Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, affı ve mağfireti tüm mü'min kardeşlerimin üzerine olsun. Herkese hayırlı günler ve bereketli işler dileğiyle, zaman zaman yaşadığım ibretlik bazı olayları paylaşmaya çalışacağım. Boş sözler ve geçici duygularla satırlara ve sadırlara işkence etmek yerine, herkesin istifade edebileceği olayları ve duyguları yazacağım ki, her kıssa bizim için ibret ve nasihat rolü üstlensin... Bu günlüğümüzde; normal, olağan şeylerden ziyade, ibret alınması, üzerinde düşünülmesi ve okuyanın da kendisi için dersler çıkarması gereken olumsuz tablolara ve Allah'ın, mü'min kullarını devamlı görüp gözettiğine dair İlâhî ikrâmları içeren iltifât-ı Rabbâniyyelere yer vereceğim...
Ayrıca şu önemli noktayı hatırlatarak, sözümüze virgül koyalım: Günlük olayları dile getirirken asla isimleri zikretmemeye dikkat edilmelidir; çünkü insanları, onların bulunmadığı ortamlarda hoşlanmayacakları şekilde anmak gıybettir! Fakat ibret almak ya da hisse çıkarmak için, isimler üzerinde durmadan, diğer insanları bu kötü amellerden sakındırmak için olayların önemli boyutları dile getirilebilir. Bu, Peygamberimizin de Sünnetidir: Peygamberimiz, “falan kişiye ne oluyor da böyle diyor demezdi de; "bazı insanlara ne oluyor da şöyle diyorlar" ya da "kimilerine ne oluyor da, şöyle hareket ediyorlar" biçiminde sözlerle, hem o kimseleri, hem de bütün ümmetini o kötülüklerden sakındırırdı (Bkz: Müslim, 1401; Ebû Dâvûd, 4788; Nesâî, 3217).
MUKADDİME: Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, affı ve mağfireti tüm mü'min kardeşlerimin üzerine olsun. Herkese hayırlı günler ve bereketli işler dileğiyle, zaman zaman yaşadığım ibretlik bazı olayları paylaşmaya çalışacağım. Boş sözler ve geçici duygularla satırlara ve sadırlara işkence etmek yerine, herkesin istifade edebileceği olayları ve duyguları yazacağım ki, her kıssa bizim için ibret ve nasihat rolü üstlensin... Bu günlüğümüzde; normal, olağan şeylerden ziyade, ibret alınması, üzerinde düşünülmesi ve okuyanın da kendisi için dersler çıkarması gereken olumsuz tablolara ve Allah'ın, mü'min kullarını devamlı görüp gözettiğine dair İlâhî ikrâmları içeren iltifât-ı Rabbâniyyelere yer vereceğim... Ayrıca şu önemli noktayı hatırlatarak, sözümüze virgül koyalım: Günlük olayları dile getirirken asla isimleri zikretmemeye dikkat edilmelidir; çünkü insanları, onların bulunmadığı ortamlarda hoşlanmayacakları şekilde anmak gıybettir! Fakat ibret almak ya da hisse çıkarmak için, isimler üzerinde durmadan, diğer insanları bu kötü amellerden sakındırmak için olayların önemli boyutları dile getirilebilir. Bu, Peygamberimizin de Sünnetidir: Peygamberimiz, “falan kişiye ne oluyor da böyle diyor demezdi de; "bazı insanlara ne oluyor da şöyle diyorlar" ya da "kimilerine ne oluyor da, şöyle hareket ediyorlar" biçiminde sözlerle, hem o kimseleri, hem de bütün ümmetini o kötülüklerden sakındırırdı (Bkz: Müslim, 1401; Ebû Dâvûd, 4788; Nesâî, 3217). Günler, şu Âyet üzerinde düşünmekle anlam kazanır: “Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı?” (Fâtır: 37) "Günlük" ve "not defteri" anlamına gelen مُفَكِّرَةٌ kelimesi,فِكْرٌ "fikir, düşünme" veتَفَكُّرٌ "tefekkür, iyice düşünme" kökünden gelmektedir. Demek ki yazılan günlükler, yazanın ve okuyanın tefekkür etmesi ve hayat tecrübelerinden hisseler çıkarması, ibret alması içindir Kısa bir hatırlatmada bulunalım... Günümüzde "günlük" ya da "not defteri" yerine "günce" kelimesi kullanılmaktadır. Günce, kâideye uygun olmayan uydurma bir sözcüktür. Kâideye uygun olan kelimelerin anlamdaşı olarak ya da asıl kelimenin yerine geçmek üzere uydurulan kelimelerin hepsi bu kâbildendir. “Günce” kelimesi kâideye uygun olsaydı, "haftaca, ayca, yılca" gibi kelimelerin de bulunması/kullanılması gerekirdi. Aynen "günlük" kelimesinin yanında, "haftalık, aylık, yıllık" kelimelerinin bulunduğu gibi. Allah günümüzü gecemizi, ayımızı yılımızı ve tüm ömrümüzü hayr eylesin. İnternet günlüğümüzün, hem bizim hakkımızda, hem de okuyucular hakkında hayırlara vesîle olmasını dileriz...
8 Nisan 2012 – Pazar Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Bugün araştırmacı yazar bir abimizin konferansı için davet edildim. Normalde Pazar günü fazla müsait olmadığım halde, sözlü ve davetiyeli davet sebebiyle, iştirak ettim. Bazı arkadaşlarla yan yana oturma kararı aldık ama sağ tarafımda bir koltuk hâlâ boştu. Sonradan gelen bir kardeşimiz, o koltuğun yanında durdu, sonra benimle göz göze geldi, oturup oturmama konusunda kararsız kaldı ve sonunda oturmaktan vaz geçip ilerledi ve ilerde en sonda bulduğu boş bir koltuğa oturdu. Bu, düşünsel gitgeller iki-üç saniye içinde gerçekleşti. Bu olay, beni ziyadesiyle üzdü! Çünkü bahsettiğim kardeşim, sevdiğim ve kendisinden nerede bahis açıldıysa ve hatta kendisinin nasıl biri olduğu hususunda benimle istişare edildiyse, her defasında hakkında sürekli güzel sözler söyleyip, övdüğüm ve sevdiğimi belirttiğim bir kişiydi. Bu nedenle duygusal anlamda, o kardeşin o hareketi beni yaraladı. Ama canı sağ olsun, sorun değil. Bu olaydan beni mutlu edici bir açıdan çıkardığım hisse ise, insanlar hakkında güzel şeyler düşünürken, bu davranışlara muhatap olmak oldu. Bir insan düşünün ki, sizi çok seviyor, siz de ona hoşlanmayacağı bir davranışla karşılık veriyorsunuz. Onu sevindirmek zorunda olduğunuz halde. Bu duruma, üzülen değil, üzen gözyaşı döksün. Bize düşen affetmektir. Sâlih, sâdık, samimi, dürüst, âdil ve ilim sahibi olan kardeşlerimizin ve abilerimizin yanında, yakınında, olmayı ve oturmayı Rabbim bize nasip etsin. 17 Nisan 2012 – Salı Bugün, bir apartmana girerken karşıdan gelen bir kişiyi fark ettim. Bu durumlarda, kapıyı açınca girecek ya da çıkacak kişi var mı, diye etrafa bakmadan kapıyı kapatmam. Ayrıca kapıyı açınca, arkayı görmeden de kapıyı serbest bırakmam çünkü, arkadan gelen birinin yüzüne ya da başka bir yerine çarpabilir ya da zarar verebilir. Dediğim gibi, kapıyı açınca karşıya baktım gelen arkadaş, çok sert bir surat ile mağrur ve hızlı adımlarla geliyor; anladım ki bu arkadaş selâm vermeyecek. Yani içimden öyle geçti. Tahmin ettiğim gibi de oldu, arkadaş selâm vermeyi düşünmediği halde kapıda karşılaştık. Ama buna rağmen, kapıyı o geçinceye kadar tuttum ki arkadaş rahat geçsin diye. Arkadaş hiç istifini bozmadı, bu iyi niyet karşısında bile yumuşayıp, selâm vermeye tenezzül etmediği gibi, bir de zaten açık olan kapıyı eliyle az daha iteledi! Hiç de hoş olmayan ve muhatabı mutlu edip sevindirmeyen bir edayla çıkıp gitti. Bu arkadaş için de diyoruz ki; Allah hidâyet versin, nefsinin gurur ve kibir boyunduruğundan kurtarsın. Âmîn. 18 Nisan 2012 – Çarşamba Bugün; Türkiye'nin Marmara, Ege ve İç Anadolu bölgelerinde yakın geçmişte görülmemiş, sıradışı, mevsim normallerinin üzerinde seyreden çok kuvvetli fırtınalar ve bu fırtınalardan kaynaklanan doğal afetler (kum fırtınaları, deniz kabarması, ağaçların devrilmesi, denizlerde lodoslar, çatı uçmaları ve inşaat iskelelerinin çökmesi vb.) meydana geldi. Sabahtan ikindiye kadar rüzgârlı hatta fırtınalı bir gün. İkindiden sonra ise fırtınayla karışık yağmur... Bu tür havaları severim. Genelde dışarıdaydım. Fırtınalı bir vakitte zor şartlarda öğle namazı için abdest almanın manevi hazzı gerçekten tadılmaya değer. O an, yazın "işim var"; kışın "soğuk" diyerek abdest almayarak bahane üretenlere en zor gelen şeyin neler olduğu üzerinde bir kez daha tefekkür etme fırsatını veren Allah'a hamdediyorum. Demek ki, pek çok insana; kilolarca ağır dünya yüklerini taşımak, en zor şartlarda dünya için çalışmak, yorulmak, bedenin takatı kalmayıncaya kadar dünya maratonunda ter dökmek ağır değilmiş! Onların asıl yüksündükleri şey; kışın botun, ayakkabının bağlarını çözüp abdest almak, çorabını çıkarıp ayaklarını yıkamak, rüzgâr çorap ve elbiselerini sağa sola savururken, abdest almaya çabalamakmış! Ne kadar zor değil mi! Sırtında dünya yüklerini taşımak, alnından, burnundan terler gelip, yorgunluktan bitap düşme pahasına, dünyada kalacak kazanımlar için, bir saat/bir gün sekmeden, "yoruldum" dahi demeden koştururken; yaz-kış, Allah için abdest alıp namaz kılmak, namazla dinlenmek/dirilmek, rahatlamak, yücelmek, namazla Allah'a günlük tekmiller vermek ve O'ndan İlâhî mesajlar almak adına, mü'minin miracı olan namaz ve abdeste hayatın bir kaç vaktinde yer açamamak; üzerinde düşünülmeye değer, en büyük değerlerden değil midir! Bu fırtınalı günde, milyonlarca insan neleri tefekkür etti bilemem ama âcizâne ben, bir namaz vaktinden insan manzarası sunmak istedim. Zira insanlar, bir ömür boyu mevsimsel ya da doğal afetlerle ilgili fiziki ve maddi haberleri konuşup dururlar ama genelde hâdiselerin mânevî boyutu istikametinde tefekkür etmezler. Oysa Allah için tefekkür etmek ibâdettir. Rabbim, hepimizi olağan ya da olağanüstü afetlerden muhafaza etsin. Musibetlerin en büyüğü ve ebedî kaybediş olan küfür üzere ölmekten korusun. 20 Nisan 2012 – Cuma Geçen kış mevsimi içerisinde, çok soğuk ve dünya işleri yönüyle çalışmanın neredeyse mümkün olmadığı zaman diliminde bir arkadaşım, birlikte umreye gitme teklifinde bulundu. Hayatta; gitmeyi, yolunda seyahat yapmayı en çok sevdiğim ve özlediğim Mekke ve Medine gibi o mübarek, mukaddes topraklara kendi durumum müsait olmaması nedeniyle, gidemedim. Ama oraya gidememek, her ne kadar sorumlu davranışımdan kaynaklanıyor olsa da, bir insan olmam nedeniyle, insanî üzüntü ve teessüre ziyadesiyle gark olmama engel olmadı. Bir şeyin nasip olması gerçeği yanında, her şeyin bir zamanının olduğu ve kader'de var olan mukadderât'a teslim olmanın, her durumda sabır ve şükürle Allah'a boyun eğmenin en güzel âkıbet ve amel olduğunu hissetmeme ve bu gerçekleri tekrar tefekkür etmeme beni tevfîk eden Allah'ıma hamdolsun. "Her şeyde bir ibret vardır" kâidesi gereği, inşâAllah, bu olaydan hissemize düşen bize sunulan İlâhî hayırları almışızdır. Bu olaydan hareketle, birbirleriyle az görüşen ya da bazı dönemler görüşemeyen arkadaşlarımız, "beni arayıp sormuyorsun" diye birbirlerini suçlamasınlar, suçlu aramasınlar. Sorgulayacaklarsa, kendi nefislerini hesaba çekip, ıslâh etsinler... Bu olaydan birkaç hafta sonra, bir yakınımız rüyasında beni, hacc farizasını yaparken görmüş. Nâfile olan umreye, çok istememe rağmen, Allah rızâsı için gidemeyen benim gibi âciz ve fakir bir kuluna, bir rüyada bile olsa, farz olan hacca gidip, umreden daha hayırlı bir ibâdet yaptığımı gösteren ve böylece beni heyecanlandırıp, ümitlendiren rahmeti sonsuz olan Rabbime, kesintisiz, hamd-ü senâlar olsun. 21 Nisan 2012 – Cumartesi Bugün, öğle vaktinde, bir süredir görüşemediğim bir abimizi iş yerinde ziyâret ettim. O da, çay bahçesine oturup, biraz muhabbet etmeyi önerdi, kabul ettim. Çay içerken muhabbet etmek, çayın lezzetini artırıyor. Tavsiye ederim. Sevdiklerinizle birlikte çay için, o esnada, içtiğiniz çay da üzerine düşeni yapacak, iki kişinin muhabbetinin koyuluğu ve tadı kıvâmında, doyumsuz olacak. Aranızdaki, sevgi ve muhabbet içten olduğu için belki de bir kaç bardak çayı ne zaman, hangi arada içtiğinizi bile fark edemeyeceksiniz. Bazen çayı içmeyi bile unutup, kendinizi sohbetin içinde kaybedeceksiniz. Önemli olan da bu değil mi? Gönül, ne çay ne de çay bahçesi ister. Gönül, Muhammed'li muhabbet ister; diğer her şey bahâne! Sohbetin bir yerinde yan masadaki genç bir arkadaş yanımıza geldi. Oturabilir miyim, diye müsâade istedi. Elbette, oturabileceğini söyledim. Konuşmalarımdan etkilendiğini, iznim olursa, sormak istediği bir sorusu olduğunu belirtti. Genelde bu tür ortamlarda yeni tanıştığım kimselerle, konulu sohbeti tercih etmem. Zira herkesin düşünce yapısı farklı olabilir. Fikren anlaşamasak dahi, insanî olarak, önyargılara ve yanlış anlaşılmalara meydan vermemek, öncelikli ve daha önemli diye düşünürüm. Ama bu kardeşimizin iyi niyetli olduğunu hissettim. Genelde hislerimi dikkate alırım. Bu nedenle "buyurun, sorabilirsiniz" dedim. O da: "Biraz önce tasavvuf ile ilgili bir şeyler söylediniz. Ben de o konuda araştırma yapıyorum; ancak herkes kendi inancına göre ön yargılı konuşuyor gibime geliyor. Çünkü tasavvufçular, kendi yollarının Sünnet yolu olduğunu söylerlerken, tasavvufa karşı olanlar da, onları tekfîr ediyorlar. Benim için çok bağlayıcı olmamakla beraber, tasavvufçuların sayısının da çok olduğunu görüyoruz! Siz ise câiz olmadığını söylediniz. Neden, diye sorsam, bana nasıl cevap verirsiniz?" dedi. Nâçizâne, bu konuyu, imkânlarım elverdiğince, A'den Z'ye araştırdığım için; açıklamalar yapmak, hatta cevap vereceğimiz, açıklayacağımız konular için sorular üretmek ve bunlara delilli şekilde cevaplar sunmak zor olmadı. Konuştuğum her konuda delilli konuşmaya ve gerektiğinde delil sunabileceğim şeyleri konuşmaya dikkat ettiğim gibi; karşımda konuşan kişinin de açıklamaları için mutlaka delil getirmesini isterim. Delile dayandıktan sonra bir konuyu açıklamak, cevap vermek ya da İslâmî usûl çerçevesinde tartışmak zor değildir. Bu arkadaşımız, aklı başında, zeki, samimi ve arayış içinde bir kimseydi. Yani aklını kiraya vermeden, kendi aklıyla gerçeği arıyordu. Bu, maalesef, herkesin yaptığı bir şey değildir! Pek çoğu, ya hocasına sorar, ya şeyhine, ya abisine, ya topluma, ya şuna, ya da buna... Allah'a sormayı ve aldığı cevapla yetinmeyi yeterli görmez çoğu! Bu arkadaşla, tanışmamızın başında, kendisi hakkındaki hislerimde beni haklı çıkaran Allah'a hamdolsun. Sohbetin sonunda arkadaşımız: "Hocam, çok farklısınız, diğerleri gibi değilsiniz. Bu konuyu çoğuyla konuştum. Tasavvufu reddediyorsa önüme 3-5 Âyet koyuyor ve kendince bir takım açıklamalarda bulunuyor ama benim kafamdaki sorular cevabını bulmadan konuyu kapatıyor. Bu konuda, konuşacak bilgisi kalmadığını düşünüyorum. Benden daha iyi bilmediğini anladığım bu kişiye karşılık vermek zorunda kalıyorum. Ben konuyu devam ettirdiğimde de tekfîre sarılıyor. Siz ise delilli konuşuyorsunuz. Ve anlatacak şeyleriniz bitmiyor. Sizi sabaha kadar dinleyebilirim..." diyerek bana iltifâtlarda bulundu. Kendisine teşekkür ediyorum. Günlüğümün yazmakta en çok zorlandığım paragrafı burası oldu. Başka güzel sözleri de vardı ama bu kadarı bile fazla diye uzatmıyorum. Bugünü bir kardeşimizi ve bir abimizi ziyâret, hoş bir muhabbet ve yeni arkadaşımızla tanışmak gibi, hayırlı amellerle geçirmişizdir, inşâAllah. Rabbim, bundan daha hayırlı günler nasip etsin. Nefsimize yönelteceğimiz, "Bugün Allah için ne yaptın?" sorusu karşısında; "aşk adına fânileri düşünerek, dünyalıklar, makam ve mevkiler uğrunda koşuşturup sıhhatimi, zamanımı ve dünyalık imkânları boş yere kullandım ve Allah'tan gâfil olarak kendimi sıkıntıya soktum, günün genelinde kendimi boşlukta hissettim" ya da "Allah için ne yaptım hatırlamıyorum, sanırım -Allah için- diye düşünerek yaptığım bir amelim olmadı" diye cevap verenlerden olmayız, inşâAllah! Yüce Rabbimizden her dâim, ibâdet ve hamd üzere bir hayat yaşamayı dileriz. Ayrıca bu diyalogun önemli bir tarafı da, kendi düşünce ve inançlarını taassup derecesinde savunan ama onları ispat etmekten âciz olan kimselerin alması gereken derslerdir. Bir insan samimi ise, inandığı değerlerin delillerini de öğrenmelidir. Böyle olursa, karşısında konuştuğu kişiye de güven verir. Düşüncelerini ispat edecek bilgiye sahip olmayan ise, gönüllere hitap etmesi gerekirken sadece gönül kırar! 20 Mayıs 2012 – Pazar بســــم الله الرحمن الرحيم
مرحبا بكِ مفكِّرتي! كيف حالكِ؟ يا مفكِّرتي أنا مُهملك جدا، عفوًا! بإذنك، اليوم أريد أن أحدِّثك شيئا مُضحكا. فأبتدأ أن أكتبَ بقِصَّتى إن شاء الله Günlüğümle, kendi aramızda kısa bir hasbıhalden sonra yazmaya başlıyorum. Bugün, sabah çarşıya giderken dolmuşa binmiştim. Ve oturağa oturduğumda, besmele çekip, vasıtaya binince okunacak duayı okudum. O esnada önümdeki koltukta oturan bir genç "buyur abi?" dedi. Ben de "bir şey demedim" dedim. O da "Serkan" demediniz mi, dedi. Ben ise durumu fark edip tebessüm ettim ve "Sübhânellezî sehhara lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehu mukrinîn. Ve innâ ilâ Rabbinâ le münkalibûn" (Zuhruf: 13, 14) Âyetlerini okudum. Yani: "Bunu bizim hizmetimize veren (Allah) noksanlıklardan münezzehtir. Yoksa bizim buna gücümüz yetmezdi (hizmetimize yanaştıramazdık). Ve esasen biz, muhakkak Rabbimize döneceğiz." Okuduğum Âyetlerin bir bölümü olan "sehhara lenâ" ve "Serkan" arasında yanlış anlaşılma olduğunu, güzel bir jestle ifade ettim. Benim, "sehhara" telaffuzumu, "Serkan" şeklinde anladığını fark edince, utangaçlıkla tebessüm etti. Ben, espri fırsatını yakalamışım, kaçırır mıyım? "Memnun oldum, ben de Yusuf" dedim. O ve arkadaşı da "memnun olduk" diyerek tebessüm ettiler. Demek ki biz, Âyetlerle yola çıkarsak, Allah dilediğiyle, biz farkına varmadan tanışma ortamı oluşturuyor. Sabaha böyle tebessüm ve esprilerle başlamak güzel. Rabbim, iyi insanlarla karşılaştırsın ve hem dünyada, hem de âhirette bizi güldürsün. Âmîn. Mezarlıkların yanından geçerken: "Es-Selâmu aleyküm ehle'd diyâri min'el mü'minîne ve’l müslimîn. Ve innâ inşâAllahu biküm lâhikûn. Es'elu'llahe lenâ ve leküm'ül âfiyet" şeklinde selâm verip dua ederken; "aleyküm selâm" diye selâm alanlara çok rastladım ama önceki anlattığım şey, ilk kez başıma geldi. Mezarlıktan geçerken, biraz sesli siz de, mezarlıkta yatan Müslümanlara selâm verin size de "aleyküm selâm" diyenler çok olacaktır. Kabristandakilere verilen selâm ve onlar için yapılan duanın anlamını da verelim: "Selâm üzerinize olsun (es-selâmu aleyküm), ey bu diyarın mü'min ve müslüman sakinleri! Muhakkak biz de inşâAllah size kavuşacağız. Allah'tan, hem bize hem de size âfiyet dilerim." Bu arada, mezarlıkların yanından geçerken, normal şartlar altında yani unutma vb. mazeretler hâricinde, orada yatan Müslüman ölülere mutlaka selâm verir ve kendimiz ve onlar için dua ederim. Bunu her Müslüman hayatının vazgeçilmezi kılmalıdır. Zira bir gün gelecek, siz de o toprağın altında olacaksınız. Ve yanınızdan/yakınınızdan geçenlerden bir dua bekleyeceksiniz! Toprağın altındakilerin, toprağın üstündekilerden bir duadan başka ne beklentisi olabilir ki? Siz, mezarınızda, dua beklerken, toprak üstündeki insanlar gâfilce, dünyanın debdebesine kendini kaptırmış halde yakınınızdan geçip de sizi hiç hatırlamadığı zaman, Müslüman ölüler için fırsat varken dua etmenin ve dua beklemenin önemini daha iyi kavrayacaksınız. Siz/biz, dünyada yaşarken, bizden önce vefât etmiş mü'min geçmişimizi unutmazsak, inşâAllah biz vefât edip o kara toprağın bağrına yattığımızda da, yaşayanlara Allah, bizi unutturmaz. Biz, bizden öncekilere dua edelim ki, bizden sonrakiler de bize dua etsin. Rabbim, âkıbetimizi hayr'eylesin. Âmîn. Güldürücü, komik, güzel ve minik bir anıdan, ağızların tadını kaçıran ve tüm lezzetleri gideren ölüm ve ötesi gerçeğine geldik. Dünya zaten başka nedir ki? Mutluluklar ve hüzünler. Şükretmesini, sabretmesini, tefekkür etmesini ve tevekkül etmesini bildikten sonra; mü'min için keder yoktur! Çünkü her an Allah, bizimle beraberdir. Küfretmeden şükredebilirsek, isyan etmeden sabredebilirsek, Allah'ın rahmeti de inşâAllah bizimle beraber olacaktır. Âhirette ağızlarımızın tadı kaçmaması için, anılarımızdan, yaşadıklarımızdan, ibret almak dileğiyle. 1-2 Ekim 2012 – Pazartesi, Salı Vâiz Olarak Ölüm Yeter: إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn... Günlüğüme bugün, üzücü ama hayatın en temel gerçeği olan bir hâdise hakkında not düşmek istiyorum. 