♦ RIZÂ-İ BÂRİ': "Rızâ-i Bârî" yazarken bile, Bâri' (بَارِئٌ / Bkz: Bakara: 54) ve el-Bâri' (الْبَارِئُ / Haşr: 24) kelimelerinin sonundaki harf hemzedir diyerek, "î" harfiyle değil, en sondaki hemzeye de delâlet edecek şekilde "i'" şeklinde yaz; tashîh, tahkîk ve titizliğin nedeniyle gözlerinden öpeyim genç kardeşim. 134 ♦ "HOCALIĞIMIZ SATILIK DEĞİL GARDAŞ!" Şöhreti ve hocalığı sebebiyle alışveriş esnasında ismini veya cismini tanıyıp da: "Oo hocam, o siz misiniz? Canınız sağolsun, yaparız bir şeyler" diyen kimselere: "Bizim hocalığımız satılık değil gardaş!" diyen ve ardından da: "Biz ödemeyi nakit olarak yapacağız. Hocalığımızdan, ilmimizden ve itibârımızdan ödeme yapmayacağız" diyen bir abi vardı. Doğruya doğru! Ne muazzam bir söz! Bunu diyemiyorsak vah bize! Bunu da geçtik, hacılığı ve hocalığı hatta makam ve mevkiyi kullanarak/istismâr ederek insanlardan iltimâs ve ayrıcalık istiyorsak/bekliyorsak, o zaman da vah vah bize! Yâ Rabbi, bizleri Nebî aleyhisselâm'ın ahlâkıyla ahlâklandır ve sâlih kullarınla arkadaş, dost ve celîs eyle! 135 ♦ ALLAH’IN AZÂBI VE LÜTF-U KEREMİ! Cennet ve cehennemin mukâyesesine dâir… Cehennemde en hafif azap görecek olan kâfir, en hafif azap gören küfür ehli olduğu halde, orada kendisinden daha şiddetli azap gören hiç kimse olmadığını düşünecekken (Müslim, 213b); cennete en son girecek olan, bütün mü’minler içinde imanı en zayıf kimse ise: “Bana verilen bu nimetlerin bir misli hiç kimseye verilmemiştir” (Müslim, 188) diyecektir! SübhânAllah! Allahu Ekber! 136 ♦ KAÇIMIZ BÖYLE ACABA? Derim ki: “İman ve samimiyet olduğu sürece bir arkadaşımızın yüzü yüz yıl geçse eskimez!” Bu cümlemizde “samimiyet” kelimesini ihlâs, hasbîlik, vefâ ve sadâkati kapsayacak şekilde geniş çerçevede alın. “Yüz yıl” ifadesini çokluktan kinâye sayın. “İman” kelimesini de sahîh iman olarak anlayın. Bu söz, samimi olduğunu söyleyen her mü'minin prensibi olmalıdır. Hatta samimiyette ölçü!.. Başarı, muvaffakiyet ve rahmet kardeşlikten geçer. 137 ♦ AMA, LÂKİN, FAKAT! Adama, Allah'ın muhkem, delâlet-i kat'î, ulemânın hükmünde icmâ ettiği apaçık Âyetler okunuyor da adam: "Ama, lâkin, fakat!" diyor. Sonra da kalkıp, Kur'ân'a iman ettiğini söylüyor! Mânâ, muhtevâ ve hükmü inkâr edilen Âyetlerin sadece lafızlarının Allah'tan olduğunu kabul etmek "iman" anlamına gelmez! Allah'tan ve Âyetlerinden yana ol; nefsinden, şeytandan, şeyhinden, atalarından, modadan, modernizmden ve akılcılıktan yana değil! Her hâlükârda vahye ve Âyetlere uy, onlara dayan ki, Allah'a karşı nefsini ateşten kurtarabileceğin bir delilin olsun! Bil ki, Allah ve Rasûlü ne demişse odur! Hevâlara ve insanların dünya görüşlerine uymasa bile! İmtihân da nefsin hevâsını dizginleyip Allah'ın irâde ve hükmüne teslimiyet değil midir? Teemmel!... İyice düşün!.. 138 ♦ SILA-İ RAHİM VE TEBLÎĞ TERK EDİLDİ! 90'lı yıllarda bildikleri, okudukları ve öğrendikleri kadarıyla Tevhîd'i anlatanlar, teblîğ yapanlar, Allah'a davet edenler çoktu. Hakkı beyân ve ihkâk, bâtılı ilzâm ve izhâk çerçevesinde teblîğ ilim ehlinin işi olsa da, Tevhîd'e davet her mü'minin görevi şuuruyla hareket edilirdi. Sıla-i rahim teblîğin köprüsü idi. Samimi mü'minler insanların işyerlerine, tezgâh ve dükkânlarına, gerekirse çadır ve barakalarına gidip, -hiçbir dünyevî beklenti içinde olmadan, hiçbir çıkar talep etmeden, insanların ellerindekilere ve yanlarındakilere göz dikmeden- sırf Allah rızâsı için teblîğ yaparlardı. Bugün artık hiçbir çıkar ve şart koşmadan Allah'a davet edenler, teblîği dert edinenler azaldı. Şimdilerde davet ve teblîğ -eskilerde yadırganan- grupçuluğun gölgesinde ve gerisinde kaldı. Şimdilerde insanlar dünyevî çarklarını ve sistemlerini kurmuşlar, hasbîlik ve özveriyi bir kenara atmışlar, insanları ayaklarına bekliyorlar. Tıpkı sultanlar gibi!.. Rabbimiz, bu ümmeti beterinden korusun; Tevhîd, uhuvvet ve vahdet şuuruyla ihyâ etsin ve istikâmet versin. Âmîn. Yusuf Semmak |
KATEGORİLER
04.10.2024Cuma
Son Yorumlar
misafir Good blog post. I certainly appre Oğuzhan Admin çok teşekkürler. İsmail Yüce ALLAH cc razı olsun sizden h Yusuf Semmak Ve aleyküm selâm kardeşim. Tâbi Bekir Yetginbal Canım kardeşim selamualeykum GÜN Bekir Yetginbal Ey Rabbim bu kulunun gayretlerini Mahmut Selamünaleykum Yusuf peygamberin Ufuk Çok güzel Şeyma Bu nadide soru ve cevapları için Ahmet Doyurucu bir yorum Teşekkürler Yusuf Semmak Son mısralar/dizeler hep "Lâm" ha Baraa Bence çoooook güzel bir site ali İlmî Arapça Sayfası http://www ali Faydalı Bir Maksud Programı http ali Faydalı Bir Emsile Programı http Yusuf Semmak BU DERSTE İŞLENEN BAŞLICA MEVZULA Derya Atan Ağzınıza, yüreğinize sağlık hocam Firdevs Sevgi inş güzeldit. misafir ⭐⭐⭐⭐& mustafa Abi çook teşekküür ederim Medine Cenetin kapısın geçmek istiyom Yusuf Semmak Namazda Salli-Bârik okurken, Peyg Yusuf Allah razı olsun hocam çok anlaşı Yusuf Semmak Saçınızı erkeğe kestirmediğiniz, Meryem Verdiğiniz bu bilgiler için çok t Yusuf Semmak + Ayrıca Hadîs'in açıklamasında d Yusuf Semmak Güzel bir yorum. Fakat biraz açık metin hadiste gecen Gölge Arsin gölgesi Rüya Çok teşekkür ederim Şule Çok teşekkürler sadullah demircioğlu abdullah bin mesud (r.a.) ‘’sakın Yusuf Semmak Bir kardeşimiz, selâmdan sonra; “ Yusuf Semmak EVET, YİNE SİGARA! Bugün piyas |