1 Ekim Pazartesi günü saat 16.00’da sosyal paylaşım sitelerinden birinde bir arkadaşımın paylaşımından, çok değer verdiğim bir hocamın vefât haberini aldım. Çok üzüldüm. O an başıma ağrı girdi Olayın gelişimi daha anlamlı ve etkileyici. Kendi öğrencisi de olan bir arkadaşım kendi sayfasında, Hüseyin Kaya hocamın videosunu paylaşmış. Zaten çok özlediğim için, videonun üzerindeki açıklamayı okumadan direkt videoyu açtım ve hocamın o muhteşem sesinden Kur'ân ziyafeti ile ruhumu şenlendirdim. Sonra üzerinde bir yazı ile şok oldum. "Hüseyin hocam bugün (30 Eylül) Hakka yürüdü" şeklinde... O anı tarif etmek gerçekten çok güç. Bir anda şok, şaşırma, üzüntü, karmaşık duygular. İmam Hatip Lisesinden Kur'ân-ı Kerim hocamız olan bu abimizi hep efendiliği, samimiyeti, tevazusu, ilmi sevmesi ile hatırlarım. Bir de Kur'ân okuması ile... Hüseyin hoca dendiğinde tek bir tarif gerekse Kur'ân-ı Kerîm'le yanyana zikredilecek bir kişi idi. Peygamberimizin,"Sizin en hayırlınız Kur'ân'ı öğrenen ve öğretendir"(Buhâri, Fedâilu'l Kur'ân, 21) Hadîs-i Şerîfindeki müjdeye muhatap olmayı istedi, özledi ve teşvik etti. Hayatım boyunca kendisi için ismen dua ettiğim, Allah'ın rızâsı istikametinde bir hayat yaşamasını ve son nefeste hüsn-ü hâtime ile Mevlâ'ya vâsıl olmasını dilediğim kişilerden birisi idi. Kendisiyle bulunduğum bir mecliste iken, kendi evinde olsun, kalabalık ortamda olsun, hocam olduğu halde, namaz vaktinde imamete geçmeyecek kadar mütevazı idi. Kalabalık ortamlarda bile "Yusufçuğum buyurun" deyişi ve eliyle cemaatin ilerisini işaret edişi hâlâ gözlerimin önünde. Bir keresinde evine ziyarete gitmiştim, yemek yedik ve öğle namazını kıldıktan sonra öğleden sonra okulda dersi vardı. "İsterseniz buyurun, derse gidelim" demişti. Sanırım Lise 2'lerin dersi idi ve öğrencilerine beni takdim ettikten sonra, soru sorabileceklerini söylemişti. Dersi, kardeşlerimizin sorularına cevap şeklinde tamamlamıştık. Bu jestini unutamam. Bir keresinde de liseyi yeni bitirmiştim, öğretmenlerin katıldığı bir Tefsir dersi vardı, oraya misafir olarak gitmiştim de o gün dersi anlatmayı bana havale etmiş ve gönlümü şenlendirici ve hayatım boyunca unutmayacağım güzel davranışlar sergilemişti. İnsan, sevdiklerini anılarıyla hatırlarmış. Cennet ehli dahi, cennete girdiklerinde dünyada iken yaşadıkları güzel anıları hatırlayıp birbirlerine anlatacaklarmış. Rabbim, ömrümüzü hayırlarla ve güzelliklerle doldursun, dostlarımızla paylaşacağımız güzel anılar nasip etsin, kötülüklerden ve kötü anılardan uzak etsin, affetsin ve unuttursun, inşâAllah. Hocamın en çok kullandığı birkaç kelimeyi de hatırlamak istiyorum. Televizyon için "fitnevizyon", tv kanalları için "kanalizasyon", yalaka, dalkavuk karakterli kişileri zemm ve redd için "aferin, pohpoh, çok yaşa!" ifadelerini sıkça kullanırdı. Küçük yaşlarda tâğut ve veli kavramlarını ilk kez onun dersinde öğrenmiştim. Firavunun sadece tarihî bir şahsiyet olmadığını, Kur'ân'da ondan bahsedilmesinin önemli mesajlar içerdiğini, Kıyâmete kadar, Firavunun fonksiyonunu icra eden çağdaş Firavunlar bulunacağını söylerdi. Vefât eden hocamı, en son 2011 yılının Ağustos ayında yani 1 yıl 3 ay önce görmüştüm. Yanında bir arkadaşı vardı. İlimle alakalı kısa bir sohbetimiz olmuştu. Her zamanki saygılı, efendi, mütevazı ve ilme değer veren, ruhu okşayan tavır ve konuşmalarıyla yine kalbimi fethetmişti. Bu anıları hatırlarken gözlerim yaşarıyor, ağlamak geliyor içimden. Erkekler ağlamaz diyenler, ne kadar yalan söylüyorlar... Hocamı, daha öncesindeki görme süre aralığım daha uzun idi. Çok görüşmek istediğim bir büyüğüm olmasına rağmen, bazen insanlar istediği şeyleri yeterince yapamıyorlar. Allah affetsin! Kendisine en son Ramazan ayı girdikten bir hafta sonra, Ramazan-ı Şerîf'in gelişinden dolayı tebrik mesajı yazmıştım. Ramazan bayramında (23 Ağustos)’da, vefâtından 38 gün önce, telefon etmiştim. On ya da on beş dakika konuşmuştuk. Ona telefon etmeden önce şöyle düşünmüştüm... "Dünya, ölümlü dünya, kimin ne olacağını Allah bilir, Hüseyin Hocamı bizzat gidip ziyaret edemesem de telefonla arayıp sesini duyayım, hal-hatır sorayım, kendisi de çok memnun olur" diye düşünmüştüm. Telefon ettiğimde, Allah Teâlâ'nın kendisini büyük bir imtihânla yani kolon kanseri hastalığıyla imtihân ettiğini söylemişti. Çok üzülmüştüm ve moral verici şeyler söylemiştim. "Rabbim şifâ versin, günahlarınıza keffâret olsun, Allah sabırlar versin, inşâAllah yine görüşürüz" diye teskin etmiştim. "Dostlara selâm, aradığın için çok memnun oldum, Allah hatırını yapsın" demiş, dualar etmişti. Otuz sekiz gün sonra vefât edeceğini kim bilebilirdi ki? Hayat işte böyle bir şey! Rabbim, hazırlıksız şekilde huzuruna varanlardan eylemesin. Kendilerinden razı olduğu halde, ruhlarını teslim eden kullarının arasına ilhâk etsin cümlemizi. Kendisini, vefâtından kısa süre önce arama düşüncesini kalbime ilham eden Rabbime hamdolsun! Hz. Ömer'in gümüş yüzüğünde: كَفَى بِالْمَوْتِ وَاعِظًا يَا عُمَرُ "Ey Ömer! Vâiz (nasihatçi) olarak ölüm yeter" yazmaktaymış. (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 4/288) (Kâmil Miras, bu sözü, Tarîkatı Muhammediyye Şerhi Berîka'dan naklettiğini söylemektedir. Muhammed Hâdimî her ne kadar orada bu sözün kaynağına işâret etmemiş olsa da birçok hikmetler ve nasihatleri kapsadığı için naklettiğini belirtmektedir. كَفَى بِالْمَوْتِ وَاعِظًا "Vâiz olarak ölüm yeter" sözü, Taberânî ve Beyhakî'de zayıf bir sened ile Peygamberimize de nispet edilmiştir. Bu sözün Fudayl b. Iyâd'a ait olduğu da söylenmiştir. Allah en iyi bilendir.) Evet, gerçekten de kişiye, vâiz olarak ölüm yetmektedir. Sahâbî, nasihat isteyen insanlar için sizin oralarda ölen insanlar yok mu, dermiş! İnsanoğlunu en çok etkileyen ölümler, yakından tanıdığı kimselerin vefâtıdır. Vefât haberi bize ulaştığında hemen,"Muhakkak biz, Allah içiniz ve muhakkak biz O'na döneceğiz" (Bakara: 156) diyoruz fakat bir insan olarak isyan makamında değil ama ibret makamında insanın kalbi, gönlü hüzünleniyor, gözleri yaşarıyor. Nasıl hüzünlenmesin ki? Daha yakın zamana kadar sesini duyduğun kişi artık yok! Evinde oturduğu yeri boş, gezip dolaştığı yollar ve sokaklar onsuz, seccâdesi, kitapları, kişisel eşyaları, ailesi, sevenleri, yakınları, arkadaşları ile artık bu dünyada bir araya gelmesi imkânsız! Belki daha düne kadar mezarlıkların yanından geçerken, o mezarın içinde olmayı aklına getiremeyen insan, ansızın eceli dolunca kaçınılmaz gerçek olan kabir durağında inmek zorunda kalıyor. Ama genellikle pişmanlıklarla ve göz arkada kalarak gerçekleştirilen zorunlu bir yolculuk! Çünkü herkesin o an geldiğinde bitiremediği işleri vardır; Âdemoğlunun daha tevbe etmesi gerekiyordu, ibâdetlerini artırması lazımdı, ilim öğrenecekti, Allah yolunda infâk edecekti, uzun zamandır ziyaretine gitmediği akrabalarını ve dostlarını ziyaret edecekti, kalbini kırdıkları kişilerle helâlleşecekti, iyi bir Müslüman olacaktı, devamlı nefsini kontrol ederek bir hayat yaşayacak, şeytana aldanmayacaktı ve tam hazır olduğuna inandığı bir anda hüsn-ü hâtime ile en güzel bir ölümle âhiret yolculuğuna çıkacaktı! Heyhât ki heyhât! İnsanın yaptığı sadece temenni değil mi? Ölmeden hayal kurar, öleceğinde "ah, vah, eyvah" der! Ölüm gerçeği; hayatın en önemli, en öncelikli, en gerçek ve kaçınılması ve geri çevrilmesi mümkün olmayan bir kanunu iken, neden insanlar, ibret almaları gerekirken, ölüm gerçeğini dikkate almadan bir hayat yaşarlar ki? Hayatın gerçeklerini hikâye, masal gibi yazmak ve anlatmak yerine ibret alarak paylaşmak ve kendi hissemiz için de sonuçlar çıkararak dinlemek temennisiyle... Kendisi hayatta iken de sürekli dua ettiğim gibi, hocam için hüsn-ü hâtime dilerim, Rabbim korktuklarından kurtarsın, inşaallah. "Ey iman edenler Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz." (Âl-i İmrân: 102) Vefât eden Hüseyin Hocama vefâkârlık adına karaladığım bu bir kaç satırın; hayatın sadece bu dünyadan ibaret olmadığının ve ebedî âhiret hayatı için çalışmanın her şeyden daha önemli olduğunun anlaşılmasına vesile olmasını dilerim. Çünkü insan ne kadar unutmak isterse istesin, ne kadar kaçarsa kaçsın ve ne kadar rahatsız olursa olsun ölüm bir gerçektir. Herkesin bir eceli vardır. Ecel, herkesi, rızkı gibi, gölgesi gibi tâkip eder. Gölge nasıl ki bazen görülmezse; bazen kaybolur bazen de zayıf olursa, ecel gerçeği de bazen insanların zihninde zayıflamakta veya kaybolmaktadır! Nasihatçi isteyen ölümü düşünsün ve ölenlere baksın! O zaman görecek ki hayatın her ânında kendisine öğüt verilmektedir: "Ey nefis, ölüm var!.." 8 Şubat 2013 – Cuma Ey günlüğüm, "bana anlat, seni dinliyorum" diyorsun. Sen, hissiyat'ın sözcüklerle tam olarak ifade edilemeyeceği gerçeğini bilmiyor musun? Doğru söylemekten daha önemli olan şey belki doğru anlamaktır... "Konuş bir şeyler", "Ee, anlat", "Böyle susacak mıyız?" diyenler, ne kadar da dinlemeye ya da konuşmaya heveslidirler! Oysa dinlemek sorumluluk yükler kişiye... Konuşmak da, ehil ağızların hakkıdır! İnsan, konuşurken en büyük bedeli ödediğini fark ettiği zaman, az ve öz konuşmayı da öğrenecektir. İnsan, gerekli ya da gereksiz konuşmalar yaparken, hayatının en büyük sermayesi olan nefesini ve zamanını tüketmektedir... Gerektiği zaman konuşmak güzel olduğu gibi; gerekmedikçe konuşmamak, susmak da güzeldir. Bu iki güzellik arasında, bereketler içinde bir hayat yaşamayı; şirk, küfür, gıybet, iftira, sû-i zann, yalan, insanlara eziyet ve haksızlık etmek gibi dilin ve elin âfetlerinden, şeytanın kışkırtmalarından uzak olmayı dileriz. Bizleri ve tüm âlemleri yaratan yüce Mevlâmızdan... 29 Nisan 2013 – Pazartesi Bu gece yarısı 00.00’da yaşı yaklaşık 15 olan muhabbet kuşum, sağ yanına yatmış ve yüzü kıbleye dönük halde öldü. ): 25 Mayıs 2014 – Pazar "Emekliliğime Altı Ay Kaldı!" Geçmişten ibret almazsa kişi, geleceğe ibret olmaktır işi!... İnsan yaşadıklarından ibret alıp hisseler çıkarmazsa, onun yaşadıklarından ibret alacak kimseler mutlaka bulunur. İbret alınacak hikâyelerde isimlerin hiçbir önemi yoktur. Kişilere ve olayların teferruatlarına takılanlar, o hikâyelerden alınması gereken mesajı alamazlar. Bu nedenle nostaljilerde isim verilmesini münasip görmüyorum. Üniversite yıllarında bir yurtta belletmenlik yapıyorum. Günlerden Cuma. Bir arkadaş geldi ve komşu mahallenin imamının selam söylediğini ve mümkünse Cuma hutbesini îfâ etmemi rica ettiğini bildirdi. Kısa bir tefekkür sürecinden sonra, hayırlara vesile olması ümidiyle "olur" dedim. Arkadaş, arabasıyla camiye götürdü. Önceden tanımadığım imamla merhabalaştık sonra haccdan geldiğini hava değişiminden dolayı rahatsız olduğunu, sesinin çıkmadığını, bundan dolayı da hutbe verecek durumda olmadığını ve yardımcı olmamı rica etti. Ben de: "İnşâAllah" dedim. Sonra yanımdan uzaklaştı, belirli bir zaman sonra tekrar yanıma geldi. O esnada ben şadırvanda abdest almakla meşgulüm ve: "Hocam, hutbede ne anlatacaksınız?" dedi. Soru çok tuhaf ve gereksiz gelmişti bana. Gereksiz soruların altında başka niyetler olduğunu düşündüğüm için, net bir cevap vermek istemedim ve: "Tam karar vermedim, birkaç konu var, hutbede dinlersiniz inşâAllah" dedim. Fakat imamın tatmin olmaya niyeti yoktu. "Ama ne?" dedi. Belki bir daha sormaz ümidiyle, "Kur'ân'ı açacağım, neresi denk gelirse oradaki Âyetleri anlatacağım" dedim. "Olmaz, hocam" dedi. "Nasıl olmaz?" dedim. "Emekliliğime altı ay var sikâyet ederler emeklilik sıkıntıya girer" dedi. "Kur'ân anlattığın için seni şikâyet edecek adamlara namaz mı kıldırıyorsun?" dedim. "Her tür insan var" dedi. "Câmide mi?" dedim. Sanki şaşırmış gibi, konuşmaya devam ettim ki, belki kendisi de düşünür diye... Sonra kendisine: "Sen burada alacağın maaşı düşünüyorsun, gecikecek emekliliği dikkate alıyorsun da, Kur'ân'a itiraz edecek adamlara Tevhid'i anlatmayı neden önemsemiyorsun ve geciktiriyorsun?" dedim. "Hocam herkesin fikri kendisine, ben namaz kıldırım işime bakarım, zaten altı ayım kalmış emekliliğime" dedi. Gördüm ki adamın derdi din, iman, kitap, tevhid değil; maaş ve emeklilik!... Fakat bütün bunlara rağmen, sesi kısık olduğu için hutbe okumam konusunda ısrar da ediyor. Sanırım benden istediği şeyi kendisi için 'meslekî yardım' olarak görüyor! "Bir şartım var" dedim. "Nedir?" dedi. Hutbeye Mushaf ile çıkacağım. Mushaf'ı herkesin gözleri önünde açacağım, Allah neresini dilerse, orayı anlatacağım; tamam mı?" dedim. "Olmaz!" dedi. Benden beklentisine karşılık bulamayacağını anlayınca da: "Sanırım hasta halde de olsa, hutbeyi ben versem iyi olacak. Buyurun câmiye girelim" dedi. Ben de kendisine: "Kur'ân'ın anlatılmasından korkan sizin gibi bir kişinin arkasında sizce namaz kılınır mı?" dedim. "Tercih sizin" dedi. Ben de akîdemden kaynaklanan tercihimi, onun için Allah'tan hidâyet istemek ve müsâade alıp oradan uzaklaşmak istikâmetinde kullandım. Hem de yurt ile câmi arası kilometrelerce uzak olmasına rağmen, dönüşte yürüme sporu yapmış oldum. Emekliliğine yakın bir dönemde hacca gidip anasından doğduğu gün gibi pîr-ü pâk olduğunu düşünen bu amca, altı ay sonra da emekli olunca yan gelip yatarak maaşların keyfini sürmenin hayali ile bir dünya kurmuş kendi iç âleminde!... Ama Allah'ın huzuruna gidince, Allah'a nasıl hesap vereceğine dair şu an bir endişesi yok! Sanırım ya ölümü kendisinden uzak görüyor ya da ölmeden tevbe ederim diye düşünüyor! Rabbim, şeytana aldananlardan etmesin. Emekli oluncaya kadar imamlık (!) yapacaksın ama insanlara Kur'ân Âyetlerini anlatmayacaksın! Hatta anlatmak isteyene bile engel olacaksın! Allah'ın kullarına Kur'ân anlatılmayacaksa, geriye anlatılacak ve konuşulacak ne kalır?! Şu anda hayatta mıdır, bilmiyorum ama hayatta ise cân-ı gönülden hidâyetini diliyorum... İnsanlar günlük ve hatıra defteri gibi şeyler tutarlar. Bugün şunu yaptım, bunu yaptım, şuraya gittim, falanla görüştüm, tanıştım, buluştum, tartıştım, ayrıldım, unuttum biçiminde kendi yaşadıklarını hayalleri ve edebiyat ile süsleyerek mânevî bir tatmin ararlar. Yazacak bir şey bulamasalar bile günlük ile konuşurlar; sayfalarla, satırlarla arkadaş olmaya çalışırlar... Ben öylesini sevmiyorum. Günlük yaşadıklarımızdan ibret alıp kendi lehimize hisseler çıkarabiliyor isek, o gün ve ilerisi için kârlıyız, kârdayız demektir. Unutmayalım ki, bir kimsenin konuşma tarzı nasıl ki onun kişiliğini gösterir ise, tutulan günlükler de bir kimsenin karakter ve psikolojisini ortaya koyar... Zira insanın fikri ne ise; zikri de yazdıkları da tercihleri de o olur. Yaşadıklarınızın, hayırlardan oluşması ve hayırlara vesile olması duasıyla, sözlerimizi -meâlen- şu Âyetlerle bitirelim: “Gerçekten, indirdiğimiz apaçık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitâp’ta insanlara açıkça bildirdikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder hem de bütün lânet ediciler lânet eder. Ancak tevbe edenler, (durumlarını) düzeltenler, (gizlediklerini) açıklayanlar müstesnâ. Artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul edenim, çok merhametli olanım. Şüphesiz ki, (Âyetlerimizi) inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya; işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir. Onlar ebedî olarak lânet içinde kalırlar. Ne azapları hafifletilir ne de onlara mühlet verilir. İlâhınız tek bir ilâhtır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Bakara: 159-163) "Şüphesiz onlar (sapıtanlar ve saptıranlar) o günde azapta ortaktırlar." (Sâffât: 33) 5 Haziran 2014 – Perşembe Bugün, "Putperest Çağlarda Müslüman Olmak" adlı akîde kitabım çıktı. Rabbime binlerce kez hamd-ü senâlar olsun. Yüce Allah hakkımızda sadaka-i câriye kılsın ve daha hayırlı çalışmalara hepimizi muvaffak eylesin. Âmîn. 11 Ocak 2015 – Pazar Bugün, akşam namazı vaktinde tatlı su doldurmak için mahalledeki çeşmeye gittiğimde çeşmenin donmuş olduğunu gördüm. Şu an itibariyle kış mevsimindeyiz. Mevsimin ikinci karı yağmış durumda ve her yer karlarla örtülü... Kış mevsiminin bu bembeyaz görüntüsü âdeta insanların, kötülüklerden iyiliklere, günahlardan tevbelere, kötü duygu ve düşüncelerden güzel, temiz, arı ve duru düşüncelere geçerek hayatlarında tertemiz, beyaz bir sayfa açmalarını fısıldamaktadır. Kış mevsiminin karla kaplı görüntüsü; evrenin masumiyet elbisesi giymesi gibidir. Gök ve yer ancak Allah'ın emrine boyun eğmektedir. Diğer yandan da, insanlara beyaz örtüsü ile kefeni ve ölümü hatırlatmaktadır. Aslında evrenin hangi köşesine ibret nazarıyla bakarsanız, gördüğünüz şey size hâl diliyle iyi bir Müslüman olmanızı söyleyecektir. Çeşmenin donmasına dönecek olursak, en son su doldurduğumda, o esnada su doldurmaya gelmiş olan kişiye çeşmeyi tam kapatmamasını, çünkü donabileceğini söylemiştim. Her ne kadar insanlar genelde bu tür nasihatleri sevmeseler de, biz o noktayı geçelim. Bunu, neye göre mi söylüyorum? Meselâ; bu sözümden dolayı belki de hem teşekkür edilmesi hem de o konudaki duyarlılığın vurgulanması adına en az iki cümle sarf edilmesi gerektiği halde, o arkadaş hiç ses çıkarmayarak, hâl diliyle okeylemekle yetindi. Oysa insanların ortak menfaatlerinde herkesin çok duyarlı hareket etmesi gerekir. Ben o arkadaşı uyarıp uyarmama konusunda şöyle düşünseydim: "Ben, bu kişiyi uyarsam bile, bizden sonra bir başkası gelip bu soğukta çeşmeyi tamamen kapatırsa, zaten çeşme yine donacaktır." Bu düşüncenin sonucu da: "O halde uyarmama gerek yok" olacaktı! Hatta bu durumlarda: "Herkes ne hali varsa görsün!" gibi nemelazımcı düşünceler bile pek çok insanın içinden geçer... Doğru olan şudur: İnsanların çoğu yanlış yapsa da, biz, bize düşeni yapmalıyız. Doğru insan, doğru işler yapar. Doğru insan, yanlış yapanlara bakarak ya da kızarak yanlışı kabullenmez. Ecdâdımız bu konuyu, "Pireye kızıp yorgan yakmak" deyimle özetlemişlerdir. Neticede çeşme donduğu için AVM'den su almayı düşündüm. Gittiğimde suların tükendiğini gördüm. Yani çeşmenin kuruması marketin işine yaramış... Demek ki bazılarının hoşuna gitmeyen durum başkasının çok hoşuna gidebiliyor. Bu noktada şu Âyet-i Kerîme akla geliyor: "Eğer hak onların hevâlarına (arzularına) uysaydı; göklerde, yerde ve içlerinde olanlar fesâda uğrardı..."(Mü'minûn: 71) Çiftçi ile çömlekçinin hikâyesini bilirsiniz. Bahar mevsimi gelince, çiftçi toprağını ekip diker ve yağmur bekler; çömlekçi ise, çömleklerini bir güzel yapar ve onların kuruması için güneş bekler. Yani biri yağmur yağsın diye dua eder, diğeri ise yağmasın diye... Birçok işler de öyle değil midir? Camcı cam kırılsın da takayım diye bekler, terzi, sökülsün de dikeyim diye bekler, satıcılar da sattıkları şey tükensin ya da bozulsun da yenisini satayım diye bekler. Bu, böyle devam eder. Yani insanların istekleri çeşitlidir ve karışıktır. Bu nedenle insanın isteği; menfaat, ihtiyaç ve zaafını korumaya yöneliktir. Rabbimizin de buyurduğu gibi, hak, insanların heveslerine uysaydı, göklerle yerde ve bu ikisi arasında düzen bozulur, fesâd çıkardı. Çünkü biri yağmur yağsın diyecek, diğeri yağmasın diyecek! Birisi şu olsun diyecek, diğeri olmasın diyecek! Dolayısıyla evrenin düzeni, tek hakîkî ilâh (ma'bûd) olan Allah'ın irâdesi ile ayaktadır. Yani evrenin işleyişindeki bu muazzam düzen gösteriyor ki, bu düzen üzerinde tek mutlak bir irâde vardır ki, o da Allah'ın irâdesidir. Ve mutlak güç Allah'ın gücüdür. Şayet evrende Allah'tan başka güç sahipleri olsaydı, kâinâtta onlar da söz sahibi olurlardı ki, bu da gökte ve yerde büyük fesâda yol açardı. Bu olmadığına göre, herkes kabul eder ki, evrenin tek sahibi, ilâhı ve rabbi ancak Allah'tır. Ve kulluk da sadece ona yapılmalıdır. Rabbimize kulak verelim: "Eğer göklerle yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulup gitmişti..." (Enbiyâ: 22) Günlüğümde, çeşmenin donmuş olması sebebiyle sevinip suyunu satan satıcı ile çok sayıdaki mahallelinin sevinemediği bu durum üzerinde bir nebze de olsa tefekkür etmek (ve ettirmek) istedim. İnsanların istekleri farklı olmasına farklıdır da, çoğu zaman birbirine de zıttır. İşte bu durum üzerinde düşünelim istedim. Umarım, bizim kâr hânemize de bu kıssadan bir şeyler düşmüştür. 22 Nisan 2015 – Çarşamba Bugünlerde pek çok insan günde onlarca kez: "Bu kış ne zaman çıkacak?" sorusunu soruyor. Takvime göre ilkbahar mevsimi gireli 1 ay olmuş olmasına rağmen, hâlâ bulutlu, yağmurlu, rüzgârlı, soğuk hava hatta bazı bölgelerde yer yer kar yağışları bile görülmektedir. Soba ve kaloriferler yakılmaya devam ediyor. Demek ki insanlar ve takvimler ne derse desin, her konuda olduğu gibi ilk ve son sözü söyleyen her zaman Âlemlerin Rabbi olan Allah Sübhânehu ve Teâlâ'dır. Ayrıca benim için sorun yok. Çünkü ben rüzgârlı ve yağışlı havaları çok severim... :) 29 Nisan 2015 – Çarşamba Para Üstü Verirken ya da Birine Ödeme Yaparken Özellikle Yıpranmış, Eski ve Kirlenmiş Paraları Seçerek Vermek!.. Bugün marketten alışveriş yapınca kasiyer kız para üstü olarak öyle yıpranmış ve kirli bir beş lira verdi ki, neredeyse hijyen eldiveni ile parayı tutmak istedim! "Yaşadıklarından ibret almazsa kişi, başkalarına ibret olmaktır işi" sözünü prensip edinen herkes yaşadıklarına ibret nazarıyla bakar, yaşananlar üzerinde tefekkür eder, kendisi ve başkalarının hayrı için güzel sonuçlar çıkarır. Bir marketten alışveriş yaptığınızda kasiyer size para üstü verirken, kasadaki o kadar paranın içinden en eskisini, en kirlisini veriyorsa, bu durum, sizi mevcutlar içinde en değersizine lâyık görmesindendir. Ama üzülmeyin! Kişinin yaptığı amel, kalbinin aynasıdır. Herkes kendisine lâyık olanı yapar! Siz de size lâyık olanı yapın ve insanlara para/para üstü verirken veya ödeme yaparken kalbiniz kadar temiz olan paraları verin. Zira unutmayın ki o kişi kim olursa olsun emin olun vereceğiniz üç-beş kuruştan daha değerlidir. Böyle düşünebildiğiniz zaman, güzel amelinizle kendi kalbinizi de parlatmış olursunuz. Zira bilin ki sâlih ameller kalbin cilâsıdır. İçinizde bulunan bütün kirleri, pasları ve tortuları temizler... Bazı insanlar, yaptığından habersizmiş gibi davranmayı sever. Yani tecâhül-i ârif modunda hareket eder ve "dikkat etmedim" der. Yahut da "öyle denk geldi, özellikle seçmedim" diye söyler. Hayır, aslında öyle denk gelmedi, işine öyle geldiği için, bazı insanlar genelde bu şekilde davranış ortaya koyarlar. Bu nasıl bir dikkatsizliktir ki, dikkatsizlik anında bile paranın eskisini bulup, karşısındakine verebiliyor! Bazı kimseler de, her zaman bu ve benzeri meseleler konuşulduğunda, bunları çok önemsiz meseleler olarak görürler. Önemsemeyenler, nasıl önemsemiyorlarsa, hep yıpranmış para veriyorlar, daha yenilerini kendilerinde alıkoyuyorlar! Gerçekten önemsiz olsaydı durum farklı olmaz mıydı? Ayrıca bu tür sorunları aşmadığı halde, hep "bunları biz aştık" diyen ve önemli meselelere hevesli olanlara sormak lazımdır; size göre hangi meseleler daha önemlidir. Ve o önemli meselelerden neden insanları mahrum bırakıyorsunuz? Bahsi geçen konuda güzel amel şudur. Diyelim ki, hiç tanımadığınız bir kişiye 10 TL vereceksiniz. Elinizi cebinize attınız iki tane 10 lira var; birisi çok eski diğeri bankadan yeni çıkmış! Bu durumda yapmanız gereken şey, yeni parayı vermektir. Bu davranış, sizin kalbinizin de en az o para kadar temiz olduğunu gösterir ve karışınızdaki kişiyi memnun eder. Yarın harcanacak paranın yenisine bile bu denli alâka göstermek ne kadar da mânidardır! NOT: Para verirken özellikle yırtık, eski ve kirlenmiş paraları veren kişilere -çam sakızı çoban armağanı kâbilinden- bir nebze nasihat edebildiysek, kendimizi bahtiyar hissederiz. 3 Mayıs 2015 – Pazar Bugün akşamüzeri markete giderken yolda tefekkür ediyordum. O esnada aklıma gelen bazı şeyleri hemen telefonun mesaj bölümüne not etmeye başladım. "Gençler ise verimli bir arazi gibidirler"cümlesini yazdım, sonuna nokta mı noktalı virgül mü koyayım diye bir an düşünürken, birisi yanıma geldi ve selâm verdi. Başımı kaldırdım çok sevdiğim bir kardeşim tebessüm ediyor... Daha doğrusu genç bir Müslüman kardeşim... Öyle güzel bir tevâfuk oldu ki, o anki benim yazdığım ile yaşadığımın bir bağı olduğunu düşündüm. Kardeşimin selâmını aldım ve elimdeki telefonda en son yazmış olduğum cümleyi kendisine gösterdim; güldü ve "inşâAllah, o verimli arazilerden oluruz" dedi. "Âmîn" dedikten sonra; hem onun için hem de tüm Müslümanlar için dualar ettim, o da "âmîn" dedi. Bu güzel dualarla ayrıldık. O Müslüman kim miydi? Ne fark eder ki? O kendisini biliyor... İbret alınacak olaylarda her zaman isimleri zikretmeye gerek yoktur; zikretmemenin de, alacağımız ibrete ve hisseye bir zararı olmaz. Maalesef ki, birçok insanın, asıl meseleye odaklanmak yerine kişilere odaklanmak gibi bir zaafı vardır! Rabbimizden bu tür kimseler için de salâh diliyoruz. Yaşanan bütün her şeyin gerisinde kesin olarak İlâhî hikmetler olduğuna inanırım. Zira evrende Allah'ın irâdesi, hikmeti ve izni dışında hiçbir şey olmaz. Bu nedenle bu küçük olayı, o kardeşimin verimli, hayırlı bir Müslüman olduğuna yordum. İnşâAllah öyledir, öyle olur. O anda kaydettiğim notumun tamamına gelince, o da şu idi: "Unutulmasın ki, câhiliyyenin yaşlı insanları yıllarca nadasa bırakılmamış, bu yüzden verimi azalmış, bir anlamda çoraklığa yüz tutmuş bir araziye benzerler. Gençler ise verimli bir arazi gibidirler; istenirse verim alınır, ilgisiz kalınıp, kendi hallerine terk edilirse atâlet ortaya çıkar. Allah için yaşamayan bir insan, dümensiz bir gemi gibi rüzgâr tarafından sağa sola sürüklenir. İnsan vahiyden kopuk bir hayat yaşadığında, üzerinde gerekli-gereksiz otların bittiği, genelde dikenlerin, yer yer faydalı bitkilerin ve meyvelerin boy verdiği ama kendisiyle ilgilenilmeyen, sulanmayan, dikenleri sökülmeyen, zararlı otları yolunmayan bir bahçe gibidir. Bu durumda, içindeki yararlı bitkiler de sağlıklı olarak gelişemez ve zamanla kurur ve bu manzara her sene ya da birkaç senede bir mütemâdiyen tekrarlanır. Hem gençleri hem de yaşlıları dinçleştiren, güçlendiren ve verimli hale getiren ise vahiyle doğrulmak, Sünnet-i Seniyye ile yol almaktır." Vahiyle doğrulmak ve Sünnet gemisi ile yol almak!.. Rabbimiz, hepimize böylesi selâmetli bir yolculuk nasip etsin, dünyadan âhirete giden yolda... 8 Mayıs 2015 – Cuma Bulutlu ve kapalı bir hava... Gök gürültüsü, şimşek ve yağmurlu bir gün... Hemen Rabbimizin şu Âyetleri aklımıza geliyor ve okuyoruz: "Size korku ve ümit salarak şimşeği gösteren, (yağmur) yüklü bulutları ortaya çıkaran O'dur. Gök gürültüsü O'na hamd ile, melekler de O'nun korkusundan tesbîh ederler. O, yıldırımları gönderip onlarla Allah hakkında mücadele edip dururlarken (onlardan) dilediğini çarpar. O, kudret ve azabı çetin olandır." (Ra'd: 12, 13) Yâ Rabbi! Yarattığın şeylerin şerrinden Sen'in tam kelimelerine sığınıyoruz. Çetin azabından Sana sığınıyoruz; rahmetini umuyor, rızânı diliyoruz. 28 Mayıs 2015 - Perşembe Mayıs'ın son haftasının içindeyiz. Bugün de bulutlu, kapalı bir havayı ve yağışlı bir günü idrâk ediyoruz. Rabbim, üzerimizden rahmetini eksik etmesin! 30 Mayıs 2015 - Cumartesi Geçmişten Bir Diyalog! Başkalarının Elindeki Dünyalıklara Bakıp, Kendisini Aşağıda Görmek! Lise yıllarında iken, Allah'ın, kendisine fazla bir şey vermediğini söyleyen kendisini fakir gören bir arkadaşla konuşuyoruz. Allah bana hani ne verdi ki? Diyor. Dedim ki, nereden başlayalım? Fark etmez, elle tutulacak neremiz var ki? Dedi. Nefesinden başlayalım dedim. Allah sana nefes nimetini verdi. Nefes alman bir nimet, aldığın nefesi vermen başka bir nimet, dedim. Nefes alamasan ölürsün, aldığın nefesi veremesen yine ölürsün. Demek ki Allah, nefes alıp verdiğin her an sana iki kez hayatını bağışlamaktadır. Rabbimizin bu nimet ve lütfunu düşünsen sana yeter, dedim! İnsan, bu dünyada hayatını kurtaran bir kimseye ömrünün sonuna kadar kendisini borçlu hissediyor ve kolay kolay onun hiçbir isteğini geri çeviremiyor. Oysa Allah sana her an iki kez hayatını bağışlamakta ve senin yaşamana izin vermektedir. Senin de, Allah'a şükretmen, sadece O’na ibâdet etmen ve hayatın boyunca O'na karşı gelmemen gerekmez mi? Dedim. Tamam, yaratmış, yaşatıyor ama bir zenginlere bak, bir de bizim halimize! Zenginler yiyor, içiyor, bu hayatta keyif çatıyorlar, diyor. Dedim ki: Çok zengin olsaydın ama hasta olsaydın, gönlünce yiyip içebilir miydin? Hayır, tabi ki de, dedi. O halde, düşünmez misin? Yüce Allah sana sağlık nimeti vermiş. Nice zenginler var ki, bazı rahatsızlıkları nedeniyle, senin imrendiğin güzel yemekleri yiyemiyorlar! Bir de sen, zengin olan bu kimselerin yerinde olmak istiyorsun, dedim. İmkânları geniş olduğu için, dedi. İmkânlarının olması ayrı, o imkânlardan yararlanabilmek ve şükrünü ifa edebilmek ayrı şeylerdir, dedim. Kimisi "var yemez"dir, kimisi "var yedirmez", kimisi de "var yiyemez"dir. Sen "var yiyen" olmaya özeniyorsun ama varlıktan anladıkların değeri düşük şeyler. Oysa daha değerli hatta paha biçilmez zenginlikler var, dedim. Nedir o zenginlikler? Dedi. Sence, sağlık mı zenginlik mi önemli? Dedim. Önce sağlık, dedi. O zaman, sana hayat veren ve sağlıklı olarak yaşatan Rabbimizin nimetlerini neden görmeye çalışmıyorsun? Dedim. Devamla: Sağlık ile zenginlik arasında tercih yapmak zorunda kalsan hangisini seçersin? Dedim. Ya tabii ki sağlığı seçerim, dedi. Ee, işte Allah sana onu lütfetmiş, dedim. Öyle de, yanında zenginlik de olsa, kötü mü olur? Dedi. Dedim ki: Ama sen dünyalıklar konusunda çok hırslısın. İstediğim her şey benim olsun, diyorsun. "Rabbenâ! Hep bana!.." Bu hırs ve bencillik değil mi? Elindeki sayısız nimetin farkına varmayan, verene şükretmeyen, devamlı sızlanan, verilenleri küçümseyen ya da azımsayan kimsenin kalbine, bu nimetleri karşılıksız veren Allah, darlık vermez mi? Dedim. Sen, Allah'ın sayısız nimetlerinden gâfil olduğun için, her nimetin yanından gafletle geçiyorsun! "Benim durumun çok kötü" diyerek kendine dertler, sıkıntılar üretiyorsun ve problemli bir kişi olmak için âdeta çabalıyorsun, dedim! Dünya nimetleri konusunda sen kendinden aşağıdakilere baksan, senden daha kötü durumlarda olan sayısız insanları göreceksin ve kendin için sızlanacağına, onlar için üzüleceksin! Böylece elindekilerin kıymetini daha iyi anlayacaksın! Bir kere sende servet ve zenginlik meselesi takıntı haline gelmiş. Maddeye ve dünyalığa odaklanmışsın! Sana sorarım; gözlerin görmese, dünyanın en zengini olsan, gözlerinin açılması için o serveti seferber eder miydin? Hiç düşünmeden, “ederdim” dedi. O halde, sen zaten zenginsin; çünkü gözlerin görüyor. Şayet servet sahibi bir kimse olsaydın, gözlerinin görmemesi durumunda o serveti gözünü kırpmadan vereceksen; iltifat etmediğin o zenginlik için ne diye Allah'ın sana lütfettiği ağzını yorarsın, nefesini tüketirsin ve ağrımayan başını ağrıtırsın, dedim. Unutma ki, nice insanlar konuşamıyor, nefes darlığı çekiyor ve göremiyor. Senin elin, ayağın sağlam, gençsin, dinçsin. Artık bu zenginliklerinin farkına varman gerekmiyor mu? Dedim. Bu açılardan bakılırsa, haklısın tabii ki, dedi. Dedim ki: Arkadaşım! Bakış açısı bu, diğer bakış açıları insanı şükürsüzlüğe, nankörlüğe, hasede, gıybete, çekememezliğe, hırsa, ihtirasa, bencilliğe, açgözlülüğe ve kanâatsizliğe götürür!.. Şeytanın istediği de budur! Şeytan, insanı hırs ve açgözlülükle şükürsüzlüğe ve küfre sürükler; ona ve aldatıcı nefsine kanma, en büyük zenginlik kanâattir, dedim! Sonra, Peygamber, Kitâb, akıl, fıtrat, iman, rızık nimetlerini hatırlattım. Nefislerimizde, yeryüzünde, göklerde ve bu ikisi arasında nice Âyetler (ibretler, deliller) olduğunu söyleyerek; rahmetinin, lütfunun ve kereminin sınırı olmayan Rabbimizin sayılamayacak kadar çok nimetler bahşettiğine dikkat çektim. Asıl lütfunun ise âhirette mü'min kullarına bahşedeceği rızası, cenneti, cennet nimetleri, Cemâl-i İlâhî'si, Peygamberimizle, diğer peygamberlerle ve tüm sâlih kullarla ebedi olarak cennette kalmak nimetlerinin bulunduğunu söyledim. Bu nimetler, sadece Allah'a kulluk eden takvâ sahiplerine verilecektir... Takvâ da şirksiz iman ile kazanılır diyerek konuyu Tevhîd’e getirdim. Zira sağlıklı düşünebilen akl-ı selîm her mü’min için her konu Tevhîd’e çıkar. Her mesele, Tevhîd temelli, amaçlı ve hedefli olarak değerlendirilmelidir. Diyalog konumuza dair rahmet ve mağfiret sahibi olan Rabbimiz meâlen şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız (mümkün değil) onları sayamazsınız. Şüphesiz Allah çok mağfiret edendir, çok rahmet edendir.” (Nahl: 18)
Rabbimiz bizlere Tevhîd’e sebât ve istikâmet versin. 27 Haziran 2015 – Cumartesi Bugün Hicrî 10 Ramazan 1436. Takvime bakacak olursak yaz mevsimindeyiz. Oysa pratikte baharı yaşıyoruz. Elbette her mevsim güzeldir. Her ayın, her günün güzelliği farklıdır. Ama yaz mevsiminde, bahar havasını hissetmek ve teneffüs etmek de Rabbimizin bize lütfettiği güzelliklerdendir. Rabbimizin lütfunun, kereminin, nimet ve rahmetinin sınırı yoktur. Duamız odur ki, Yüce Rabbimiz, dünyada da, âhirette de üzerimizden rahmetini eksik etmesin. Gök gürültülü, bulutlu ve yağmurlu bir hava… Rabbimizin azâbından korkuyor, rahmetini umuyoruz… Rabbimizin azâbından, yine Rabbimizin lütuf ve rahmetine sığınıyoruz… "Size korku ve ümit salarak şimşeği gösteren, (yağmur) yüklü bulutları ortaya çıkaran O'dur. Gök gürültüsü O'na hamd ile, melekler de O'nun korkusundan tesbîh ederler. O, yıldırımları gönderip onlarla Allah hakkında mücadele edip dururlarken (onlardan) dilediğini çarpar. O, kudret ve azabı çetin olandır." (Ra'd: 12, 13) Biz de gök gürlediği zaman bu Âyeti hatırlamalıyız ve okumalıyız: وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ وَالْمَلاَئِكَةُ مِنْ خِيفَتِهِ “Gök gürültüsü O'na hamd ile, melekler de O'nun korkusundan tesbîh ederler.” Şu mübârek Ramazan ayındaki rahmet, bereket ve mağfiret tüm mü’minleri kuşatsın! Yüce Yaradan, hepimize, diğer aylarımızı da Ramazan gibi idrâk etme şuuru versin. Bizleri göz açıp kapatıncaya kadar bile nefsimizin eline bırakmasın! Su hayattır. Susuz bir hayat düşünülemez. Her canlı, sudan yaratılmıştır ve suya muhtaçtır. Nitekim Yüce Allah: “Canlı olan her şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ: 30) buyurmaktadır. İnsan Allah’tan yağmur ister: اللّٰهُمَّ اسْقِنَا “Allah’ım! Bize yağmur ver!” (Buhârî, İstiskâ, 5, 13) der, sonrada yağmurun sel vb. sebep olabileceği felâketlerden korkar da, şiddetli yağmur yağdığı esnada: اللّٰهُمَّ حَوَالَيْنَا وَلاَ عَلَيْنَا “Allah’ım! Etrafımıza yağdır, üzerimize değil!” der. (Buhârî, İstiskâ, 5, 6, 7, 12, 13, 23; Müslim, İstiskâ, 9) Başka bir rivâyete göre ise, Rasûlullah: اللّٰهُمَّ حَوْلَنَا وَلاَ عَلَيْنَا “Allah’ım! Civarımıza yağdır, üzerimize değil!”(Müslim, İstiskâ, 8) buyurmuştur. Rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah aleyhisselâm, kuraklıktan şikâyet edildiğinde, üç kere: اللّٰهُمَّ أَغِثْنَا “Allah’ım, bize yağmur ver!” diye dua etmiştir. Hadîs’in Râvîsi Enes b. Mâlik’in dediğine göre, Peygamberimiz dua etmeden önce gökyüzünde ince ya da kalın tek bir bulut yok iken, onun duasından sonra gökyüzünde Rasûlullah’ın arka tarafında kalkan şeklinden bir bulut belirdi ve o bulut semânın ortasına varınca yayıldı. Daha sonra da yağmur yağmaya başladı. İnsanlar altı gün güneşi göremediler. Öbür Cuma günü Peygamberimiz ayakta hutbe verirken, bu sefer de insanlar, malların helâk olduğunu, yolların kapandığını söyleyerek, Rasûlullah’a yağmurdan kaynaklanın problemlerden şikâyette bulundular ve Rabbimizin yağmuru tutması için Peygamberimizin dua buyurmasını istediler. Peygamberimiz de iki elini kaldırdı: اللّٰهُمَّ حَوَالَيْنَا وَلاَ عَلَيْنَا اللّٰهُمَّ عَلَى الْاٰكَامِ وَالظِّرَابِ وَبُطُونِ الْأَوْدِيَةِ وَمَنَابِتِ الشَّجَرِ “Allah’ım! Etrafımıza yağdır, üzerimize değil. Allah’ım! Tepelere, bayırlara, derelerin içlerine, ağaç ve ot bitecek yerlere yağdır!” diye dua eder etmez yağmur kesildi. Önceki Cuma’dan bu yana bir haftadır yağan yağmur bir anda durdu ve sahâbîler, mescidden çıkınca güneşli bir gökyüzü ile karşılaştılar. (Bkz: Buhârî, İstiskâ, 6; Müslim, İstiskâ, 8) Hz. Âişe radıyallâhu anhâ vâlidemizin dediğine göre, Rasûlullah aleyhisselâm yağmuru gördüğü zaman: اللّٰهُمَّ صَيِّبًا نَافِعًا “Allah’ım bize faydalı yağmur ver!” derdi. (Buhârî, İstiskâ, 22) İmâm Buhârî rahımehullâh bu Hadîs-i Şerîf’i: بَابُ مَا يُقَالُ إِذَا أَمْطَرَتْ “Semâ yağmur yağdırdığı zaman söylenecek söz bâb’ı” isimli başlık altında rivâyet etmiştir. Bu ibâredeki مَا “mâ” hakkında Nahiv ilmi açısından üç ihtimâl vardır. Buradaki “mâ”; mevsûle, mevsûfe yahut da istifhâmiyye olabilir. Bu üç ihtimâle göre anlam verelim. Mevsûle olursa, anlam: “Semâ yağmur yağdırdığı zaman söylenecek şey” olur. Mevsûfe olursa, anlam: “Semâ yağmur yağdırdığı zaman söylenecek olan hangi şeydir?” olur. İstifhâmiyye olursa, anlam: “Semâ yağmur yağdırdığı zaman ne söylenecek?” olur. Kısacası, yağmur yağdığı zaman okunacak mesnûn (Sünnet olan) dualardan birisidir. Şu muhakkaktır ki insan, her hâlükârda Allah’ın rahmetine ve yardımına muhtaçtır. Kendisi de bunu anlamalıdır. Sebepleri ilâhlaştırmamalıdır. O sebepleri var edene kul olmalı, O’na yönelmeli, O’ndan istemelidir. İnsan kesin olarak bilmelidir ki, fayda veren de zarar veren de ancak Allah Sübhânehu ve Teâlâ’dır. Bazı insanlar, güneşli, açık havaları sevdiğini, bulutlu ve yağmurlu yani kapalı havaları pek sevmediğini söylese de; gerçekte insanoğlu bulutları ve ardından gelen yağmuru çok sever. Her bulutun yağmur getireceğini düşünerek heveslenir, ümitlenir. Hatta Kur’an’ın haber verdiğine göre; peygamberleri yalanlayan inkârcı kavimler üzerlerine gelen azâp bulutlarını yağmur bulutu sanmışlar ve sevinmişlerdir. Yeter ki Allah bir süre yağmur göndermesin, tüm insanlar âdeta sevgilinin yolunu gözler gibi, gökyüzüne bakıp, yağmuru gözlemekte ve yokluğunda onu özlemektedirler. Artık gelsin ve yağsın diye, yağmur dualarına çıkmaktadırlar. Helâk edilen kavimlerden birinin haberini hatırlayıp, ibret almaya çalışalım. Unutmayalım ki bulutlar bazen kasırga bazen yağmur getirir. Yağmur insanların hayatiyetlerinin idâmesine sebep olduğu gibi, sel gibi âfetlerle hayatlarının son bulmasına da yol açabilir. Gelelim, Âd kavminin yalanlamasına!.. Hûd aleyhisselâm Âd kavmine Ahkâf denilen yerde: “Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin; çünkü ben gerçekten sizin için büyük bir günün azâbından korkarım”(Ahkâf: 21) diyerek korkutup uyarınca, onlar: “Sen bizi ilâhlarımızdan döndürmek için mi bize geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, o halde bizi kendisiyle tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir” (Ahkâf: 22) dediler. Hûd aleyhisselâm dedi ki: “(Ona dair) ilim, ancak Allah’ın katındadır. Ben, size benimle gönderilenleri teblîğ ediyorum. Fakat ben, sizin bilmez bir topluluk olduğunuzu görüyorum.” (Ahkâf: 23) Rabbimiz, azâbı isteyen bu kavmin sonraki hallerini şöyle haber vermektedir: “Onlar onu (azâbı) vâdilerine yönelmiş bir bulut halinde gördüklerinde: ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. (O dedi ki): ‘Hayır o, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. Bir rüzgârdır ki, onda çok acıklı bir azâp vardır. Rabbinin emri ile her şeyi helâk eder.’” (Ahkâf: 24, 25) Allah’a ibâdet etmemekten büyük câhillik olur mu? Bu tür insanların tüm faaliyetleri sağlıklı akla aykırı olan işlerden ibârettir. Kendilerine nasihat eden, doğru yolu gösteren bir kimseye meydan okuyup azâp istemek!.. Aslında onların azâp istemeleri âkıbetlerine uygun bir dilek idi; ama o azâbı gördükleri zaman, ondan kaçıp kurtulmak isteyeceklerdir. Onların azâp isteme psikolojilerinin altında, Hz. Hûd’un azâbı getiremeyeceğine inanmaları yatmaktaydı. Yani “sen bunu yapamazsın!” demek istiyorlardı. Sonra da onunla dalga geçmek niyetindeydiler. Daha sonra istedikleri azâbın belirtileri ortaya çıktığı halde, kendilerine gelmemişler, gaflet uykusuna devam etmişler ve gördükleri bulutu yağmur getirecek bulut sanmışlardır. Muhtemelen uzun zamandır yağmur yağmadığı ve kavurucu sıcaklar olduğu için gökyüzünde beliren bulutu bir anda yağmur bulutu sanıp, ümitlenmişlerdir. Fakat onun, sonlarını getirecek olan bir felâket habercisi olduğunu düşünememişlerdir. Sevinçle dışarıya çıkmışlar, yağmur yağacak diye ümitle beklemeye başlamışlardı. Fakat öyle bir fırtına geliyordu ki, her şeyi toz duman ediyor, herkesi ve her şeyi mahvediyordu. İnsanları kökünden kopmuş hurma kütükleri gibi sağa sola fırlatıyordu. Sonra da onlar, içleri boşaltılmış hurma kütükleri gibi yere yıkılmış halde helâk oluyorlardı. Her yer toz duman! Allah’ın azâbından kaçmanın imkânı yok! Rabbimiz, "sarsar" denen bu ıslıklı kasırgayı onlara yedi gece ve sekiz gün peş peşe musallat etti. Allahu Ekber! Birkaç saat değil, günlerce tüm şiddetiyle önüne gelen her şeyi kasıp kavuran bir fırtına, bir kasırga! Eğer insan düşünse, her şeyden kendi nasibi olarak ibretler çıkaracaktır. Ve şunu anlayacaktır ki: Allah’ın emrine muhâlefet eden bir topluma, Allah’ın emrine uyan bir rüzgâr gönderilmiştir!.. İnsan, hevâ ve heveslerini, temenni ve özlemlerini bir tarafa atıp Allah’a itaat yoluna girmelidir. Zira tüm hayırlar ve güzellikler -her şeyin yaratıcısı, sahibi olan, her şey kudret elinde bulunan ve her şeye hükmeden- Allah’ın yolundadır. Sebepleri, hakikatin önüne ya da üstüne çıkartarak, onları yüceltmekten ve ilâhlaştırmaktan daha büyük bir akılsızlık ve gaflet olabilir mi? Şiddetli rüzgâr estiğinde nasıl dua edeceğimiz hususunda da bir Hadîs-i Şerîf nakledelim. Peygamber aleyhisselâm’ın zevcesi Hz. Âişe şöyle demiştir: “Peygamber aleyhisselâm rüzgâr şiddetli estiğinde: اللّٰهُمَّ إِنِّى أَسْألُكَ خَيْرَهَا وَخَيْرَ مَا فِيهَا وَخَيْرَ مَا أُرْسِلَتْ بِهِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّهَا وَشَرِّ مَا فِيهَا وَشَرِّ مَا أُرْسِلَتْ بِهِ Allah’ım! Ben Sen’den bunun hayrını, bunun içindeki hayrı ve kendisi ile gönderilen hayrı dilerim. Bunun şerrinden, içindekinin şerrinden, kendisi ile gönderilen şerden de Sana sığınırım, derdi. Semâda gök gürültülü, şimşekli bulutlar oldu mu rengi değişir, dışarı çıkar, içeri girer, bir ileri gider, bir geri gelirdi. Yağmur yağdı mı bu hâli de kaybolurdu. Ben onun bu hâlini yüzünden anlardım. Âişe radıyallâhu anhâ dedi ki: Ben ona bunun sebebini sordum. O: Belki de ey Âişe bu, Âd kavminin dediği gibidir: فَلَمَّا رَأَوْهُ عَارِضًا مُّسْتَقْبِلَ أَوْدِيَتِهِمْ قَالُوا هٰذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَ “Onlar onu vâdilerine doğru yönelip bir bulut olarak gördüklerinde bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur, dediler. (Ahkâf: 24)” (Müslim, İstiskâ, 15) Bir fıkra ile bitirelim. Bir sohbet anında birisi Nasreddin Hoca'ya: "Hocam, şu insanlar çok garip, hatta nankör. Kimi kışın soğuktan, kimi yazın sıcaktan şikâyet eder." demiş. Hoca kaşlarını çatarak: "Sus be adam! Bahara bir şey diyen var mı?" diye karşılık vermiş. Fıkra fıkradır ama Hoca’nın da dediği gibi, genelde insanlar yazın sıcaktan, kışın soğuktan şikâyet etseler de, bahar mevsiminde şikâyet edecek şey bulamazlar. Biri baharda yağmur yağıyor diye şikâyet etse, diğeri yağmur rahmettir der! Yağmurlu bir gün vesilesiyle bazı meseleler üzerinde tefekkür etme fırsatını veren Yüce Rabbimize hamd-ü senâlar olsun. Alt Başlıklar: Sünnette Allah'tan yağmur isteme duaları, şiddetli yağmur yağdığında ve şiddetli rüzgâr estiğinde okunacak dualar ve gök gürlediğinde okunacak dua. 2 Ağustos 2015 – Pazar Bugün Hicrî 17 Şevvâl 1436 Bugün bir meşguliyetim esnasında radyoyu açtım. Frekansın birinde banttan yayınlanan bir Hadîs sohbeti var. Dinlemeye başladım. Konuşmacı hoca, "insan, dünya zevklerini (hubbu'ş şehevât/şehvetlerin sevgisi)ni hedef hâline getirmemeli, bunlara aldanmamalı, kendini bunlara kaptırmamalı yani âhiret hesabı olmadan dünya kazanımlarını hedefleyerek bir hayat yaşamamalı" meâlinde sözler sarf ediyor... Etmesine ediyor ama bu sözleri sarf ederken; birden –Radyonun ana kumanda masasındaki gençler- Hadîs sohbetini kesiyorlar ve reklamlara giriyorlar. Hadîs dinleyeyim diye durduğum frekans bana reklamlar dinletiyor. Sohbet esnasında programın kesilerek reklama gidildiğini yani Hadîs sohbetinin bitmediğini ve devam edeceğini sonradan anlıyorum. Zira daha sonra sohbet kaldığı yerden devam ediyor... Birileri, Hadîs sohbeti yaparken bile dünya çıkarları düşünülür mü? Diyebilir. Bari, o esnada insan, şuurlu ve anlayışlı olmalı ki, dinleyicilerin, Peygamberimizden gelen Hadîsleri güzelce dinleyip tefekkür etmelerine mâni olunmasa, o huşu bozulmasa! Denilebilir. Gerçek şu ki, böylesi bir programda bile insanın aklı dünya menfaatinde olabiliyormuş! Hem de konuşulanların tam hilâfına! Nasıl mı? Gelelim o reklamlara... Radyoda bir vâveylâ kopuyor sanıyorsunuz. Bol gürültülü bir ambiyans altında deniliyor ki: "Tesettürde moda... Modayı takip edenler ve zevkini bilenlerin adresi!.. Herkese, her keseye göre renkli, câzip, kaliteli ve hesaplı!" Estağfirullah! Hoca az önce modayı eleştirmedi mi? Sömürü düzeni Kapitalizm'in tuzaklarından olduğunu söylemedi mi? Zevkini, şehvetini, dünya çıkarlarını ve kişisel menfaatlerini kendisine yol, yön ve rota edinenlerin, âhiretten uzaklaştıklarını söyleyerek uyarmadı mı? Bu reklam da neyin nesi? Hem de Hadîs dersini bölme pahasına! Radyonuzun bir yayın politikası olabilir, bunlar size göre belki câizdir; ama konuşmasını yayınladığınız kişinin söylediklerine muhâlefet etme pahasına yaptığınız bu âmiyâne ve tutarsız davranışın mantığı nedir? İşin aslı, yayın politikası böylesine şuursuzluk üzerine kurulu olan bir radyoda Tefsir ve Hadîs sohbeti yapmanın mantığını da çözmek zor! Tefekkür bir kişiye değil, her kişiye fayda sağlamalıdır. Daha sonra ne mi oldu? "Hadîs dersleri devam ediyor" anonsuyla tekrar sohbeti yayınlamaya devam ettiler! Hoca da, önceki konuşmalarına devam etti. Allah'tan; basîret, anlayış, şuur, hidâyet, salâh ve takvâ vermesini diliyoruz. Hiç olmayanlara nasip buyursun, olanların da iyiliklerini artırsın. 3 Ağustos 2015 – Pazartesi Bugün bir kitabevinde idim ve Osman Zeki Soyyiğit’e ait olan yeni çıkmış bir Kur’an mealini incelemekle meşguldüm. O esnada yanımda bir gölge beliriyor ve “selâmun aleyküm” diyor. Başımı kaldırdığım zaman o sesin sahibinin, dün Hadîs sohbetini radyodan dinleyip de, o radyo yayınının ilkesizliği ve çelişkisi hakkında kısa bir yazı yazarak yorum yaptığım Hoca olduğunu anlıyorum. Ve “aleyküm selâm” dedikten sonra bir müddet sohbet ediyoruz. Bu kişiyi yıllardır görmüyordum. Selâmına ve kelamına icâbet ettim, ama aslında bir anlamda ben kendisinden bahseden küçük bir yazı yazmamla, bir önceki gün kendisine selâm vermiştim. O da bu selâmı karşılıksız bırakmayıp, bizzat gelerek selâm vermiş oldu. Hayatta bu tür şeyler çokça yaşanır. Birileri bunları tesadüf yani tedbirsiz olarak, gelişigüzel meydana gelen rastlantı ve rast gelme zannetseler de, aslında öyle değildir. Bunlar, birbirine uygunluk arz eden “tevâfukî” amellerdir. Bu amellerin ve olayların üstünde Allah’ın mutlak irâdesi bulunmaktadır. Evrende Allah’ın irâdesinden onay almayan, O’nun takdîr etmediği, bilmediği, görmediği, haberinin ve izninin olmadığı hiçbir şey yoktur. Allah her şeyi hikmet ile yapandır ve yaratandır. O'nun izni olmadan hiçbir şey meydana gelemez. Evrende vukua gelen hiçbir hâdise anlamsız ve boş yere de değildir. Bu nedenle her şeyde alınacak ibretler ve hikmetler bulunmaktadır. Bu şuura sahip olan her insan, adım attığı her yerde ve gördüğü her şeyde kâinât kitabının satırlarında yer alan bu ibretlere şahitlik eder. Peki, bu minik hâdiseden nasıl ibret alabiliriz? Bu kıssadan hissemiz şudur ki; insanların huzurunda ya da gıyâbında güzel söz söylersek, güzel dileklerde bulunursak, onların ıslâhı ve affı için dua edersek, adlarının geçtiği her yerde onları hayırla yâd edersek; o kimseler, bu yaptığımız iyilikleri bilseler de, bilmeseler de, bize karşı içlerinde sevgi ve sempati besleyeceklerdir. O kalplerde neş’et edecek olan bu sevgi ve hürmetin tohumunu atacak olanlar da bizzat biziz. Biz, insanlar hakkında hüsn-ü zanlarda ve güzel temennilerde bulunduğumuz sürece, o kimselerin kalplerinde filizlenen sevgi çiçekleri büyüyecektir. Kalpler kinistana, öfke ve nefret yurduna değil; gülistana, sevgi ve çiçek bahçesine dönüşecektir. Aynı şekilde, insanların huzurunda ya da gıyâbında kötü sözler söylersek, onların gıybetini edip, iftiralarda bulunursak, insanlar arası ilişkilerde bazı kimseleri töhmet altında bulunduracak üslup ve ifadelerle şuursuzca cümleler kurarsak, kötü zanlarda bulunursak, o kimseleri başkalarına eleştirip, onların itibar ve şahsiyetlerini zedelemeye çabalarsak, yani bir anlamda kötülük yolundan hayır umma ve bekleme gafletine düşersek; o kimseler bu yaptığımız kötülükleri bilseler de, bilmeseler de, bize karşı içlerinde kin, nefret, düşmanlık, antipati, soğukluk, iticilik ve muhâlefet duyguları besleyeceklerdir. O kalplerde beliren o duygulara bir yönüyle biz sebep olmuş oluruz. Rabbimiz ne güzel buyurmuş: “İyiliğin karşılığı iyilikten başkası olabilir mi?”(Rahmân: 60) İyiliğe iyilikle karşılık vermek gerekir. İyilik yapan iyilik bulur. İyi olan, iyi insanlarla ve iyiliklerle karşılaşır. Nitekim Rabbimiz, bu Âyetinde iyilik yapanların âhirette o amellerinin mükâfatını göreceklerini haber vermektedir. İslâm için bunca fedakârlığı yapan bir şahsın, Allah katında bunun karşılığını almaması düşünülebilir mi? İşte bu dünyada da iyilikler, en güzel şekilde karşılık görmektedir. Güzel amel sahiplerine ya bu dünya şartlarında karşılıklar verilir ya da karşılıkların en hayırlısı olan âhiret sevabı ile ödüllendirilirler. Hiçbir iyilik boşa gitmez! Küçük kıssamızdan şöyle faydalı bir sonuç da çıkarabiliriz. İnsanların gıyâbında yani onlar yanımızda değilken bile, onlar hakkında söylediğimiz güzel sözler karşılığını buluyorsa, yanlarında söylediğimiz güzel sözlerimizin, söyleyene ve söylenene yarar sağlamaması düşünülebilir mi? Bir sözün güzel söz olduğunu anlamamız için, tâbiri câizse iki kefeli bir terazimiz vardır. Bir kefesi “insanların huzurunu” yani insanların yanında konuşulanları, diğer kefesi ise “insanların gıyâbını” yani insanların arkasından konuşulanları temsil etmektedir. Eğer zâhiren güzel gözüken bir söz, bu terazinin her iki kefesinde de varsa, o söz ne kadar güzel bir sözdür. Yok eğer, o söz, insanların yanında iken söyleniyor ama arkalarından tam tersi istikamette kötü ve nefsânî sözler sarf ediliyorsa, huzurda söylenen o söz, güzel bir söz değildir! İnsanın arkasından kötü konuşan o şahsın, insanların arkasından konuşurken nefsine uymasının değişik bir tezahürü de, huzurda iken ikiyüzlülük, yağcılık veya dalkavukluk yaparak, göstermelik, makyajlı ve aldatıcı laflarla sözüm ona güzel konuşuyor sanılmasıdır! Bu tür insanlara “gölge etme başka ihsân istemez” denir. İnsanların önünde ve arkasında güzel söz söyleyip, iyilik yapılmasının gereğini ve önemini ecdâd; “iyilik yap denize at, semek (balık) bilmezse, Hâlık (yaratıcı) bilir” diyerek özetlemişlerdir. İyiliklere kavuşmak isteyen, kötülüklerden yana dilini tutmalıdır! Ya hayır söylemeli ya da susmalıdır! Müslüman; elinden ve dilinden emniyette olunan kimsedir. O, zarar veren değil, fayda veren kişi olmalıdır. O, dikenli ağaç değil, meyveli ağaç gibi olmalıdır. İnsanları sıkan, kızdıran, eleştiren ve oturulan mekânı onlara dar eden değil, onları rahatlatan, sevindiren, güldüren ve nasihat eden olmalıdır. Nefis ve şeytanın oyunlarına gelerek, düşüncesizce konuşmamalıyız ki, insanlar dilimizden emin olsunlar. Bin düşünüp, bir konuşmalıyız. Yahut da bin düşünmeliyiz ama konuşmanın fayda vereceğine kanâat etmediysek, susmalıyız. Bir kez bile konuşmamalıyız. Zira yersiz konuşulan nice bir cümleler, nice bir kelimeler, binlerin kalbini kırmakta ve kötülüklere neden olmaktadır. Buna hakkımız yoktur. Şu da unutulmasın ki, eğer insanlar dilimizden emin olmazlarsa, biz de o dilimizin şerrinden emin olamayız. Âhirette ise, o dil söylediğimiz kötülüklerimizi bir bir sayar döker. Bundan Allah’a sığınırız. Dilimizin dile geleceği o korkunç günde Rabbimiz bizleri utandırmasın! Âmîn. 11 Ağustos 2015 – Salı Bugünlerde mevsimin en sıcak günlerini yaşıyor olmamıza rağmen; bugün gök gürültülü sağanak yağmur ile rahatlamak, serinlemek ve ıslanmak, Rabbimizin büyük bir lütfu ve rahmeti olsa gerek. Rahmân ve Rahîm olan Yüce Allah kullarına her dâim Rahmâniyetini göstermektedir. O'na nihâyetsiz hamd-ü senâlar olsun. 24 Ağustos 2015 – Pazartesi Bugün, akşam namazına yakın bir vakitte evde taze salatalık yiyordum. O kadar lezzetliydi ki, Rabbimin ihsân ettiği bu güzel rızık için O'na şükrettim. İçimden: "Yâ Rabbi, ne kadar güzel nimetler veriyorsun. Bunları cennette yemeyi de nasip et. Bu salatalığın bir de bahçeden yeni koparılmışını yemek vardı, ne kadar da lezzetli olurdu" diye içimden geçirdim. Elimdeki salatalık henüz bitmemişti ki, o esnada kapı çaldı, baktık ki, komşunun çocuğu elinde bir tabak ile çıkagelmiş ve: "Bahçe salatalığı getirmiştim" diyor. Muhteşem bir duygu. Gönlümden geçen dileğe ânında karşılık veren Ekremu'l-Ekremîn (cömertlerin en cömerdi), Erhamu'r-Râhimîn (merhamet edenlerin en merhametlisi) ve Mucîbu'd-Deavât (dualara icâbet eden) Allah Sübhânehu ve Teâlâ'ya binlerce kez hamd-ü senâlar olsun. Bunun üzerine komşu çocuğunun getirdiği taptaze, yerli bahçe salatalığından bir tane yedim ve Rabbime şükrettim. Ey dileklerimizi, dualarımızı ve yakarışlarımızı duyan Yüce Rabbim! Bizleri mağfiret eyle, günahlarımızı sevaplara tebdîl eyle, bizleri kötülüklerden uzaklaştır, iman ve İslâm üzere yaşat ve râzı olduğun bir hâlde de huzuruna kabul buyur. Dünyanın süslerine aldananlardan, nefse ve şeytana kulak verenlerden eyleme bizleri! Erzel-i ömür (ömrün en rezil, en düşkün dönemin)den Sana sığınırız! Bizlere, kalp, akıl ve rûh sağlığı ver. Sekerâtın musibetlerinden, ölümün korkulan hallerinden, kabir azâbından, mahşerin korkutan meşguliyetlerinden, amel defterlerimizde günahlarımızın çok olmasından, mîzanda kötülüklerimizin ağır basmasından, sırâttan geçemeyip cehenneme yuvarlanmaktan Sen'in sınırsız ve nihâyetsiz lütfuna, keremine, rahmetine ve mağfiretine sığınırız! Bizi göz açıp kapatıncaya kadar bile nefsimizin eline terk etme; terk etme ki o anda canını teslim edip de huzuruna nefsine kul ve köle olarak gelenlerden eyleme bizleri! Ey merhametlilerin en merhametlisi, kabul buyur! 16 Ekim 2015 – Cuma Akşamüstü markete gidip 3 tane çikolata aldım. Biri bir lira, diğer ikisi de doksan beşer kuruş. Fakat kasiyer genç, üçünü de aynı sanıp bir liradan çıkış yapmış. Marketten çıkınca bunu fark ettim. Gidip durumu anlattım. On kuruş hakkımı aldım. Birkaç adım daha atınca yerde on kuruş buldum. Güzel bir tevafuk oldu. On kuruş hakkımı marketten aldım, on kuruş da buldum. Hâdiseyi güzele yorarsak çok anlamlar çıkarabiliriz sanırım. Hakkâniyetli olan her zaman kazanır, hayır ve sevap elde eder. O on kuruşa mı tenezzül ettin? Sorusu gelir mi bilmiyorum ama bunu, az önce de işâret ettiğim gibi hakkâniyet adına yaptım. Hakkı gözetmek ne başkasıyla alâkalıdır ne de bizimle sınırılıdır. Ortada bir hak varsa kimin lehine olursa olsun, onu gözetmeye "adâlet" diyoruz. Allah da hepimize âdil olmamızı emretmektedir. Ben de bu şekilde bir yanlışı düzeltmiş oldum. Düzeltmeseydim, kendi hâline bırakıp hakkımı helâl etseydim ne mi olurdu? Bu tür işlerde hakkımızı zaten helâl ederiz. Mesele bu değildir. Eğer herhangi bir girişimde bulunmasaydım, o kişinin dikkatsizlikten kaynaklanan bu tür hatalara devam etmesine göz yummuş olurdum. Bir yanlışı gördüğüm halde düzeltme imkânına sahip olmama rağmen sessiz kalmış olurdum. Hata her zaman küçük olmaz, bazen insan büyük hatalar da yapabilir. İnsan, zaaflarını bilir ve sakınırsa hataların küçüğünden olduğu gibi, büyüklerinden de sakınmış olur. Bir de yanlış yanlıştır. Büyük küçük, önemli önemsiz diye ayırmaya başladığımızda bunun sonu gelmez. Artık doğrunun ve yanlışın kararını da kendimiz vermeye başlarız. Müslüman asla yalan söylemeyeceği yani söylememesi gerektiği halde yalanlara bile masumiyet elbisesi giydiririz; pembe, beyaz, zararsız veya masum sıfatlarıyla yalan söylemeye başlarız. Bundan Allah'a sığınırız! Bir de on kuruş vardı değil mi? O on kuruş ne mi oldu? Biz genelde mesaja değil de detaylara takılırız ya, ondan bahsetmezsek olmaz. Bulduğum bozuk paraları birisine veririm. Bozuk olduğu için, -ben de genelde bulduğum için- çoğu zaman toplu yani kuruş yerine lira veririm. :) Allah'ın beni yaratışıyla, benimle alâkalı takdîr ve hikmetleriyle alâkalı olarak genelde bozuk para bulurum zaten. Sadece bozuk para mı? Elbette hayır! Yemekte taş olsa, kemik parçası vs. de bulunsa bana rast gelir. Yere toplu iğne düşse karşıma çıkar. Hatta bu durumlarda aile içinde espiri bile yapılır; "aramaya gerek yok" diye. Nasılsa ben bulurmuşum ya. :) Eski çağlarda düğün ve eğlencelerde yoğurdun içine altın yüzük atarlarmış ya, o zamana yetişseydim sanırım bayağı yüzüğüm olurdu. :) Neyse bunlar işin şaka tarafı. Bu özelliğimin güzel tarafları da çoktur. Meselâ; bir kitapta yanlış bir şey olsa, ilk o dikkatimi çeker. Hatta sayısız kereler başıma gelmiştir, bir sayfayı açtığımda, o sayfada gözüme ilk ilişen yanlıştan başka o sayfada başka yanlışın olmadığına. Ya da varsa yanlışlar, ikinci ve üçüncü gördüklerim de o yazım ya da başka yönlerden yanlışlar olmuştur. Tecrübe bir ilim ise -ki öyledir- bunları sık sık yaşarım ben. Bir kimse yanlış yazsa, yanlış konuşsa ya da mantık vs. hatası yapsa hemen fark ederim. Bir kimse ne kadar edebî ve süslü konuşursa konuşsun yaptığı ilmî bir yanlışı fark etmek güzel olsa gerek. Ya da kitaplarda varsa bir yazım hatası veya matbaa hatası, onu görmek de hiç gözardı edilecek bir güzellik olmasa gerek. Sözün burasında, hemen "kusur aramak" hükmünü vermeyelim! Biz, burada Allah'ın verdiği bir hasletten bahsediyoruz ve kusur arayan da yoktur! Emin olabilirsiniz. Yanlışı yanlış bilmek, bâtılı bâtıl bilmek, eksikliği fark etmek hem de ilk anda bunları görebilmek şükredilecek bir yön olsa gerek. Bundan dolayı da Allah'a şükrediyorum. Ayrıca burası benim günlüğüm, kim yanlış anlayabilir ki? :) O arkadaşın yanında: "Rabbimiz, hatalarımızdan dolayı bizleri uyaran insanlar lütfetsin" diyerek dua ettim, o da "âmîn" dedi. Ne güzel! MâşâAllah. Hamdolsun. Güzellikleri görebilene ne mutlu! İnsanda öyle güzellikler vardır ki, onları keşfetmek ve görebilmek çok önemlidir. Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Her şey tadında güzeldir. Aynen yemekteki tuz gibi. Tuzsuz yemeğin tadı ve lezzeti yoktur. Ama tuz çok gerekli bir nimettir diye kimse yemeğe tuzu da doldurmaz. Konuşurken de insan ölçüyü kaçırmamalıdır. Bir ayağı devamlı frende olmalıdır. Durmamak için değil, yeterli olduğunu düşündüğü anda durmak için konuşmalıdır. Az ama yeterli, öz ama anlaşılır, kısa ama derli toplu, sade ama ilim ve hikmetten müstağni olmayan güzel söz ve güzel amel sahibi olmayı dileriz. 10 Ocak 2016 – Pazar Mîlâdî yeni yılın ilk notunu paylaşmak isitiyorum. Dün öğleden sonra, -ticârî koşuşturmalarının yoğunluğu nedeniyle- uzun zamandır görüşemediğimiz bir kardeşimizi ziyarete gittik. Asıl itibariyle sıla-i rahim, gelmeyene gitmektir. Çünkü –ma’lûm olduğu üzere- gelene herkes gider... O kardeşi ziyaret ettiğimizde soğuk algınlığından mütevellit oldukça rahatsız olduğunu gördük. Bu mevsimde bu rahatsızlık, istirahat etmeden kolay atlatılamayacak kadar yıpratıcıdır. Bu nedenle ziyareti kısa tutmak istedik ama kalmamızdan çok memnun olacağını söylediği için hemen kalkmadık. Nihayet akşam namazını cemaatle kıldıktan sonra muhabbet çaylarımızı içtik, daha sonra müsaade istedik. Bugün mu’tâd Hadîs okumamda “Hasta Ziyareti Âdâbı” başlığı altında hasta ziyaretinin önemiyle alâkalı Hadîslerin tevâfuk etmesi –hasta ziyaretinden sonra- hoş bir durum oldu. Hamdolsun. Hadîsleri bitirdikten sonra, Mehmet Emin Akın Hoca Efendi gibi kıymetli bir ilim adamının kalp krizi geçirip hastaneye kaldırıldığını sosyal medyadan öğrenmek ilk anda oldukça üzülmeme neden oldu. Ama haber sitelerinde durumunun iyi olduğuyla ilgili bilgilerin bulunması üzüntümü bir nebze hafifletti. Zira bu Hoca Efendi, gıyaben tanıdığım ve özellikle Hadîs/Sünnet müdafaası konusundaki gayretleri sebebiyle de Allah için sevdiğim bir abimizdir. Müslümanların birbirlerini sevmeleri, büyüklerine hürmet, küçüklerine de merhamet etmeleri, Ehl-i Sünnet’in hem akîdesidir hem de ahlâkıdır. Rabbim kendisine âcil şifâlar versin ve geçirdiği hastalığı günahlarına keffâret kılsın. İnsan, hayatta gerçekleşen hâdiselere bakınca şüphesiz olarak anlıyor ki, bir yaprak dahi Allah’ın izni ve irâdesi dışında kımıldamıyor. Hiçbir şey tesâdüfî/rastlantısal değildir. Her şeyde Yüce Yaratanın ilmi, kudreti, izni, irâdesi, hükmü ve hikmeti bulunmaktadır. Yeter ki bakmasını bilelim ve görmek isteyelim… 29 Şubat 2016 – Pazartesi Dört yılda bir gelen 29 Şubat’ta hikmetli bir anı yaşadım. Bugünkü mu’tâd Hadîs okumamda sırada; لَمْ يَتَكَلَّمْ فِى الْمَهْدِ إِلاَّ ثَلاَثَةٌ “Sadece üç kişi (Hz. Îsâ, Cüreyc’in şâhidi olan bebek, annesinin, kendisinin geleceğiyle ilgili temennilerine muhâlefet eden emzikli bebek) beşikteyken konuşmuştur…” (Buhârî, Mezâlim, 35; Müslim, Birr, 7) diye başlayan uzun Hadîs yer almaktadır. Hadîsi gündüz henüz tam olarak okumamıştım. Akşama bırakmıştım. Çarşıda bir mescidde ikindiyi kıldım ve namazdan sonra Kur’ân-ı Kerîm’i açtım ve gözüme ilk ilişen Âyeti okudum. Âyet aynen şuydu: وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِى الْمَهْدِ وَكَهْلاً وَمِنَ الصَّالِحِينَ “O (Îsâ) beşikte iken de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır ve sâlihlerdendir.” (Âl-i İmrân: 46) Okuyacağım Hadîs’te bahsi geçen ve beşikte iken konuşanların ilki olan Hz. Îsâ’nın bu özelliği Âyette de zikredilmektedir. Ne kadar etkileyici bir yaşanmışlık değil mi? Buna hiç tesadüf ya da rastlantı denilebilir mi? Hani, evrende tesadüfler olmazdı ve her şey Yüce Yaradanın irâde ve emri ile gerçekleşmekteydi ya... O bakımdan soruyorum. Tesadüfen var olmayan bir evrende tesadüflere yer olabilir mi hiç? O halde her insanın yaşadıklarından ve yaşananlardan ibret alması gerekmez mi? Bu hoş anımda, âdeta Kur’ân, günümüzde, Hadîslere saldıran ve Sünnetin hüccet oluşunu kabul etmeyenlere karşı Sünnet müdafaası yapmaktadır. Allah ile Rasûlün arasını ayırmaya çalışanların amellerinin bâtıllığını bildirmektedir. Rabbim, bana yaşattığı bu tevâfukî amel ile bütün mü’minlerin Kur’ân ve Sünnete sımsıkı sarılmaları gerektiğinin mesajını vermektedir. Nâçizâne ben, Rabbimin mesajını aldım… 27 Mayıs 2016 – Cuma Bugün, "Hayatın İçinden Özlü Sözler İbretler-Hikmetler-Öğütler" ve "Hz. Yûsuf'un Mısır'daki Konumu" isimli kitaplarım çıktı. Yüce Rabbime binlerce kez hamd-ü senâlar olsun. Rabbim kendi rızâsı için kılsın. Kendi yolunda daha hayırlı ve daha büyük muvaffakiyetler nasip buyursun. Âmîn. 14 Haziran 2016 – Salı Bugün, "Hz. Yûsuf'un Mısır'daki Konumu" adlı kitabımın iki bin adet olarak ikinci baskısı gerçekleşmiştir. Rabbime hamdolsun. 3 Ocak 2017 – Salı Kuzey yarımkürede kış mevsimi; 22 Aralık ve 21 Mart arasıdır. 21 Aralık tarihi “Kış Gündönümü”dür. Bu tarih, kuzey yarımkürede kışın, güney yarımkürede yazın başlangıcı sayılır. Bazı ülkelerde ise kışın veya yazın tam ortası sayılır. Kuzey yarımkürede en uzun gece, güney yarımkürede en uzun gündüz yaşanır. Kuzey yarımkürede yıldönümleri şunlardır: 1- En uzun gecenin ve en kısa gündüzün yaşandığı, kış başlangıcı olan 21 Aralık, “Kış Yıldönümü”dür. Kış mevsimi gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart’a kadar devam eder. 2- Kışın bitimiyle birlikte ilkbahar mevsimi başlar. O tarih, gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart’tır. 3- En uzun gündüz ve en kısa gecenin yaşandığı, yaz mevsiminin başlangıcı olan tarih, 21 Haziran’dır. 4- Gece ve gündüzün eşit olduğu, sonbahar mevsiminin başlangıcı ise 23 Eylül’dür. Şu anda senenin en soğuk mevsimindeyiz. İlk günden itibaren kış mevsimi kış gibi geçmektedir. Her taraf karlarla kaplı… Yetkililerin bildirdiğine göre; 24 Aralık itibariyle, Konya’da son 14 yılın en yoğun kar yağışı yaşanarak kış mevsimine girilmiştir. O tarih itibariyle, Konya kent merkezinde yani düz alanlarda kar ölçümüne göre kar kalınlığı 37 cm’dir. 14 yıl önce 2002’nin Aralık ayında ise 32 cm idi. 1988 yılının Kasım ayında ise 40 cm olarak ölçülmüştür. 3 Ocak Salı günü itibariyle ise; kent merkezinde 52 cm olarak ölçülmüştür ki, bu bir rekordur. Hadim ve Taşkent gibi bazı ilçelerde kar kalınlığı 60 cm'yi, Alacabel'de ise 120 cm'yi bulmuştur. Yüce Allah, bizleri rahmetinden mahrum etmesin, her şeyin en hayırlısını versin ve verdiklerinin de âfetlerinden korusun. 7 Ocak 2017 – Cumartesi Bugünlerde tüm ülke genelinde kar, buzlanma, don, rüzgâr ve soğuk söz konusu… 13 Şubat 2017 – Pazartesi Mesele Yoğurt Değil, Hisseye Bak! Bir anımı hiç unutamam. Liseyi yeni bitirmiştim. Üniversite yılları idi... Bir gün kapımızın zili çalmıştı. Tanıdığımız bir Müslüman elinde bir teneke yoğurtla gelmişti. Bu arkadaş, yakından tanıdığımız ve yoğurt satan birisiydi. Biz de talebeyiz. Yani bizim pozisyonumuz ile onun pozisyonu arasındaki münasebete bakıldığında, şâhit olduğumuz bu görüntü aslında normal idi. Onun, bu davranışından o kadar mutlu olmuştuk ki, getirdiği yoğurttan ziyâde, onun bizi düşünmesi, bu konudaki samimiyet ve duyarlılığı bizi çok etkilemişti. Teşekkür ettik kendisine. O da, "ne demek, lafı mı olur?" cinsinden sözler söyleyip, âfiyetle yememizi söyledi. Aradan günler geçti. Tanıdığımız bir abi, "yoğurt nasıldı, beğendiniz mi?" dedi. İlk anda o söze bir anlam veremedim. "Yoğurt derken..." dedim. Bir teneke yoğurt gönderdiğini söyledi. İnsanlar, infâk edince böyle herkese mi söylüyorlar diye şaşırarak: "Bize bir arkadaş hediye olarak yoğurt getirdi, ondan mı bahsediyorsun?” dedim. O da: "Yoğurtçu parasını aldı. Ne hediyesiymiş! O yoğurdu ben gönderdim" dedi. Ve yadırgadı o davranışı haklı olarak. Ben de çok şaşırdım ve de üzüldüm. Bir insan, yoğurt satacak, bir başkası parasını ödeyerek bir Müslümana yoğurt götürmesini söyleyecek. O beyefendi de getirdiği yoğurdun hikâyesini gizleyip, kendisi hediye ediyormuş gibi cömert rollerine girecek! Pes doğrusu!" Bu olayın itici ve üzücü görüntüsünden rahatsız olduğum için, o yoğurtçunun eniştesinin yanında bu hikâyeden bahsettim. O da, akrabasına iltimas hatırına: “Ne olmuş yani, öyle yapmışsa? Parasını başkası ödeyince, getirilen şeyi kendisi veriyormuş gibi teslim etmede ne sakınca olabilir?” diyerek, bize fırça attı. Artık, bu sözü de duyduktan sonra, “pes doğrusu!” biçimindeki tepkim level atladı ve “yok artık!” oldu! Demek ki, ortada bir yanlış yokmuş!! Yanlış olan; bizim bu davranışı yanlış görmemizmiş!! Ve bir de, hayata ibret nazarıyla bakıp, mânevî hisselere talip olmamızmış!! Bu anı; hazıra konmak, yapılmayan bir hayra sahiplenmek, gösteriş meraklısı olmak ve nefsî davranışları sahiplenmek, yakını olan bir kimse söylüyor ya da yapıyor diye iltimas geçip, yanlışa arka çıkmak vs. gibi pek çok olumsuzluktan sakınmaya sebep olucu bir ibret nişânesidir. Yazının ana fikri olan hikmet şudur: İnsan, kendisi infâk etmez ya da hayırlı bir iş yapmaz da başkasının hayrına aracılık yaparken, hayra aracılığın hakkını veremez ve yapmadığı bir hayrı kendisine nispet ederek insanlara sunar! Hemen burada "acaba neden?" sorusu akla geliyor!... Şöyle bir söz vardır: "Mükrimin ikrâmı ânında gayr-i mükrime teşekkür, mükrime hakârettir." Bu söz üzerinden şöyle bir uyarlama yapabiliriz:
"Mükrimin ikrâmı ânında gayr-i mükrimin mükremden teşekkür beklemesi bencillik ve fırsatçılıktır!" 7 Mart 2017 – Salı Hayatın İçinden Tefekkür... İyi bir eğitim öğretimde müfredatın önemi kadar, eğitimcilerin ehil olması da çok önemlidir. İmam Hatip Lisesi’nde okurken ortaokul dönemlerinde sınıf öğretmenleri, benim hakkımda görüşlerini belirtirken: “Terbiyelidir, efendidir, ilgi ister. İlgi gösterilirse başarısını daha da artırabilir” yazıyorlardı karneme. Bunu yazanlara sormak lazım kim ilgi gösterecek? Siz de birazcık ilgi gösterseydiniz ya! Dört yaşında dedesini, sekiz yaşında babasını, on yaşında bir tane olan amcasını kaybeden bir çocuğa ilgi gösterecek annesinden başka kim kalır ki? O fedakâr ve cefâkâr annemin gösterdiği ilgi, alâka ve sevginin bir benzerini -fiilî olarak- evladına gösteren anne arasanız, bulma ihtimalinizin çok zayıf olduğuna, bulsanız dahi az olacağını tüm benliğimle inanıyorum. Burada, çok çileler çekmekten, üst düzey fedakârlıklardan, sabırla çocuklarına kol kanat germekten, ağlayıp sızlanmamaktan ve şikâyet edip başa kakmamaktan bahsediyorum. Yoksa her anne ve baba evladını sever. Böyle anneler az da olsa, yok değil! Rabbimiz, insanlara dayanamayacağı imtihânları vermesin... Hele hele annelerimize... O annem ki, yetimlerinin başlarını önlerine eğdirmemek için, bir kadın olmasına rağmen, şu acımasız hayat içinde elinden gelenin fazlasını ortaya koydu. Elinden gelmese bile azminin zirvesinde, insan takatinin son haddine kadar ağlamadan, sızlanmadan, sağa sola sataşmadan ve “öf” bile demeden hem evinin işlerini hem de o evinde ocağının tütmesi için yaz/kış tarlalarda çalışarak, erkeklerin bile çalıştığında mızmızlanacağı işleri büyük bir olgunlukla yaparak evine ekmek getirmenin mücadelesini verdi. Hem ana oldu, hem baba, hem de arkadaş. Yaptıklarını asla başa kakmadı, evlatları üzülmesin diye var gücüyle evin hâricinde de koşuşturdu. Elinde avucunda olanı çocuklarına verdi. “Ben tokum” dedi. Elde/evde olan “az”ı paylaşmak istediğimizde: ”Benim ihtiyacım yok, yiyip de bu yaştan sonra büyüyecek miyim” dedi. Yaşı, o dönemde 35-40 arası. Bazen de başka kadınlar hakkında derdi ki, “erkek dışarıda çalışıp eve ekmek getirecek, evdeki hanım da evin işlerini görecek. Temizlik, çamaşır, bulaşık, yemek vs. Böyle hanımlığı herkes yapar. Bunun ne zahmeti var ki, yan gelip yatarken eve çekidüzen vereceksin. Bunun adı hanım ağalık” derdi. Bu sözleriyle tembelliklerine rağmen sızlanan kadınlara da mesaj vermiş oluyordu. Neyse, ilkokul bittiğinde, emekli imam olan yaşlı bir komşumuzun vesile olmasıyla ve annemin desteğiyle Ereğli İmam Hatip Lisesi’ne yazıldım. Komşumuz Ali hoca ilkokul öncesi ve ilkokul yıllarında benim okumaya, yazmaya, kaleme ve kitaba olan ilgimi yakından görmüş olmalı ki, Ereğli’de ikâmet eden ve o esnada imamlık yapan oğlu Mevlüt hocaya: “Oğlum, bu çocuk okumayı çok seviyor. İstikbâlini de parlak görüyorum. Yetimdir. Komşusu olarak bize duyarlı olmak düşer; önayak olsan da, Ereğli’deki İHL’ye yazdırsan...” diye rica ediyor. O da efendi tabiatlı birisi zaten, hemen kabul ediyor. Hayatım boyunca komşularımdan gördüğüm belki de dişe dokunur tek iyilik bu ise bile, bir vefâ olarak yâd etmeden geçmek istemem. Mevlüt hoca beni İHL’ye kaydetmek dışında bana velilik yapmasa da, hatta o yıl kendisini ilk gün dışında sadece bir kez daha görmüş olmakla yetinmem gerekse de, daha sonra kendisini hiç göremesem de, yine de kendisinin hayat çizgimdeki müsebbipliği sebebiyle onun hidâyeti, selâmeti ve hayrı için kendisine hep ismen dua ettim ve etmekteyim. Onun gurbette beni yalnız bırakması, çocuk yaşlardaki o hâlimle bana “Hasbiyallâhu ve ni’mel vekîl”, “Hasbunallâh” demeyi öğretti. Hayatımın bu kesiti, Allah dışında dayanak olmadığını, diğer bütün beşerî sebeplerin zayıflığını ve çürüklüğünü; Allah’a inanıp, dayanmanın ve sadece O’na tevekkül etmenin de zarûretini âdeta kalbime işledi. Bu az bir kazanç değildir! Okula, Cuma günü kaydolmuştum ve ilk ders de Kur’ân-ı Kerîm idi. Zaten ailece Kur’ân Kursuna yazıldığımı sanıyorduk. İlk ders bitti, teneffüsten sonra ikinci derse girdik yine ders Kur’ân idi. Halil İbrahim isimli genç bir Kur’ân hocamız vardı. İlk sıra arkadaşım ise, Ulu camiinin emekli imamı Abdullah hocanın oğlu Said idi. Said, hafızlık yaptığı için İHL’ye birkaç sene geç başlamıştı. Hâlimden memnundum, içimde sevinç ve mutluluk vardı. Üçüncü derse girdik, başka bir hoca geldi ve Matematik dersi anlatmaya başladı. O esnada anladım ki, bu okul, Kur’ân Kursu değildi. Bu duruma da çok sevindim. Zira ilkokul sıralarında iken ilmihal düzeyindeki bilgileri tahsil etmek için Kur’ân Kursuna gitmiştim. Ayrıca kasabamızda daha büyük ve yatılı bir Kur’ân Kursu vardı ve annem de beni oraya yazdırmak istemişti ama ben kabul etmemiştim. Bunun üzerine: “Görmek için gidelim. Beğenmezsen gezmiş oluruz” demişti. Beni bu şekilde ikna edeceğini düşünüyordu. Kabul ettim ve gitmiştik. Aylardan Ramazan idi. Yatılı kursun önündeyiz ve içeriye gireceğimizde bir şey dikkatimi çekti. Kursun yan tarafı etlerle dolu idi. O kadar çoktu ki anlatamam. İnsanlar, o etleri parçalıyordular. Etraflarında olup bitenlerden haberleri bile olmayacak denli meşguldüler. Yetim bir çocuğun gözüyle o görüntü bana yetmişti. O an karar verdim ve asla burada okumayacaktım. Biz, Ramazan ayında bile et görmezken, buralara etler yığılıyordu. Ben de mi böyle duyarsız olacağım diye düşündüm. Çocuk aklıyla nalına da mıhına da vurdum yani. Tam bir kararlılıkla “hayır!” demiştim. Annem, “işte her zaman et yersin” dese de, içime sinmediği için kabul etmedim. Belki bu görüntü -et faktörü etkisiyle- nice zengin çocuklarına bile cazip gelebilir. Ama hayatın zorluklarını ve insanların duyarsızlıklarını görerek, kişilik ve karakterleri nakış nakış işlenerek daha küçük yaşlardan itibaren olgunlaşma sürecine girenler için durum elbet farklı oluyor! Tekrar okulun ilk gününe ve üçüncü derse dönelim... Anladım ki burada Şer’î ilimlerin yanında, fennî ilimler de var. Bu benim istediğim şey idi. Zaten daha sonra da Arapça dersi vardı. Derken böyle devam etti. İnanın yedi sene su gibi geçti. İçinde yaşadığım kasabadan İHL'ye yazılan ve tahsil için gurbete giden ilk kişi idim. Bu durum insanlar arasında takdirle de karşılandı. Hatta bana imrenerek ve örnek alarak benden sonra bazı aileler çocuklarını İHL'ye yazdırsalar da, o gelen gençler ya bir sene ya da iki sene sonra kayıtlarını başka okullara aldırıp, okulu terk ettiler. Kendi ifadeleriyle bunun nedeni ise, ders sayısının fazla, derslerin ağır ve ezberlerin de çok olmasıydı. O dönemlerde ders müfredâtı gerçekten zengin idi. Okuldan ayrılan bu kişiler İHL'de misafir gibi bulundukları o 1-2 sene içinde karnelerinde ortalama 5-6 zayıf getirirlerken, ilginçtir ki gittikleri okullarda teşekkürnâme aldıklarını söylüyorlardı. Böylece okuldan ayrılma kararlarının isabetliliğini anlatmak istiyorlardı. Bu hâdise olmasaydı, o dönemlerde okuduğumuz İHL ile diğer okulları, eğitimin kalitesi yönünden karşılaştırma imkânım belki olmayacaktı. Bu da ayrı bir yöndür. Çünkü bir okulda 6 zayıf getiren kişi, başka okullarda teşekkür belgesi alabiliyor! Bu faslı kısa kesip kendime dönecek olursam; kabuğumu kırıp, ilim yoluna girmek anlamında hayatımda belki ilk ve en önemli tesiri olan bu iki kişi için, bir hayat boyu hidâyet, takvâ, iffet, maddî ve mânevî zenginlik dilemeye devam edeceğim. Annem bana: “Senden bir kuruş istemiyorum, sen sadece ‘oku!’” diyerek beni sürekli okumaya teşvik ederdi. Hatta yaz tatillerinde bile, benim bir yerde çalışmamı istemezdi. Uzak, yakın akrabalarda ve komşularda gerçek anlamda tahsilli/okumuş ilim ehli birisi olmamasına rağmen, anneme okumanın önemini ilhâm edip de, oğlunu hayra yönlendirmesine sebep olan Allah’a hamd olsun. Neticede okula yazıldım, müdür odasındayım ve mülakatta müdürün karşısındayım. Müdür: “Velinin soyadı ile seninki neden ayrı” dedi. “O komşumuzun oğlu, velim olarak yazdırdı kendini, babam değil” değil. Babamı sordu, vefât ettiğini söyledim. “Yetimsin yani” dedi. Ben: “Hayır, yetim değilim, annem var” dedim. Müdür, yüzüme baktı, seslenmedi. Benim, yetimin anlamını bilmediğimi anladı. İlginç değil mi? Yaşım 11-12 arası, hâlâ, yetim olduğumu bilmiyorum. Daha önce arkadaşlarımla oynarken birkaç kere yetim olduğuma dair söz işitmiştim. Sonra gelip anneme: “Anne, biz yetim miyiz?” diye sormuştum da o: “Hayır oğlum, siz yetim değilsiniz, ben daha ölmedim, annesi hayatta olan yetim olmaz. Baban öldüyse; ben sizin hem anneniz hem de babanızım” demişti. Bulûğ çağına kadar, babası ölmüş olsa da onur, şahsiyet, istiğnâ ve iffet duygularıyla yetiştirilmek... Bu, belki satırlara kolay yazılır ve ağızda kolay söylenir ama örneklerini göstermek o kadar da kolay değildir! Buraya da neyse deyip devam edeyim. Okul müdürü, durumumuzun iyi olmadığını tahmin etmiş olmalı ki, annemin İmam Hatip’in yatılı bölümünde bulaşık yıkayıp yıkamayacağını sordu. Çok daha zor işleri yaptığını, bulaşık yıkamanın annem için çocuk oyuncağı olacağını söyledim. Daha doğrusu bu işin annem için çok kolay olacağını ifade ettim. “Annenle konuş, sonra benim yanıma gel” dedi. Konuştum, annem çok sevindi, “hemen geciktirmeden gidip konuşalım” dedi. Neticede bu vesileyle ailem Ereğli'ye taşınmış ve annem de okulun yurt bölümünün yemekhanesinde çalışmaya başlamış oldu. Bir dönem böyle geçti. Sonra yurdun aşçısının, maaşına zam istediği ve zam yapılmazsa da yemek yapmayacağını söyleyerek blöf yaptığı bir zamanda, okula, müfettişlerin geleceği söylendi. Yemekleri annemin yapmasını istediler. Daha doğrusu yapıp yapamayacağını sordular. Annemdeki çalışma azmini şahsen, erkeklerin dahi çoğunda görmedim. Yüzlerce insan için büyük kazanlarda yemek yapıp, o yemeğin içeriklerinin oranını tutturmak ve yemeklerin lezzetini yakalamak öyle kolay bir iş değildir. Bir kimse ne kadar iyi yapsa da, büyük kalabalıklara yemek yapmak ehliyet ve tecrübe ister... Annem, çalışmadan kaçan birisi hiç olmadı. Hemen kabul etti ve yemekleri annem yaptı. Ama o dönemler, yurt bölümünün ekonomik bütçesi kısıtlı olduğu için yemekler etsiz çıkmıştı. Okul idaresi mensupları, müfettişlerle birlikte yemek yerken, aşçılarının olmadığını aşçı aradıklarını, yemekleri de bulaşıkçının yaptığını söyleyerek bir anlamda “kusurumuza bakmayın” demeye getirerek, özür beyan etmeye çalışmışlar akıllarınca. Müfettişlerin ortak kararı ise, yemeklerin -etsiz olmasına rağmen- çok lezzetli olduğu, aşçı aramalarına gerek olmadığı, dolayısıyla bu yemekleri yapan aşçıyı kaçırmamaları gerektiği yönünde olmuş. Yemeklerin lezzetli olması sebebiyle de anneme gelip teşekkür etmişler. Kadir kıymet bilmez insanlar bir şeyleri gözleriyle görmeden tam akledemezler. Okul idaresi kurmayları, hem şaşkınlar hem de çok sevinçliler... Kim bilir, belki de kadın aşçıya daha az maaş veririz düşüncesiyle de olabilir!.. Annem o günden sonra İmam Hatip Lisesi’nin yurdunun aşçısı. İstikrârlı, sabırlı, azimli, çalışkan, özverili ve asla hâlinden şikâyet etmeyen onur, iffet, fedakârlık, çalışma, azim, sabır ve tevekkül sıfatlarının sahibi olan annem yıllarca okulda aşçılık yaptı. Çalıştıranlar; onun hakkını yeseler de, bir erkeğe verilen ücretin yarısını veya üçte ikisini verseler de, sigortasını yapmasalar da, senede iki hafta, bir ay, üç ay, dört ay gibi "trajikomik ama gerçek" sigortalı çalışma süreleri gösterseler de, o elinden gelenin en iyisini ortaya koydu. Normalde yıllar önce emekli olması gerekirken, bir türlü emekli olamadı. Eş dost “emekli olman lazım, bunca yıl çalışıyorsun” dediler. Aradan yıllar geçtikten sonra SSK kurumuna gidip sigortalı çalıştığı günlerin tam listesini talep ettiğimde okul idaresinin anneme yaptığı zulümler de ortaya çıkmış oldu. Sigortalı olmak için birkaç yıl para yatırdıktan sonra emekli olabildi... Annemin, çoğu çilelerle ama onurla ve şerefle yaşanmış hayatına şâhidim. Yâ Rabbi, sen kullarını kendilerinden daha iyi bilirsin. Annemi şirkten, küfürden koru, iman üzere yaşat ve imanını artır, âhirette onu cennet makamlarıyla mükâfaatlandır. Şeytana asla uydurma ve ayaklarını kaydırma! Benim üzerimde ne kadar emeği varsa, o emeklerin en hayırlı karşılıklarını ona âhiret hayatında lütfeyle. Âmîn. Ne diyorduk? Eğitim; sınıfta salınıp hava atmak, öğrenciyi notla korkutmak ve aybaşında alınacak maaşın gününü saymak, alınan maaşı da azımsamak değildir. Kafa yapısı böyle olan ehliyetsiz kimseler, talebelerinin artılarını, eksilerini ve ailevî durumlarını nereden bilsinler? İnsanları tanımak dışarıdan yüzeysel bakmakla olmaz. Her insan bir âlemdir. Onu tanımak için, kendi âleminden çıkmak ve özverili olmak gerekir. Aksi takdirde, o öğretmenler kimseye bir şey veremez, ancak talebe kendisi bir şeyler almak isterse, alır... Özverili birkaç hocamızın olduğunu da itiraf etmem gerekir. Şaban ve Hüseyin Hocalarımız gibi. Belki de okul tarihindeki en kaliteli hocalardan ikisi idiler. Bu iki hoca birbiriyle çok samimi idi. Tüm okul öğrencileri içinde de iki talebeyi çok severlerdi. Onlar da biri ben, diğeri de on iki yaşından beri arkadaşım, sınıfta sıra arkadaşım Nihat idi. Şaban Hocamız, Arapça hocası idi ve bütün öğrenciler içinde en çok beni severdi. Arapça notum hep 9, 9, 10 olurdu ama genelde 10 düşmezdi. Okuldan mezun olduktan sonra, bunu kendisine söylediğimde sadece tebessüm etmekle yetinmişti. Onun dersinde Arapça’dan 5 almak bile çok zor idi. Diğer arkadaşlarımızın, 4 aldıklarında bile "kurtarması kolay" diye sevindiklerini bilirim. Ben ise, not ortalamamı 10 düşürmeyi çok isterdim ama benim istememle olmazdı. Arkadaşlarım 9 alıyorsun, hâlâ konuşuyorsun diye bana kızarlardı. : ) Bu kadar duygusallık içinde tebessüm etmesini de bilmek gerekir... Bir de Hüseyin hocamız vardı, Kur’ân dersimize girerdi. O da en yakın arkadaşım Nihat’ı çok severdi. Elbette ikisi de, bizim her birimizi severdi; biz de onların her ikisini severdik. Bazı kimseler arasındaki sevgi birkaç tık ileride olabiliyor. Muhakkak kalp kalbe karşıdır ve sevgiler de karşılıklıdır. Tâğût ve velî kavramlarını ilk kez onlardan duymuş ve öğrenmiştik. Firavunun sadece bir tarihi şahsiyet olmadığını, Kur'ân'da ondan bahsedilmesinin çok önemli uyarılar ve hikmetler içerdiğini, Kıyâmete kadar, Firavunun fonksiyonunu icrâ edecek çağdaş Firavunlar bulunacağını da ilk kez onlardan öğrenmiştik. Tevhîdî hassâsiyetle, Âyetlerin meâl ve tefsîrleriyle tanışmamız da, onların özverileri ile olmuştu... Özellikle Şaban hocamdan Arapça dışında da karakteristik özellikler, prensipler ve ders işleme yöntemleri gibi yönlerden çok istifade ettim. Şaban hocam, bizim "Hüsn-ü Hatt" (Arapça güzel yazı san'atı) dersimize de giriyordu. Nesh, Sülüs stillerini ve diğer yazı türleriyle kendim çeşitleme yaparak yazardım. Kelime olarak, nesh; "ortadan kaldırmak, iptal etmek" demektir. Kitapların yazımında genelde bu yazı stili kullanıldığı ve böylece diğer yazıların hükmünü ortadan kaldırdığı için bu isimle anıldığı söylenmektedir. Nesh yazısı, sülüse çok benzer, onun küçük boyutlarda yazılmışıdır. Bu yazıya nesh denilmesinin sebebi olarak, daha önce çok yaygın olarak kûfî yazısının kullanılmasını revaçtan düşürmesi olduğu da ifade edilmektedir. Çünkü ilk devirlerde Mushaflar kûfî yazı ile yazılmaktaydı. Son asırlarda ve günümüzde ise artık Kur'ân-ı Kerîm Mushafları genelde bu yazı ile yazılmaktadır. Bu yazının "sülüs" ile birlikte kullanıldığı da olur... Şaban hocamızın bana: "Sen, Hüsn-ü Hatt'ta bir çığır açabilirsin" dediğini hiç unutamam. Ama ben san'attan ziyade ilme sevdalıydım. Güzel yazı dersinden notum kaç mıydı? Elbette 10, 10, 10... Rabbim, onu ve üzerimde zerre kadar emeği olan tüm hocalarımı Tevhîd’e hidâyet edip, Tevhîd üzere yaşatsın ve mü’min olarak huzuruna varmalarını nasip eylesin. Âmîn. Hüseyin hocamız ise, 1 Ekim 2012’de vefât etti. Vefâtını öğrendiğimde günlerce ağladım. Ben soğukkanlılığımı ve sükûnetimi korumak istesem, gözlerim söz dinlemedi, yaşlar döktü. Onun vefâtı sebebiyle bir vefâ olarak “Vâiz Olarak Ölüm Yeter” başlıklı bir yazı yazmıştım. Rabbim hepimize hüsn-ü hâtime ile can vermeyi nasip etsin. Diğer hocalarımız için, Rabbimden hidâyet ve selâmet dilemekle beraber, özetin özeti mesâbesindeki bu nostaljik satırlar arasında onlardan bahis açmak istemiyorum. Çünkü çoğunun, okul hayatında daha çok öğretmencilik oynamakla meşgul olduklarını ve talebeler üzerinde kalıcı olumlu izler bırakmadıklarını düşünüyorum. Özelikle de, müdür başyardımcısı olmanın havasıyla, annemin pişirdiği yemeklerden yememe yasak getiren, hatta bir dönem yurt binasına girmeme bile izin vermeyen ve böylece aklınca işgüzarlık yapan ve hiçbir dersime girmemiş olan Ülkü hocaya hiç de hürmetlerimi gönderemeyeceğim! Tekrar okul yıllarına dönersek; dört yıllık lise döneminde ise karnelerimin "sınıf öğretmeninin görüşü" hanesinde genelde: “Terbiyeli, efendi, saygılı, çalışkan, başarılı...” ifadeleri bulunmaktaydı. Aslında ortaokul birinci sınıftan lise dördüncü sınıfa kadar karnelerimin yedi tanesi de, bütün dersler içinden 8, 9, 10 notlarını aldığım "araştırma ve tez mesâbesinde olan" ve özenle hazırladığım el yazması dönem ödevlerim de büyük bir doküman ve bir arşiv olarak bulunmaktaydı. Ama üniversite için evden ayrıldığım bir dönemde, ablam, gereksiz kâğıtlar zannıyla, ekmek yaparken ocağın altına atıvermiş. Canı sağ olsun. Demek ki, kader ve kısmet bu imiş. Rabbimden, daha hayırlı sadaka-i câriyeler ortaya koymamı nasip ve müyesser eylemesini dilerim. Her şeye ibret nazarıyla bakmak gerekir. Bu hâdisede de -ibret almak isteyene- ibretler vardır... Altının değerini sarrâf bilir. Hiçbirimiz dünyada ebedî değiliz. Onun için, ölmeyecekmiş, bir yere gitmeyecekmiş ve elimizdeki imkânlar hiç bizden ayrılmayacakmış gibi yaşamamalıyız. Bir gerçek daha vardır ki, yapmak zordur ama yıkmak ya da yakmak anlık bir şeydir. O sebeple de, yapıcı olmak bir erdemdir. Hayatta hep olumlu olalım ki, hayırlara kavuşabilelim ve başkalarının da hayrına vesile olabilelim. Ön yargılı, katı kalpli, sert dilli, asık suratlı, somurtkan, itici, eleştirici, suçlayıcı ve tembel kişilikli olmayalım. Selâm, selâmet ve hidâyet dualarımla. 24 Nisan 2017 - Pazartesi Babası Hayatta Olanlara Tavsiyeler: Babası hayatta olanlar; babalarıyla güzel geçinerek, onların kalplerini asla kırmadan gönüllerini almalılar ve onlara Tevhîd'i teblîğ edip muvahhid bir babaya sahip olup, hayırlı ve mutlu bir evlat olmak için çalışmalılar... Mü'min evlat babasına, mü'min baba da evladına samimi ve içtenlikle dua ettikçe inşâAllah günahları da affedilerek direkt cennete girenlerden olurlar... İnsan, elindeki nimetlerin ve fırsatların kıymetini kaybetmeden anlamalı. Çünkü nefis ve şeytana, ego ve öfkelere geçit verildikçe, pişmanlık kaçınılmaz olur. Allah korusun! Güzelliklerin kazanılması için, sabır ve zaman gerekir. Bir ağaç bile, kaç mevsim geçtikten sonra meyve veriyor. O ağaca gereken özen ve ilgi gösterilmez ve bakımı yapılmazsa da, ya meyve vermiyor ya da verse de; ürünü az, çelimsiz, kalitesiz yahut da çürük oluyor. Çalışmadan, zahmet çekmeden, yorulmadan ve terlemeden hayır ve saâdet olmaz. Dünya imtihan için yaratılmıştır. Kim, nefsi ile hareket ederse, nefsinin götürdüğü yere (azâba, cehenneme ve pişmanlığa) mahkûm olur. Onun için, Allah’ın dininden ta’vîz vermeden, merhamet, affedicilik, hoşgörü, tevâzu, iyilik, ihsân, hikmet, sabır, sebât, güler yüz ve güzel sözle hareket edilmelidir. Babaya, anaya ve akrabalara karşı vazifeleri yapmayıp, nefsî davranıp da yarın pişman olup vicdan azâbı çekmektense, Müslüman bir evlat, atasına ve diğer insanlara nasıl davranması gerekli ise, o şekilde davranıp sonucu Allah'a bırakmalı ve yalnızca O’na inanıp dayanmalı ve sadece O’na tevekkül etmelidir. Sonuç ne olursa olsun, insanın vicdanını rahatlatan bir durumdur bu. Sonuçta, Allah ne dilerse o olacaktır. Ama bilelim ki, kimsenin âkıbetini kimse bilemez. Ancak Allah bilir. Kimileri, hayatı boyunca cehennem ehlinin amelini işler ve cehenneme bir adım kala, Allah ona hidâyet verir ve cennet ehlinin amelini işler yani iman eder ve tertemiz şekilde cennete gider. Kimileri de, hayatı boyunca cennet ehlinin amelini işler ve cennete bir adım kala, Allah muhâfaza buyursun, cehennem ehlinin amelini işleyerek yani şirk koşarak ebedî olarak cehennem azâbına yuvarlanır... Baba, ana ve diğer yakınlarımızı hayattayken sıkça ziyâret edelim. İkrâmlar edelim, hediyeler alalım, affedelim, güzel sözler söyleyelim, güler yüzlü olalım, tebessüm etmede ve çevremizdekilere gülücükler dağıtmada cimri olmayalım. Onlara hoş ve tatlı sürprizler yapalım. Böylece kalplerini tekrar tekrar kazanmaya çalışalım. Kalbini bize açan yakınlarımıza da Tevhîd’i, İslâm’ı, imanı, cenneti, cehennemi, Allah’ın esmâ ve sıfatlarını, dünyanın ve bizlerin yaratılış maksadımızı açıklayalım. Konunun farklı boyutlarında mânevî ve ulvî gezintiler yapalım. Her bahis, her fasıl ve her bâb bir başka güzellik olsun ve bir başka tefekkürün kapısını aralasın. Tatlı, sıcacık, saygı, sevgi dolu sohbet ortamımız ve muhabbetimiz, aile bireylerinin pişirdikleri kahvelerle ve demledikleri çaylarla daha da koyulaşsın. Konuşma ve sohbet hiç bitsin istemesinler, istemeyelim. Sevdiklerimizin içleri hayırlı sohbetin etkisiyle kıpır kıpır olsun. Hâlimizde de kâlimizde de mahza ihlâs olsun, Tevhîd olsun, İslâm'ın edebi ve Nebevî ahlâk olsun... Ve biz ne kadar samimi isek, Rabbimiz, sözlerimizin tesirini o kadar artırsın, bereketlendirsin... İstemez miyiz bütün bunları? O halde neden birbirimize zaman ayıramıyoruz? Bunun kabahati kimde? Bizde mi? Onlarda mı? Hepimizde mi? Asıl suçlu kim? Kim başlattı bu sorunları? Cevap verelim mi bütün bunlara?! Hani, anlayışlı, merhametli, affedici, iyi niyetli, yapıcı, sabırlı ve ihlâslı olacaktık? Neredeyse yine suçlu aramaya çıkacaktık! Oysa bardağın dolu tarafını görmemiz gerekmez mi? İnsanı kazanmalıyız, kazanmak için çalışmalıyız. İnsanı kazanmak, insanın kazancıdır, insanın zaferidir, insanlığın başarısıdır. Bizim başarımızdır. Bahaneler üretmek, suçlamak, kınamak, küsmek, kızmak, tavır koymak, ilişkiyi ve sıla-i rahmi kesip koparmak ise; câhillik, nefsîlik ve âcizliktir!... Kim ister bunları?! Allah Sübhânehu ve Teâlâ’nın buyruğu ile bitirelim:
“Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibâdet etmeyin. Anne ve babaya iyi davranın. Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara ‘üf’ (bile) deme. Onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Merhametinden dolayı onlara alçakgönüllülük kanadını indir ve de ki: ‘Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet et.’ Rabbiniz içinizdekini en iyi bilendir. Eğer iyi (sâlih) kimseler olursanız, şüphesiz ki O, kendine dönenleri (ve çok tevbe edenleri) gerçekten bağışlayıcıdır.” (İsrâ: 23-25) 5 Temmuz 2017 - Çarşamba Market ve Et Çektirme Hikâyesi... Bazen belediye otobüsünde, bazen dolmuşta, bazen markette, bazen de farklı ortamlardaki günlük insânî ilişkilere dair paylaşımlar yapıyorum. Bu tür notların hem târîhî değeri vardır, hem de -tefekkür edenler için- hayat tecrübeleri elbette ibret nişâneleridir. Bugünkü hikâyem ise şöyle: Hava sıcaklığı otuz derecenin üstünde. Temmuz’un kavurucu sıcağı altında, elimde -adak kurbanı olarak ikrâm edilen- kıyma yapılması gereken iki kilo et ile yola çıkıyorum. Güneşin altında yürümek çok bunaltıcı. Eve en yakın olan fırına gidip kıyma çektirmek istediğimi söylüyorum. Çünkü Kurban bayramı yaklaştığı için kıyma makinesi almışlardır ya da koymuşlardır diye düşünüyorum. Fakat kıyma makinelerinin henüz olmadığını ama Kurban bayramı öncesinde o tesisatı kuracaklarını söylüyorlar. Biraz muhabbet edip, geldiğimin aksi yönde yola devam ediyorum. Yakından tanıdığım bir kardeşin fırınına varıyorum. Oradaki gençler de bayramda kıyma makinesinin olacağını, şu an olmadığını söylüyorlar. Teşekkür ediyorum, hayırlı işler dileyip yoluma devam ediyorum. Çünkü bu sıcakta yolcu yolunda gerek, muhabbetin sırası değil. Biraz ötede sürekli alışveriş yaptığım bir market var. Kasap reyonu olduğu için kıyma makineleri de mevcut. Oraya doğru ilerliyorum. Aslında şunu baştan söylemem gerekir ki, hava bu kadar sıcak olmasa markete gidip bu konuda ricam olmaz. Evet, bu bir ricadır, talep ya da istek değildir. Sürekli müşterileri olmanın ve komşuluğun doğurduğu haklardan neş’et eden bir rica cesaretidir. Artık marketteyim ve kasap reyonundaki arkadaşa hava çok sıcak olduğu için bize bu konuda yardımcı olmalarını rica ettiğimi bildirdim. Buradan önce iki yere gittiğimi belirttim ve benim şu işimi halledin dedim. Oradaki genç, bunun yasak olduğunu söyledi. Ben de, yasaklar günahları bertaraf, mazarrâtı def’ ve menfaatler ile hikmetleri celp (elde etme) içindir. Sizin bu yasağınızda bir hikmet görmüyorum dedim. O da, müdürün emri olduğunu, kendisinin de emir kulu olduğunu belirtti. SübhânAllah, biz Allah’ın kuluyuz. Müdürü çağırmalarını söyledim. Çağırdılar, müdür uzaktan geliyordu. Baktım, vücut dili ne durumda anlamak istedim. Sanki gelirken güzellikle nasıl reddedebilirim acaba diye düşünüyordu. Yanıma geldi; “merhaba, kıymalık bir etimiz ve sizden de bir ricamız var” dedim. Elimdeki kabın içindeki eti işâret ederek, “bu ne eti?” dedi. Anlaşılan, vereceğim cevaba göre bahane uyduracaktı. Cevabın da, “koyun eti” olacağını tahmin edebiliyordur herhalde. Çünkü günümüz şartlarında şehir ortamında Kurban bayramı hâricinde genelde büyükbaş hayvan kesilmediğini bilmek zor olmasa gerek. Koyun eti olduğunu söylediğimde “bizim etler inek eti, sizin eti çekersek, sizden sonra bir müşteri gelir, onun da koyun etine alerjisi olur, rahatsızlanır ve biz de bundan mes’ûl oluruz” dedi. Andersenden masallarda bile bu kadar uydurulmuş gerekçesiz hikâyeler yoktur. Hatta Nasreddin Hocanın bile, borcunu ödemek için köye diktiği çalılarla, köyün koyunlarının yünlerini toplayıp o yünleri hanımına vermesi, hanımının onları ip yapması, o ipten de kazak örmesi, o kazakları da Nasreddin Hoca’nın kasabaya götürüp satması ve satılan o kazakların paralarıyla da alacaklısına borcunu ödemesi bile daha mantıklı geliyor! Zaten bu sözler, fıkrada da alacaklıyı güldürmüştür... Mevzuumuza dönelim; koyun etine alerjisi olan bir kimseyi hayatım boyunca ben ne gördüm ne duydum; ama farzedelim ki böyle bir kimse vardır, acaba bunun oranı kaç binde birdir? O bir kişiye denk geldiğimizi varsayalım, o kimsenin bulunduğu ailedekilerin hepsi de koyun etine alerjili mi acaba, bir de bu yön vardır! Ayrıca çok mu zordur, böyle bir titizliği olan tüccârın kıymayı çektikten sonra gelen ilk müşteriye “koyun etine alerjiniz var mı?” diye sorması! Sorsa bile, o müşteri, ona eminim ağzının payını verir. Et bulamayan bir millete, “ete alerjin var mı?” diye sormak! Asıl, insanın bu anlamsız söze alerjisi olur! Neyse, anlamak istemeyene destan da yazsanız hikâye gibi gelir; duymak istemeyene duyuramazsınız, görmek istemeyene gösteremezsiniz ve anlamak istemeyene de anlatamazsınız diye düşünerek, hayırlı işler dileyip -işim halledilmediği için- tekrar yola düştüm. Sıcak altında evden daha uzakta olan kasaplara doğru yürümeye başladım. Kasabın birinin yanına vardım, kapalıydı. Devam ettim, daha ötede bir kasap vardı, içeriye girdim ve çekilecek etimiz olduğunu söyledim. Gencin biri, “getir abi” dedi. Eti çekti, sonra teraziye koyup tartıyordu, bu esnada da dükkândaki çırak gence etin kabını yıkayıp hemen getirmesini söylüyordu. Kap gelince tarttığı kıymayı kabın içine koydu ve “başka bir isteğiniz var mı?” dedi. “Allah’tan sağlık, âfiyet ve selâmet dileriz; asıl isteğimiz Allah’tan...” dedim. “Allah râzı olsun, abi” dedi. Kıymayı güzelce poşetledi ve bana uzattı. “Borcumuz nedir?” dedim. “Borcun yok, abi. Senin tatlı dilin ve duan yeter” dedi. Şaşırmıştım. Şaşırmak bir kenarda dursun, sevinmiştim de. Çünkü bu sıcakta, hatta sıcaktan da çok bunaltıcı davranışlar sergileyen insanların gönül okşayamayan davranışları ile moralim çok bozulmuştu. Rabbim, rahmetiyle tam zamanında yetiyor ve yetişiyordu. O gencin davranışı içimdeki kırgınlığı da vücudumdaki yorgunluğu da alıp götürmüştü. Ben, gence tekrar “ücret almayacak mısın?” dedim. Genç “yok abi, Allah selâmet versin, güle güle” dedi. İmtihândayız ve Allah her hâlimizi biliyor, görüyor, haberdar... SübhânAllah ve Elhamdülillâh. Eve doğru yol almaya başladım. Hava sıcaktı ama inanın içim serindi. Peynir almam gerekiyordu. Peyniri acaba etimi kıyma yapmayan marketten mi alsam yoksa sık alışveriş yapmadığım başka bir marketten mi diye düşünmeye başladım. “Olması gereken ne?” diye sordum kendime. Olması gerekenin, hayır üzerinde olmak, hayra müdâvim olmak ve olumsuz hâdiselerden dolayı da -insanların çoğunun yaptığı gibi- tepkisellikle nefsî davranmamak olduğunu kendi kendime söyledim. Tefekkür sürecinin sonunda “EyvAllah” deyip sürekli müşterisi olduğum markete gitmeye karar verdim. Onların, işimi görmemesine rağmen! Her hâlükârda vefâlı olmak gerektiğine inanırım, normalde de sürekli alışveriş yaptığım kimseleri tercih ederim... Markete girdim. Ne tevâfuktur ki, alacağım peynir de kasap reyonunda idi. Etimizi kıyma yapmayan arkadaşa yaklaştım ve peynir istediğimi söyledim. “Sanırım, peyniri de vermezlik etmezsiniz. Çünkü siz, al gülüm ver gülüm çalışıyorsunuz anlaşılan” dedim. Genç önce güldü, sonra ben yaptıkları bu davranışın doğru olmadığını söyleyince ciddileşti. Bazı nasihatlerde bulundum ve işyerinizi bir köyde düşünün, köylülerden biri size gelip etini kıyma yaptırmak istese, “komşum, kusura bakma” diyebilir misiniz dedim. Deseniz bile o kimse eti dükkânınıza kor, sizin dediklerinizi duymaz, dinlemez bile, “şu şu işlerim var, onları halledip geçerken alırım” der, yürür gider değil mi, dedim. Sen bir yerde tezgâh açmışsan, her şey para değildir. İnsanların işlerini halletme duyarlılığı her türlü menfaatin üstünde olmalıdır. Bu söz, genel olarak doğrudur ve imkân elverdiği ölçüde de bu hassâsiyeti gözetip korumamız gerekir. Bu yaşadığımız anımızda ise sadece istisnâî bir durum olarak bazı konularda katı olunmadan iş bitirici olunması gerektiğini kabul etmeliyiz. Böylesine sıcak bir günde insanları yollara dökmek yerine, kapıya kadar gelen kimseyi geri çevirmeden, o hayrı işlemekten nasipsiz ve hayırsız olmamalıyız. Hayat bir imtihândır; her geleni Hızır bilmek gibi, her an imtihân olduğumuz şuurunu hep taze tutmalıyız. O esnada kendisinden bu ricada bulunan kimse, eğer kendi yakınlarından veya arkadaşlarından olsaydı, yine de böyle davranabilir miydi acaba, diye düşünmeden de edemiyor insan! Çünkü insan, arkadaşlarından bir ricada bulunduğunda, o kimsenin yapmayacağı da olsa yani yapmak istemese de, yapmak zorunda kalır. Biz de bu hâdisede o kimseyle tanışan ve arkadaş olan kimseler olmasak da, on yıldır marketlerinden alışveriş yapan bir kimse konumundayız. Bu yetmiyor mu, komşu olan bir insana! Maalesef ki işi gücü, tezgâhı veya dükkânı, küçük çaplı iken bazı konularda hassas olabilen nice kimseler, işlerini büyüttüklerinde kibir olarak da büyümektedirler ve duyarsız hâle gelmektedirler! Bütün menfaatleri kendilerine yontmaya şartlanmaktadırlar ve bin bir çeşit bahanelerle kendilerini haklı sanmaktadırlar! Ağızlarını açsalar, bahane uydurmaktadırlar! Neyse devam edelim; markette peyniri alırken gence kısa birkaç cümle ile nasihat edince, “patron izin vermeyince ben bir şey yapamam” dedi. Ben de “senin yerinde olsam, bu tür konularda patrondan izin almadan inisiyatif alırım” dedim. Önce “buyurun geçin ve dediğinizi yapın” dedi; söylediği sözün hamâset koktuğunu anlamış olmalı ki, sonra daha etkili gerekçe ile soru sordu. “Benim buradan atılmamı ister misiniz?” dedi. “Elbette hayır, bu sözlerimin muhâtabı birinci planda sen değilsin zaten. İtirazım, yanlış uygulamaya” dedim. Ayrıca bu sözleri nefsimi tatmin etmek, mücâdele etmek ve “haklıyım” demek için sarf etmediğimi belirttim. Baktım, genç basmış gaza cevap yetiştirmeye çalışıyor. Onu frenlemek için “Allah şâhiddir ki, durum budur” dedim. Bunun üzerine genç ile aramızdaki sohbeti dinlemek için çocuklarıyla birlikte yanımızda duran bir kadın, konuşulanlardan, bu arkadaşların etimizi çekmediklerini ve hâlihazırda da etimizin çekilmemiş halde olduğunu, yani olaya sıcağı sıcağına şâhit olduğunu düşünerek; bana, eti çektirebileceğim bir market söyledi. “Orada eti çekiyorlar” dedi. Demek ki -merkezî yerlerde olmasa da, sâkin mıntıkalardaki- marketlerde et çekilebiliyormuş! Kadın nereden bilsin, eti çekilmediği halde gidip eti çektirdikten sonra, nefsî davranmayıp diğer ihtiyaçları için tekrar gelen bir kimse durumunda olduğumu. Bunu tahmin edemedi herhalde. Kadına, bilgilendirmesi karşılığında teşekkür ettim, kendisi ve çocukları için Allah’tan hidâyet, selâmet, âfiyet ve sıhhat diledim ve oradan ayrıldım. Bir market macerası da bu şekilde bitti. Rabbim, daha hayırlı münasebetler nasip eylesin. 10 Ağustos 2017 – Perşembe Bundan önceki maceramın üzerinden bir ay geçmiş. Konunun onunla bir bağlantısı olduğu için birkaç satır yazalım. Elimdeki bir buçuk kilo eti çektirmek için evden çıkıyorum. Ağustos sıcağı kendini iyice hissettiriyor. Güneş altında yürümek veya hareket etmek bile insanı terletmeye yetiyor. Bundan önce iki kilo eti çektirmek için bir markete uğrayınca, orada yaşadığım diyalogları ve sonrasında bir kasapta nasıl et çektirdiğimin hikâyesini anlatmıştım. Şimdi ise 1,5 kilo et var elimde ve çektirmek için yola koyuluyorum. Acaba bu sıcakta en yakın nerede çektirebilirim diye düşünüyorum. Önceki macerada bir kadın, yakın bir yerdeki markette et çektiklerini söylediği için oraya yöneliyorum. Biraz uzak ama olsun; etimizi çeksinler de, o kadarına tahammül edilir. Markete giriyorum. Çekilecek etimiz olduğunu söylüyorum. Ayrıca marketten alacağım şeyler de var. O eti çekerken, ben de alışveriş yaparım, o esnada kıyma da hazır olur diye düşünüyorum. Adam: “Çoktandır kıyma çekmiyoruz” diyor. Ben de: “Şu sıcakta bir şekilde işimizi halledin” diyorum. O da: “Çekeriz de, kıymanın bir kısmı makinede kalır” diyor. Ben de: “Kalsın, onu düşünecek hâlim yok” diyorum. Adam âdeta -daha önceki marketteki market müdürü gibi- bahane üretmek için konuşuyor. Tavırlarına bakılırsa, bu adam da marketin sahibi. Benim bu sözüm üzerine: “Etinizin yarısı kalır. Ben sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Yoksa çocuklar makineyi temizler, mesele değil. Ama olan sizin ete olur” diyor. Ben, bahaneci insanları hiç sevmem. Bahane üretene karşı da erdem bakımından en ideal davranışlarla mukâbele etmeyi tercih ederim. Dedim ki: “Kardeş, ne kalıyorsa kalsın, şu işi yapacaksanız yapın.” Bu sefer de başka bir şey söylüyor: “Makine paslı” diyor. Hoppala!.. Et makinesi paslı olan bir adam, ilk başta o sözleri söyler mi? Ya da makine niye paslı olsun? Ya da bunun çözümü zor mu? Temizlenmesi gerekiyorsa, “birkaç dakikanızı alacağız” dersin; ben de o esnada alışveriş yapar, ihtiyaçlarımı alırım, hem böylece siz de kazanırsınız. Hem maddî hem de mânevî... “Paslı” lafı, bir önceki marketteki müdürün “sizden artan et, daha sonra koyun etine alerjisi olan birine denk gelir de, et ona alerji yapar” sözüne benzedi. En azından ben öyle benzettim yani. Sonra “tâ başta bunu söyleseydiniz, bunları konuşmazdık. Kısacası, tırnağın varsa başını kaşı, diyorsunuz” dedim ve yürüdüm. Giderken de, Allah’tan, işlerimizi rast getirmesini, iyilerle ve anlayışlı kimselerle karşılaştırmasını, bahanecilikten korumasını ve bahanecilerin amellerinden dolayı mağdûriyet vermemesini dileyerek sesli olarak dua ettim. O esnada yanı başımdaki o marketin çalışanı bir genç duama “âmîn” dedi, Elhamdülillâh. Daha sonra tâ ötelerde kasap bulunan yere kadar yürüdüm ve 1,5 kilo etimizi kıyma yaptırdım. Bu anımızdan şöyle bir ibret çıkarabiliriz. Bize bir hâcetini söyleyen kimsenin işini görmemek için bahanelerin ardına sığınmayalım, imkânların elverdiği ölçüde ona faydalı olmaya odaklanalım. O hâcetin, bizim hâcetimiz de olabileceğini unutmayalım; öylesi bir durumda nasıl ki, işin oluruna bakarsak, başkalarının işlerine koşma ve yaralarına merhem olma hususunda da aynı samimiyeti ve fedâkârlığı gösterelim. Bu anıyı yaşamama müsebbip olan kimselerin asla bir eleştirisini yapmadım, kınamadım. Aksine, Rabbimden o şahıs ve duama “âmîn” diyen genç ve oradaki diğer çalışanlar için hidâyet ve âfiyet diliyorum. Unutmayalım ki, kınamak ve suçlamak erdemli insanlara yakışmaz. Biz de onlardan oluruz inşâAllah. İbret ve hayırlara vesile olması dileğiyle dua eder, dua bekleriz. 5 Kasım 2017 – Pazar İnnâ Lillâhi ve İnnâ İleyhi Râciûn… Yirmi yaşından beri tanıdığım, hayatımın bir döneminde en az on yıl yakından görüştüğüm, insânî anlamda en efendi kimselerden olan Ali Küçük Hoca’nın bugün vefât ettiğini ve yarın defnedileceğini öğrendim. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn… Hayat ne kadar hızlı geçiyor değil mi? Vefât hâdiselerinde kimileri aşırı övgücülüğü, kimileri de aşırı yergiciliği tercih eder. Oysa ölüm, -yaşayanlar için- ibret almak içindir. Bu sebeple genel maslahatlar açısından birkaç cümle sarf etmek istiyorum. Ey insan! Bil ki, vâiz olarak ölüm yeter. Ölüm hakikati, kaçınılmaz bir âkıbettir. Hepimiz, hakkımızda mukadder olan ölüme hazırlıklı olmak adına tez zamanda kendimize gelmeliyiz, imana ermeliyiz, imanımızı ve takvâmızı artırmalıyız. Tevbe ve istiğfâr etmeliyiz. İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşmalıyız; kötülüklere mâni olmaya çalışmalıyız. Teblîğ yapmalıyız; dünya koşuşturmalarından ve şeytanın attığı cazip oltalarından bir sıyrılıp/kurtulup insanları ziyâret etmeliyiz. Müsait olmadıklarında küsüp vazgeçmemeliyiz, yine gitmeliyiz. Nefsine uyan (nefisçi ve nefisperest) insanlarla değil, sâlih ve hayırlı kimselerle dostluk yapmalıyız, oturup kalkmalıyız. Bilelim ki, bu dünyanın iki büyük gerçeği vardır; birisi, dünyaya geliş amacımızın sadece Allah’a iman ve ibâdet etmek olduğudur. Diğeri ise, yaratılan herkesin ve her şeyin bir ömrünün olduğu, yani ölüm gerçeğidir. Bu sebeple, Allah’ı Tevhîd ve yalnızca O’na ibâdet etme gerçeğini hayatın en önemli gündemi kabul etmemiz gerekir. Bu gündem istikâmetinde de insanların hidâyetleri için çabalamalıyız. Ölüm döşeğindeki bir kimseye bile Tevhîd’in telkîn edilmesi müstehab iken, yaşayan bir insana Tevhîd’in teblîğ edilmesi farzdır. Hele hele hasta olan kimselere -elâlem ne der gibi vesveseleri bir kenara atıp- gitmeli ve Kelime-i Tevhîd’i teblîğ etmeliyiz. Allah, iman edenlere bile: “Ey iman edenler, iman edin…” demiyor mu? O halde neden insanlara imanı anlatmaktan gocunuruz?! Bir kimse, imanı bilmiyorsa ve akîdesi bozuksa, o noktadaki bilgisizliğini ve akîde konusundaki bozukluğunu gidermemiz ve düzeltmemiz gerekmez mi? Sohbet ettiğimiz kimsenin akîdesi sapasağlam da olabilir; “Elhamdülillâh” ne kadar güzel! Bu durumda da, hem hitap edenin hem de hitap edilenin, tafsîlî ve tahkîkî anlamda imanı artar. Din zaten nasihat değil midir? Keşke karşılaştığımız herkes bize her gün Tevhîd hakikatlerini anlatsa! Acaba biz bu dünyada neleri kazanç sayıyoruz? Allah katında elde edilecek âhiret mükâfaatlarından daha büyük kazanç mı elde edeceğimizi sanıyoruz?! Allah’ın azâbından ve kınamasından değil de -Allah korusun- insanların kınamasından mı korkuyoruz?! “Şöyle yaparsam ne derler, böyle yaparsam ne derler, şöyle söylersem ayıplarlar mı, böyle konuşsam terslerler mi? Küserler mi? İlişkiyi keserler mi?” hesabımız, Allah’ın yapmamızı ve söylememizi emrettiği iman ilkelerini insanlara ulaştırmaktan bizi alıkoyuyorsa, akîdemizi tashîh etmemiz gerekir! Gerçek mü’minler; ilme, hikmete ve Sünnete dayanarak kınayıcıların kınamalarından korkmazlar. “Kim ne der?” diyerek değil, “Allah ne der?” diyerek adım atarlar! Evet, insanlar kabirleri ziyâret ettiğinde, ölümü ve âhireti hatırlayıp, kendi lehlerine ibret dersleri çıkarmalıdırlar. Mütemâdiyen gerçekleşen ölüm gerçeğiyle de insan, tefekkür etmeli, ibret almalı ve ölüme hazırlık yapmalıdır. Ansızın gelen ölüme karşı hazırlıklı olmalı ve âhiret işlerini ertelememelidir. Çünkü bilelim ki, masalların en gerçek sözü; tüm mahlûkât hakkında en esaslı bir hakikat olan “bir varmış bir yokmuş” sözüdür! Dünyayı amaç hâline getirip, ilme, imana, ibâdete, hikmet ve hayırlara sırt dönmemeliyiz. Bir ecele bağlı olan ölüm, sandığımız gibi, hep ve sürekli şekilde bizden uzak değildir! Bir gün, ölüm meleği bize de uğrayacak. O âna imanlı ulaşmak ve iman ile bu dünyadan göçmekten büyük kazanç olamaz! Rabbimiz, bizlere hüsn-ü hâtime lütfetsin. O ölüm ânı geldiğinde, önceden iman etmeyip de, o esnada iman etmeye kalkışacak hiçbir kimseye o iman(!) bir fayda sağlamayacak! Ölüm meleği gelmeden, yani imtihân bitmeden imana gelmeliyiz, imanımızı ve hayırlarımızı artırmalıyız. Nefsimizin boyunduruğundan ve şeytanın saptırıcı ve kışkırtıcı vesveselerinin tesirinden kurtulup nasihat dinlemeliyiz. Kulağımızı, zihnimizi ve kalbimizi vahye açmalıyız. “Biz o işleri daha iyi biliriz, biz o konuları aştık” gibi boş laflarla böbürlenmemeliyiz. İnsan, kibri bir kenara atmalıdır. Çünkü âcizdir ve Yaratıcısı olan Yüce Allah’ın rahmet ve mağfiretine, lütuf ve keremine muhtaçtır. Sakın ha, şeytan bizi “N’aparsan yap; Allah Kerîm’dir, affeder” diyerek, Allah’ın keremi ile aldatmasın! Son söz; insanlar hakkında hidâyet, mü’minler hakkında hüsn-ü hâtime dileriz. Yâ Rabbi, ölenlerin zâhirlerini de bâtınlarını da, kalplerini de kafalarını da en iyi bilen Sensin. İçimizi dışımızı Sana iman ve ibâdete boyun eğdir; bizleri Müslümanlar olarak yaşat, Müslümanlar olarak canımızı al ve bizleri sâlihlerin arasına ilhâk buyur. Âmîn, yâ Rabbe’l Âlemîn. 8 Kasım 2017 – Çarşamba Ali Küçük Hoca Anısına: Ali Hoca’yı vefâtından birkaç hafta önce, Allahu A’lem yaklaşık bir ay önce ziyâret etmiştik. Normalde nescafe ya da Türk kahvesi gibi pratik ikrâmlar yapan Hoca o zaman çay demletmiş ve tatlı ikrâm etmişti. Hastalığının geçtiğini, kendini iyi hissettiğini, sadece gözünde bir sorun olduğunu, onun için de Pazartesi günü Tıp Fakültesine gideceğini söylemişti. Tedavi olacağı doktoru tanıyıp tanımadığımı sormuştu. Ben de tanıdığımı söylemiş, doktorun gerçekten işinin ehli olduğunu ifade etmiştim. O da, İnşâAllah, bu tedaviden sonra yavaş yavaş kendimi toparlarım, demişti. Hastalığı sebebiyle saç ve sakalı döküldüğü için, özellikle sakalının çıkmasını çok istiyordu. Hatta başındaki takkeyi çıkarıp başının durumunu da göstermişti. Olumlu sözler söylemiştik. Hidâyet, selâmet ve âcil şifâlar dilemiştik. Kitap çalışmam olup olmadığını, neler yaptığımı sormuştu, dua etmişti. Hz. Yûsuf kitapçığımdan bahsetmişti. Zira hayatımda ilk öğrendiğim ve üzerinde defalarca durduğum sûrenin Yûsuf Sûresi olduğunu bildiği için, Yûsuf Sûresinin tefsîrini yazdığı zamanlarda da bir ziyâretim esnasında sûreyle alâkalı bazı sorular sorarak istişâre etmişti. Hasta ziyâretimiz esnasında da yüzde doksan o konuştu. Hitâbetinden hiçbir şey kaybetmemişti, fakat hastalığın bedenindeki tahribatları belli oluyordu. Rahatsızlık vermemek için kalkmak istedik, ama oturmamızı istemiş, kendisinin gayet iyi olduğunu söylemişti. Onun o arzusu üzerine kısa bir müddet daha durduktan sonra müsaade almıştık. Yüce Rahmân, vefâtından önceki günlerde kullarına öyle bir rahatlık veriyor ki, eşi dostu ile acısız sızısız görüşsün, helâlleşsin, vedalaşsın… Rabbimizden, hüsn-ü hâtime dileriz. Bir noktaya daha temas etmek istiyorum. Ali Küçük vefât edince, Twitter'da attığı bir twitte "aziz dostum" diyen şahıs hakkında Ali Küçük'ten bizzat işittim. Şöyle ki: Konya'da sözüm ona İslâmî bir radyoda bu şahıs konuşuyor, cehennemin ebedî olup olmadığı konusunda net bir ifade kullanamıyor, kem küm ediyor. O esnada Ali Hoca ile arabada seyir hâlindeyiz. Ali Hoca: "Adam; cehennem ebedî midir değil midir, bilemiyoruz diyor. Allah 'ebedî' demiş daha nasıl bileceksin arkadaş?!" demişti. Ve bunun üzerine karşılıklı bir değerlendirmemiz olmuştu. O şahıs, başka bir konuşmasında da cennet ve cehennem ebedî değil deyip; kâfirlerin cehennemde, insanların hesaplayamayacakları kadar “uzun bir müddet” kalacaklarını söylüyordu… Elbette bu hezeyanlar küfürdür ve bunları kabul etmek mümkün değildir! Her ne kadar bazı önemli konularda Ali Hoca'nın katılmadığım fikirleri olsa da; o, Hadîsleri ve Sünneti kabul ederdi. Akîdevî anlamda pek çok meselede konuşmuşuzdur; bazen benim gibi düşünmese de, diğer bir ifade ile ben onun gibi düşünmesem de, asla saygısızlık yaptığına şâhit olmuş değilim. Zira küçüklüğümden beri, savunduğum bir görüşü, -hamâsî bir söylem ve slogan olarak değil- Kur'ân ve Sünnet ile ispat ederek konuşmayı tercih ederim. Çoğu zaman bazı konularda onun benden farklı düşündüğünü bilerek konuşurdum, ama Âyet ve Hadîslerle açıkladığım bir düşünceye karşı aykırı bir söz söylemezdi. Hadîslerin zikredildiği yerde asla karşıt görüş belirtmezdi. Onun, Hadîsleri ve Sünneti kabul eden yönünü örtbas edip, onu sadece “Kur'ân adamı/Kur’âncı” gibi göstermek ve böylece cenâzesi üzerinden itibar devşirmek samimiyetle örtüşmez. O bu ekolü asla kabul etmez, Hadîsleri prensip olarak kabul ederdi ve Hadîs okuyan bir kimseye hiçbir zaman Hadîs'in hılâfına görüş belirttiği görülmezdi. Onu tanıyıp da “O, şu Hadîs’i kabul etmedi” diyecek hiçbir kimse yoktur. Bu sözler, Ali Hoca'nın övgüsü değil, onun bu yönünü örtbas etmeye çalışanlara yönelik, onu yakından tanıyan bir kimsenin şâhitliğidir. Kimileri hayatı boyunca binlerce Hadîs'e muhâlefet ederler, tartışmalarda Hadîslerle bile durdurulamazlar ve fikirlerinden dönmezler ama Ali Hoca ile İHL'den mezun olduktan bu yana tanıştığımız ve görüştüğümüz halde, ben onun bir tek Hadîs'e karşı gelip de, şahsî görüşünü savunduğunu görmüş değilim. Biz, bu noktayı teslim etmemiz gerekir. Velev ki kendi yaşadığı akîdesiyle o Hadîs uyumlu olmasa da, Hadîs’teki anlam ve muhtevâ konuşulurken, onu kavlen kabul ederdi. Bu açıklamalar, tekrar diyorum sadece Hadîs konusuyla alâkalıdır; meseleyi sağa sola çekmeye gerek yoktur. Nihâyetinde herkese, yaşantısına, kalbine, kafasına ve amellerine göre hesap soracak olan, “Allâmu’l Ğuyûb” Allah Sübhânehu ve Teâlâ’dır. Yarım yamalak bir şey bilip de cür'etkârlıkla bin lâf eden kimseler de hikmete uysunlar… Ali Hoca ile alâkalı bir ya da birkaç konuda yanlış bazı i'tikâdî ve menhecî usûlî olduğuna dair bilgisi ve kanâati olanlar, şimdi ölünce konuşmak yerine sağlığında gidip konuşsalardı ya! Ama maalesef ki Allah için ziyâretleşmelere ve nasihatleşmelere gelince, pek çoğunun işi gücü vardır! En azından o anda işi çıkar! Konuşanlara da, eyvAllah... Zira İslâm’ı ve imanı konuşmak; konuşulana fayda vermezse, konuşana fayda verir. Allah dilerse her iki tarafa da fayda ihsân eder. Her dâim Müslümana, Tevhîd'i ve hakkı söylemek düşer; hidâyet vermek ve hallerimizi iyiliklere tebdîl etmek ise Yüce Allah'ın ilmi, izni, rahmeti ve tevfîkiyle alâkalıdır. Övücülük ya da yericilik yapmak yerine, bu vesîleyle ölümden ibret almamız ve imanlı olarak terk-i dünya eden mü’minler için de ismen veya genel bir üslupla dua etmemiz gerekir. Ölümler karşısında beni hüzünlendiren şey; ölen kimseyle neden daha fazla görüşmedik, neden daha çok anlatmadık, neden daha çok dertleşmedik, neden birbirimizin gönlünü okşarken Allah’ın rızâsı istikâmetinde açılımlar yapmadık vs. durumlardır. Yani üzücü olan, nemelazımcılıktır!.. Yoksa -kazandıkları ile ya da kaybettikleri ile- ölen ölmüştür. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Kur’ânî bir dua ile bitirelim: “Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle. Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz, şüphesiz ki Sen, çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.” (Haşr: 10) Âmîn. 28 Kasım 2017 – Salı Kitapçıdaydım… Dün dört arkadaş bir kitapevine gittik. İçimizden bir kardeşimiz iki külliyat aldı, bin lira tuttu. Bir diğeri, beğendiği bir kitapçıktan (el-Irâkî’nin Elfiyetü’s Sîreti’n Nebeviyye adlı eserinden) hem kendine aldı, hem de her birimize birer tane hediye etti. Ben de, temel eserlere selâm verip onların yanından uzaklaşarak, İmam Ğazzâlî’nin bir kitabını beğendim. Herkese birer tane hediye etmeyi düşündüm. Bir baktım, üzerinde 6 dolar yazıyor. Yani yaklaşık 24 lira. Sonra, “herkese olmasa da, en azından en münasip kişiye hediye edeyim” dedim ve o esnadaki en uygun kardeşe hediye ettim. Oradaki her birinin fiyatı ortalama 500 lira olan kaynak eserlerden elbette ki onlarcasını almak isterdim. Ama imkânlar, insanı sınırlandırıyor olsa da, asla Allah’ın rahmetini ve lütfunu da unutamayız. Bin liralık kitap alan kişiye, “hamdolsun, bu eserlerin hepsine internetten ulaşma imkânı var” dedim. O da “ama eline alıp da kitabın kokusunu hissederek okuduğun hazzı verir mi?” dedi. Haklıydı ama cevap vermek istemedim. Çünkü o sözün cevabı “imkânlar…” olmalıydı. Fakat cevap bekliyordu; yüzüme bakıp ne diyeceğimi bekler vaziyetteydi. “Elbette vermez” dedim. Evet, kitaba dokunmanın, sayfaların çıkardığı seslerin, o sayfalardan dalga dalga yayılan kitap kokusunu teneffüs etmenin hazzı ve huzuru tarifsizdir. Fakat şu da bir gerçektir ki, iki kitabı koklamak için bile bin lira vermenin zorunlu olduğu bir dünyadayız! Oradaki atmosfer yalnızca bundan ibaret değildi. Bir şey daha isterdim. Ne mi? Tahmin mi ediyorsunuz? Oradan, canımın çektiği bütün kitapları almak istediğimi düşünüyorsunuz öyle mi? Vallâhi, bu tahmininizden daha sevimli bir şey vardır. O da, kitapçıda beğendiğim kitabı ilk açtığımda karşıma çıkan şu cümlede cevabını bulmaktadır. Kitabı almama da neden olan o cümle aynen şu idi: لا يَصِلُ الْعَبْدُ إِلَى حَقِيقَةِ الْإِيمَانِ مَا لَمْ يُحِبَّ لِأَخِيهِ وَلِسَائِرِ الْمُسْلِمِينَ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ Yani: “Kul, kendi nefsi için sevip istediği bir şeyi kardeşi ve diğer Müslümanlar için de istemedikçe (kâmil anlamda) imanın hakikatine ulaşamaz.” (Bidâyetü’l Hidâye, Dâru’l Minhâc, S: 212) Evet, orada arkadaşların aldıkları ve almak isteyecekleri kitapların parasını verebilecek imkânda olmayı isterdim. Onları bu şekilde sevindirmek bana nefsimin isteğini yapmaktan daha sevimli gelirdi. O imkâlara sahip olup da hâlâ kendini âciz gören ya da cimrilik eden yahut da açgözlülüğünün esiri olan herkes için de, Allah’tan hidâyet ve İslâmî şuur dilerim. 3 Ocak 2018 – Çarşamba Bugün bir abi öğle vaktinde yemeğe davet etti. Meşrû olduğu ve bir mazeret de bulunmadığı sürece davete icâbet gerekir; ben de icâbet ettim. Hani "Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" diye bir söz vardır ya; o kâbilden gördüğüm ve çok takdîr ettiğim bir şeyi kısaca anlatayım. Davetliler arasında bir abi, yemekten sonra yanındaki poşetinden iki kitap çıkardı. Birisi Kur'ân-ı Kerîm, diğeri de Hadîs kitabı idi. Sonra bize döndü: "Abiler, Kur'ân ve Sünnetten günlük derslerim var, Her gün okurum. Ya gittiğim yerde ya da evimde. Müsaadeniz olursa okuyayım; olmazsa ben kendim evde okurum" dedi. Bu söze kim müsaade etmez ki? Hadîs eserinin sonuna geldiği için fazla okumadı. Bir Hadîs ile yetindi. Rasûlullah aleyhisselâm buyurdu: الْقُرْاٰنُ غِنًى لاَ فَقْرَ بَعْدَهُ وَلاَ غِنًى دُونَهُ "Kur'ân bir zenginliktir ki, artık ondan sonra fakirlik olmadığı gibi onun dışında da zenginlik yoktur" (Dârekutnî, Taberânî) Sonra da Kur'ân'ı açtı, Neml Sûresinin 83. Âyetinden başlayıp, bu Sûreyi bitirdi. Sonra da Kasas Sûresinin başından birkaç Âyet daha okuyup açıklamalar yaptı. Gittiği yerlerde Allah'ın Âyetlerini ve Peygamberimizin Hadîslerini gündemde tutanlara selâm olsun. 5 Ocak 2018 – Cuma
Bugün fırından ekmek alırken orada oturan adamlardan biri "Hocam, kitaplarından falana hediye ediyorsun, bana etmiyorsun" dedi. Falan dediği kişi, kadîm dostlarımdan biri. Evet, hediye etmek istedim ama parasıyla almakta ısrâr etmişti. Dışarıdan insanlar farklı görüyor her şeyi. Fakat para almamakta ben biraz daha baskın gelince hediye etmeye muvaffak oldum. Hediye isteyen bu kişiye de "İnşâAllah, en kısa zamanda sana da hediye edelim" dedim. Bizim insanlarımız "inşâAllah" ve "en kısa zaman" gibi sözleri duyunca baştan savma anlıyor genelde. Söz almışken işi garantiye bağlamak için oraya-buraya-şuraya, şu şekilde-bu şekilde kitabı bırakabilirsin diye sözü uzatılabiliyor. Oysa Allah izin verdiği sürece garanti söz söylemiştim. “İnşâAllah” demiştim, “en kısa zaman” demiştim. Neyse ekmeği eve koydum kitapları ayarladım, götürüp teslim ettim. Adamlar "Niye acele ettin?" kâbilinden ya da: "Bu kadar hızlı olacağını hiç beklemiyorduk" taaccubunden dolayı şaşırdılar! Yahu, şunu artık öğrenelim. Biz eğer Müslüman isek, sâdık insanlar olmalıyız. Verdiğimiz sözleri tam zamanında hatta zamanından önce yapmalıyız. Kimseye iğne ucu kadar haksızlık ve eziyet etmemeliyiz. Ve de bunları, karşımızdaki kimseler buna lâyık mı değil mi değerlendirmesiyle değil, sadece ALLAH için yapmalıyız. Vesselâm. 31 Ocak 2018 - Çarşamba Bugün, "Tevessül ve Kabr-i Nebî'yi Ziyâret" adlı kitabım çıkmıştır. Yüce Rabbime binlerce kez hamd-ü senâlar olsun. Rabbim, hakkımızda sadaka-i câriye kılsın ve daha hayırlı çalışmalara muvaffak eylesin. Âmîn. 15 Şubat 2018 – Perşembe Bir Anım... Bugün aklıma gelen bir anımı paylaşmak istiyorum.
Piyasada malın talebini artıran “ihtiyaçtan satılık” ifadesi bana bir anımı hatırlattı. Yıllar önce motor (mobylette bionik 52) almak için piyasayı araştırmıştım. Fakat sıfır motorların fiyatı o esnada -bana göre- biraz yüksekti. Daha sonra ikinci el satanlara da bakmak istedim. Çünkü temiz motor olursa, tercih edilebilirdi. Bir kardeşle birlikte bir dükkâna girdik, adam alıcı olduğumuzu anladığı için, elinde temiz hatta sıfır -tekeri bile dönmemiş- bir motor olduğunu söyledi. Biz de “sıfır motorun burada ne işi var?” dedik. Bunun üzerine motoru ve motorun evraklarını gösterdi. Gerçekten satın alma tarihi iki hafta öncesi idi. Hem de çok sevdiğim ve istediğim motorun bizzat kendisi karşımda duruyordu. SübhânAllah. Adam 1500 (eski parayla 1,5 milyon) liralık motoru 2000 (eski parayla 2 milyon) liraya almış, maddî olarak darboğaza girince de, taksitini ödeyemeyeceğini anlamış ve peşin olmak kaydıyla yarı fiyatına motoru paraya çevirmek istemiş… Benim de o anda motor almak üzere cebimde 1000 (eski parayla 1 milyon) liram var. Adam, “hemen resmî işlemleri yapıp motorun devrini gerçekleştirelim” dedi. Hatta devir işlemini bir arkadaşının yaptığını ve yardımcı olacağını söyledi. Bazen insan bir şeyi çok ister ama olmaz, bazen de her şey tıkır tıkır yolunda gider ya da öyle gözükür. Bu şekilde imtihân edilseydiniz ne yapardınız? Zevk için değil, ihtiyaç için almak zorunda olduğunuz ve pırıl pırıl, masmavi bir motor önünüzde duruyor ve talep edilen ücret de cebinizde mevcut… O an içimden, Allah tarafından ciddi bir imtihândan geçtiğimi tefekkür ettim. Âdeta Yüce Rabbimiz -çok iyi bilmesine rağmen, imtihân hikmeti gereği- “kulum, nasıl amel edecek…” diyerek benim tercihimi ortaya koymak istiyordu. Yanımdaki arkadaş da, motoru aldık gözüyle bakıyordu. Çünkü istediğim motor -tüm özellikleriyle- o idi. Adama dedim ki: “Taksitle/fâizle alınan, alıcısına hayır getirmeyen, onun sıkıntısını artıran ve bir an önce elinden çıkarmak istediği bir mal, bize de hayır getirmez. Kusura bakmayın, böyle bir hikâyesi olan motor bize yaramaz” dedim. Adam hâlâ “ona yaramamış olabilir, size niye yaramasın? Motorun tekeri dönmemiş, bu fiyata hiçbir yerde bulamazsınız” biçiminde bilindik ve rutin sözleri tekrar edip duruyordu. Biz müsâade istedik ve ayrıldık. Kim bilir belki de adam, motorun böyle bir hikâyesi olduğunu söylemekle hata ettiğini düşünüp nefsini kınamıştır da!.. Ama nereden bilsin ki, bu şekilde bir davranış sergileyecek bir müşterinin karşısına çıkabileceğini!.. Ve mâ tevfîkî illâ billâh. 18 Şubat 2018 – Pazar Bunları Duyunca Çok Şaşırdım!.. Dün (Cumartesi günü) başımdan geçen bir anım nedeniyle bir şeyler yazmak istiyorum… Bir kimse size, şirkten sakındırmanız karşısında, ahlâkçı ve ıslâhatçı gibi davranmanız gerektiğini, yani Tevhîd ve şirk yerine, insânî erdemlerden söz etmenin daha çok gerekli olduğunu söylese ne dersiniz? Cevabı duyar gibiyim: “Bizi, Rasûlullah’ın Sünneti bağlar; o insanları, hayatı boyunca Tevhîd’e çağırmış, ölüm döşeğinde acılar içindeyken bile, ümmetinin Tevhîd’den sapmaması için, onları şirkten sakındırmaktan geri durmamıştır. Bize ne oluyor da, Tevhîd’e bu kadar çabuk doyduk ve duymaktan rahatsız olduk!...” EyvALLAH! Hakkın yolu da, aklın yolu da birdir. Bir tek olan Yüce Allah’tan tevfîk, âfiyet ve sebât dileriz… Bu sözü yıllar önce Hadîs inkârcısı, akılcı ve hevâ ehli bir kimseden duymuştum ve ona gerekli cevabı vermiştim. Akîdesi sebebiyle bu sözüne çok şaşırmamıştım. Fakat Tevhîdî hassâsiyeti olduğu söylenen bir kimseden bu sözü duyunca çok şaşırdım. Ve Cumartesi günü birinden işittiğim o sözlere kısaca yazılı olarak da cevap vermek istedim. Zira Tevhîd; Lâ İlâhe İllallâh Muhammedün Rasûlullah'tır; “Lâ” ile başlar. Şirke ve küfre “hayır” demeden, bu şarta uymadan ve insanları bu ilkeye uymaya çağırmadan, iman nasıl anlatılacak? Onlara Tevhîd sunulmadan, hangi iyilikten bahsedilecek? Hiç şüphesiz insan, okumadıkça, dinlemedikçe ve öğrenmeyip câhil kaldıkça akıl ve fikir yönünden de fakir ve zavallı olmaya devam edecektir. Sonra da İslâm’la, Tevhîd’le, ilimle ve hikmetle alâkası olmayan yalan yanlış bâtıl fikirleri câhilliğinin bir gereği olarak indî ve şahsî bir kanâat mâhiyetinde söyleyecek, savunacak ve onların “hak” olduğunu sanacaktır! Örneğin: “Tevhîdî hakikatleri ve şirkin içyüzünü anlatmaya ve gündemde tutmaya gerek yok, güncel, insânî ve insanlar arası sosyal ve iktisâdî meselelere değinmek gerekir. Bugün insanlar ticâret ahlâkından yoksun. Genelde, İslâm nazarında doğru ve dürüst kimseler değiller, sözlerinde durmuyor, insanları aldatıyor ve borçlarını zamanında ödemiyorlar vs. vs.” diyecektir. Bu söze şaşırıyorsunuz tabii. Zira içinde mantık hataları olduğu için, çelişkiler var! Neyi neye tercih ediyoruz? Hangi fazileti hangisine takdîm ediyoruz? Elbette insanları doğruluğa, dürüstlüğe, adâlete ve her türlü insânî erdemlere çağırmak gerekir. İyi de, zaten bütün bunlar İslâm’da, Tevhîd’de, Nebevî ahlâkta ve Peygamberî Sünnette değil midir? Bütün peygamberlerin gönderiliş amacı, insanları Allah’a imana davet edip, şirkten sakındırmak değil midir? En büyük ma’rûf, Tevhîd; en büyük münker ise şirk değil midir? İnsanları en büyük iyilik olan Tevhîd’e çağırmadan, hangi iyiliğe ulaştırabilirsiniz? Ve insanları en büyük kötülük olan şirkten, küfürden, nankörlükten ve isyândan sakındırmadan, hangi kötülükten alıkoyabilirsiniz? Allah katında insanın “iyilerden” ve yaptıklarının da “iyi amellerden” sayılmasını sağlayan en yüce değer nedir? Aynı şekilde Allah katında insanın “kötülerden” ve yaptıklarının da “kötü amellerden” sayılmasına sebep olan en kötü şey nedir? Allah katında Tevhîd’den mahrûm iken hangi fazilete nâil olunabilir? Tevhîd, temel ve esas değil midir? Bütün ma’rûflar onun üzerine inşâ edilmez mi? İnsanları her türlü insânî ve İslâmî erdemlere ve güzelliklere çağırmaya kimse itiraz etmez ama Müslümanın çağrısının ilki, ortası ve sonu hep Tevhîd olmalı değil midir? Bir Müslüman, öylesi bir sözü -düşünmeden- nasıl söyleyebilir? Bu, şeytandan bir vesvese değil midir? Şeytan bazen insanları, cehâletlerini kullanarak ve sağdan yaklaşarak, onlara iyimser(!) fikirler telkîn ettiğini fısıldayarak, felsefe ve akılcılığın girdabına mahkûm edici tuzaklar kurar! Böylece bilgisizce ve bilinçsizce şeytanın istediği istikâmette konuşmalar ve yaşantılar ortaya çıkar! İnsan kendi iç dünyasında bunu şöyle gerekçelendirir: “Bizim akîde sorunumuz yok, o konuyu hallettik, aştık bu meseleleri... Siz de geçin bu konuları; ahlâkçı ve hümanist olmamız lazım.” Bu söz, o kadar farklı açılardan yanlıştır ki, hangi açıyı ele alsak, uzun uzun konuşmamız gerekir. Cehl-i mürekkeb sıfatını taşıyanların hamâsî nutuklarındaki yanlışların haddi hesabı yoktur! Bir kere, “biz şirk koşmuyoruz, Allah bizi affeder” diyerek âkıbetinden eminmiş gibi tavır sergilemek akîde açısından yanlıştır! İnsanın hâlini, istikbâlini ve âkıbetini ancak Allah bilir. Bir kimse iman ediyor olsa da, icmâlî imandan tahkîkî imana ulaşmak için devamlı sûrette öğrenmeye, yaşamaya ve vahyi gündem etmeye devam etmelidir. Ayrıca bazı Hadîslerde söz konusu ifadelerden sakındırma vardır! Ayrıca mü’min bir kimse, Tevhîd’in gündem edilmesinden rahatsız olmaz, bilâkis mutlu olur ve o hakikatler onun imanını artırır. Bir diğer mesele ise, bir mü’minin bildiği bir şeyi, başkası bilmeyebilir. İlim öğrenmek, nasıl ki beşikten mezara kadar ise, Tevhîd’in gündem edilmesi, yaşanması ve anlatılması da son nefesi verinceye kadar devam eder. Hatta mü’min ölüm döşeğinde bile ilim öğrenir, ilim öğretir, nasihat dinler ve nasihat eder… İnsanların yaratılış sebebi de tüm peygamberlerin gönderiliş amacı da ancak insanları Allah’a ibâdete (iman ve teslimiyete) çağırmaktır! Şeytanın ve dostlarının şerrinden, vesvese ve ayartmalarından Azîz ve Celîl olan Allah hepimizi korusun! 20 Şubat 2017 – Salı Az önce bir video izledim... Sokak röportajları... Konusu: "Babanıza en son ne zaman seni seviyorum dediniz?" Röportaj yapan kişi, bir gence: "Babana en son ne zaman seni seviyorum dedin?" diye soruyor. Genç sessiz kalıyor... Röportaj yapan kişi: "Zor bir soru değil ya, ne zaman dedin?" diye üsteliyor… Genç mahzûn ve boynu bükük şekilde: "Babam vefât etti hocam ya" diyor. :( Hüzün ve gözyaşı. Buraya kadar tebessümle izlediğim video bir anda hüzün videosuna dönüverdi ve gerisini izlemenin bir anlamı kalmadı. :( Hayat bu işte! Gülerken ağlamak!..
Rabbim dünyada da âhirette de güldürsün, saîd kullarından eylesin. 13 Mart 2018 – Salı Ben yetim büyüdüm. Sekiz buçuk yaşında iken babamı kaybettim. Çocukluk dönemimde (ilkokulu bitirinceye kadar) babam hâricinde hiçkimse bu yetim çocuğa harçlık vermedi. Hatırlamıyorum... Yaşım yedi-sekiz olunca babam ayakkabı boyamamız için boya sandığı yaptırmıştı. Genelde olaylara akılcı/rasyonalist bakan amcalar pek tabii ki küçük bir çocuğun kaliteli ayakkabı boyayamayacağını takdir ettikleri için pek ayakkabı boyatmazlardı. Onlar boyatmayınca babam ayakkabısını boyatır ve ücretini de verirdi. Bu davranışından anlıyorum ki insan psikolojisinden, hepsinden önemlisi çocuk psikolojisinden anlıyor ve duygulara önem veriyordu. O parasını verince mutlu olurdum. Bazen verdiği para çok olurdu, üstünü vermek istediğimde de kabul etmezdi. Babamın bu hareketi aslında o amcalara kapak mâhiyetinde bir davranıştı. Anlayana!.. Babam çocukları arasında bana özel bir sevgi besler ve değer verirdi. Bir keresinde Cuma namazını kılmış dışarıya çıkıyorduk. Yaşım muhtemelen yedi civarıydı. Ortalık çok kalabalıktı. Babam da camiden çıktı beni gördü. Muhitinde çok saygın ve karizmatik bir insandı. Benimle diyaloga girdi, o an etrafımız insanlarla doldu. Oradaki kişiler bana sevgiyle bakıp, hayrım için dua ediyorlardı. O esnada babam bir çocuğa verilebilecek harçlık olarak limitin çok üstünde bir parayı benim elime tutuşturdu. Almak istemedim, ısrâr etti. Önce paranın ne kadar olduğunu anlayamadım. Sonra minik avucumu açtığımda paranın büyük olduğunu gördüm. Birkaç adım önümdeki babama koşup parayı geri vermek istemiştim. Güzel anılardan ibret alıp ders çıkarmak önemlidir. Analarımızın ve babalarımızın kıymetini bilelim ve onların hidâyetleri ve iyilikleri için çalışalım. Küçük bir anımı daha paylaşıp, bitirmek istiyorum. Bir bayram günüydü. Yaşım dokuz civarı. Arkadaşların arasındayız. Hepsinin elinde ikişer poşet var. Bana da iki poşet edinmemi söylediler. Ne için, diye sordum. Birisi şeker toplamak için, diğeri de para için, dediler. Baktım, kendi ellerindeki poşetlerin birinde şeker, diğerinde de para vardı. Ben, "utanırım, şeker-para istemem" dedim. Onlar da istemeden verdiklerini söylediler. "Gitmesek olmaz mı?" dedim ama onlar kararlıydılar. Benim elime de iki poşet tutuşturdular ve bayramda el öpmek için büyükleri ziyarete gittik. Sadece şeker verdiler. Hem de genelde şekerlerin kötülerini, ucuzlarını ve beğenmediklerini verdiler. Bu durum hiç hoşuma gitmemişti. Görünürde bir iltimasçılık ve samimiyetsizlik vardı. Anneme bu olanları anlattım. Annem "bir daha bunu yapma" dedi ve ekledi: "Hem o para verenler, onların babası, amcası, dayısı, abisi ya da akrabası..." Akraba demişken akreplerin lehine bir söz söyleyecek değilim. Allah herkese şuur ihsân eylesin. Annemin sözüne uydum mu? Elbette... Çünkü annem bize hep hayırlı ve güzel olanı söylerdi. Rabbim ona hidâyet, selâmet, âfiyet versin ve huzuruna imanlı olarak varmasını nasip eylesin. Âmîn. Uzun sözün kısası, Yüce Allah'tan dünya ve âhirette âfiyet dilerim. Sözümü bitirirken... Diyorum ki: Yetim çocuklar hepinizi seviyorum. Ve hepiniz için Yüce Allah'tan hidâyet, selâmet, âfiyet, hayır ve güzellikler diliyorum. Maddî ve mânevî nelerden mahrûm iseniz, Yüce Rabbimiz size onlardan daha hayırlısını lütfetsin. Kazançların en büyüğü olan iman nûruyla kalbinizi ve hayatını tenvîr eylesin. Âmîn ecmeîn. 14 Nisan 2018 – Cumartesi “İki, Sıfır, Sıfır!” Bugün bir kardeş, başından geçen bir anısını anlattı. Hem de tane tane anlattı. “Başımdan geçen bu hâdiseyi yazılarında ve konuşmalarından isim vermeden anlat ve örnek ver ki, insanlar ibret alsınlar” dedi. Ben de “İnşâAllah” dedim. Sıcağı sıcağına hemen şimdi kısaca özetlemek isterim. İhtiyaç sahibi ve ilim ehli bir Müslüman, kış mevsiminde dalga dalga üstüne gelen maddî sıkıntılar canına tak ettiği bir anda, otuz yıldır tanıdığı, petrol işi yapan, benzinliği olan bir Müslümanı hatırlıyor ve ona telefon ediyor, maddî sıkıntılarından bahsediyor O kimse de, “o tarafa yolum düşecek gibi; geldiğimde beni ara” diyor. Neden kendisi ziyâret etmeye tenezzül etmiyorsa, bunu da anlamak mümkün değil! Bir müddet geçince, benzinliği olan şahıs, kardeşimize telefon ediyor... Tabii ki bu durumlar gariban Müslümanları heyecanlandırır ve umutlandırır. Kardeş, telefonu açıyor, karşıdaki ses: “Ptt hesabına 2-0-0 [iki, sıfır, sıfır] yatırdım” diyor. Tabii bunu söyleyen kimse benzinliği olan biri olunca, bu sözü duyan kardeş de, hesabına para yatırıldığını çok iyi anlıyor, ama “iki, sıfır, sıfır” tabirini de mütevazı bir beyan olarak değerlendiriyor ve: “Sanırım, iki bin [iki, sıfır, sıfır, sıfır] yatırmış olmalı; yirmi bin yatırmaz herhalde” diye düşünüyor. O tür kartları hiç kullanmamış biri olarak, burasını tam ifade edemesem de, sanırım kartı makineye sokup şifre giriyor ve sonrasında hesabında iki yüz lira olduğunu görüyor. O anki hâlet-i rûhiyesiyle sarf ettiği şu cümlesini tasvip etmemekle beraber, asıl mesaja odaklı ibret alalım. Diyor ki: “O anda bir tuhaf oldum. Ben ona zarûrî sıkıntılarımdan bahsettim, o bana gerçekten de “iki, sıfır, sıfır” göndermiş!.. Vallâhi, o esnada içimden, ‘Allah bu hayrını kabul etmesin’ demek geçti. Ama demedim, sadece çok üzüldüm ve sana anlatıyorum...” Görebiliyor musunuz? Zenginler James Bond gibi konuşmayı seviyorlar, havalarından hiçbir şey eksik olmasın istiyorlar ama teşbîhte hata olmasın, Bond’un dediği kadarını bile diyemiyorlar. En azından Bond, “sıfır, sıfır, yedi” diyor! Sen de, sana sıkıntısını arz edecek kadar daralan seni dost bilen/sanan bir Müslümana en azından “yedi, sıfır, sıfır” deseydin ya! Artı, yanına bir sıfır daha koymana engel olan neydi acaba? Hani derler ya, “bu ziyâretini saymıyoruz, tekrar bekleriz...” diye! Bize düşmez, hayır yapanların muhasebesini ve tenkîdini yapmak ama bazı kimseler, bu şekilde yaptıkları hayırları sayıyorlar mı saymıyorlar mı veya nereye koyuyorlar, iyi düşünsünler! Düşünsünler ki, daha hayırlı amellerden, nefsî arzularının ve hırslarının pençesinde bocalayıp mahrûm kalmasınlar! Bin küsur kilometre uzaktan iki yüz lira ile infâk etmek, infâk mıdır yoksa dilencilerin önüne atılan ve dilenciyi baştan savan bir sadaka (!) mıdır?! İsteyene bile, bu şekilde davranan zenginleri gördükçe, iffet ve onur sahibi tüm mü’minler, aç kalsalar bile kimseden zırnık istememe hassâsiyetlerini gün be gün artırıp, sadece Allah’a dayanıp güveniyorlar! İsteyene bile böyle davranan bir kimse, istemeyeni hiç umursar mı? Allah şuur versin! Takvâ, salâh, ihlâs ve uhuvvet değerlerine sahip olan kimse; kendisinden bir şey isteyene, verecek bir şeyi olmasa dahi, onun sıkıntısını gidermeye aracılık yapmaya ya da -bu imkânı bulamazsa- kendi adına borçlanıp onun derdine merhem olmaya çalışır! Çünkü bu fırsat bir daha eline geçmeyebilir. Geçse bile çok geç olabilir! Hissî, duygusal ve mânevî yorumlarla sözü uzatmak istemiyorum. Anlamak isteyene bir işâret yeter. Anlamak istemeyene destan yazsanız, hikâye gelir! Mevzumuzu, Rabbimizin Kelâm’ı ile bitirelim. Allah Teâlâ, bizler için örnek şahsiyetler olarak takdim ettiği muhâcirlerle ensârın kardeşliğinden bir tablo sunmaktadır: “Onlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sahip olanlar, kendilerine hicret edenleri sevenler ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir ihtiyaç eğilimi (çekememezlik, rahatsızlık) duymazlar. Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi, (muhâcirleri) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr: 9) Bir yanda fakr-u zarûret içinde olsalar da, kendi ihtiyaçları bulunsa da kardeşlerini tercih eden ensâr radıyallâhu anhum, diğer tarafta da bugünün imkânları ve servetleri içinde piknik âleminde keyif çatan ekmek ve yemek mücâhidleri! Bir tarafta cömertliğin muallimleri, diğer tarafta cimriliğin kötü emsâlleri! Fazla söze hâcet yok! Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Onların mallarında sâil’in (dilenenin) ve mahrûm’un (dilenmeyen onurlu yoksulun, dilenmediği için mahrûm olanın) bir hakkı vardır.” (Zâriyât: 19)
Rabbimizden takvâ, iffet/teaffuf ve gönül zenginliği dileriz. 6 Mayıs 2018 – Pazar Kıssadan Hisse… Bir Anım… Bugün yağmurlu bir gün... Yağmur bana gemişteki bir anımı hatırlattı. Geçmiş zamanda akşamüstü sağanak yağmur yağıyor. O yağmurda arabasız veya şemsiyesiz dışarı çıkmak mümkün değil. Benimse motorum var. Yanımda da bir arkadaş bulunuyor. N’apacağız? Ya çarşıda bekleyeceğiz ya da o yağmura rağmen eve gideceğiz. Eve gitmenin daha münasip olduğuna karar veriyoruz. Doğrusu da bu. Çünkü hem akşam vakti hem de yağmur duracak gibi gözükmüyor. Bazen ıslanmayı göze almak gerekiyor. O arkadaşa, “gidelim” diyorum. Motora biniyoruz, sağanak yağmur altında hem motor hem de biz âdeta duş alıyoruz. Arkadaşın evi daha yakın olduğu için önce onu bırakmam gerekiyor. Arkadaşın evinin bulunduğu mahalleye yaklaşıyorum. Arkadaş, mahallenin yakınında bırakmamı söylüyor. Prensip olarak, bir işi yarım yamalak yapmayı asla sevmem. İhsân tam olmalıdır. Yarım ihsân insana ezâdır, zahmettir ve külfettir. Arkadaşa, “neden?” diyorum. “Çok şiddetli yağmur yağıyor, size zahmet olmasın” diyor. “Motor götürüyor bizi, zahmet ne olacak ki?” diyorum. “Fazla ıslanmayın” diyor. “Seni burada bıraksam, ıslanmayacak mıyım?” diye soruyorum. Bu soruya arkadaş cevap bulamıyor. Ama anlıyorum ki, o da beni düşündüğü ve zahmet vermek istemediği için öyle konuşuyor. Fakat bir kardeşimi o yağmurda yarı yolda bırakıp da sırtımı dönüp gitmekten hayâ ederim, bunu yaparsam vicdan azâbı çekerim. Allah için yapılan şeylerde insanlardan bir karşılık hatta teşekkür bile beklenmez ama iyilik yapmaya kendimizi alıştıralım, göreceğiz ki, karşımızdaki kimse -kim olursa olsun- iyiliğe karşı gerçekten minnettar olacaktır. O kimsenin o sevincini görmek, ihsân sahibine daha çok sevinç ve mutluluk verir. Bahsettiğim kardeşe gelirsek, kendisine sadece Allah için iyilik yapan konumundayken, o da iyilik üzere hareket edip beni düşünüyor. Çünkü iyi insan kendini değil, seni düşünür. Sen de iyiliğin karşılığının ancak iyilik olduğunu kavrayıp, iyiliğe daha iyisiyle karşılık verebilirsen, o anda yağmurda ıslanmanın zahmeti bir anda rahmete dönüşüverir. Yapılan iyilik karşısında, “beni şurada bıraksan yeter” ya da “sana zahmet olmasın, zaten hava yağmurlu” gibi sözlere mal bulmuş Mağribî gibi atlar ve “iyi o zaman” deyip, frene basarsan, yazık sana! İnsan hayır ehli olabilmek için hayır yolunda ısrârcı, azimli, kararlı, samimi ve fedâkâr olmalıdır. Ben de, ona hayırlı karşılık vermek için hayırda ısrârcı oldum. Normalde nefsî ısrârcılığı sevmem, ama bazı ısrârlar mahza hayırdır. Özellikle iffet ve onurundan dolayı bir iyiliğe “evet” diyemeyen kimselere karşı… Arkadaşa, “kapının önüne kadar seni götürmek zorundayım. Hatta sen kapıyı kapatıncaya kadar da motora gaz verip uzaklaşmam” dedim. Kararlılığımı görünce kardeş sükût etti. Nitekim evine bırakıp, ben de o yağmur altında kendi evime doğru akşam karanlığında gönül huzuru ile yol almaya başladım. Bunu neden anlattım? O arkadaş şu an en sevdiğim kardeşlerimden biri durumunda… Aşağıdaki cümlelerimde muhâtaba hitap sıygasını kullanacağım ama o muhâtapların arasında kendi nefsim de var… Bil ki, sevgi bedel ister. Sevginin edebiyatını yapmakla sevgili insan olunmaz! İnsanların seni sevmesini bekleyip durmak yerine, sevmeyi ve fedâkârlık yapmayı bileceksin. İyilikleri nefsinin ambargo ve onayına sunmayacaksın. Her hususta sadece Allah’ın rızâsını gözeteceksin, isteyeceksin ve yapacaksın. O zaman hayır üzere olursun… O zaman sevilmeyi hak edersin ve hayır ehli de seni sever. İyilik yapıp da sevilmeyen insan gördün mü? Yahut da iylik yapılan kimse tarafından sevilmeyen kimseye şâhit oldun mu? Akl-ı selîm ve kadirşinas hiçbir insan iyilik karşısında nankörlük etmez. Allah sana dört tekerli ve şemsiyeli (üstü kapalı) araba vermişse, insanlara, “seni nerede bıraksam sana uyar?” demeyeceksin. Bilakis, “nereye gidiyorsun?” ya da “evin nerede?” diye soracaksın ve o kardeşini gideceği yere kadar götüreceksin. Annemin tabiriyle, elinin ucuyla iş yapmayacaksın. Bil ki, yaptığın iyilik eline yapışmaz. Gani gönüllü olmayı öğreneceksin ve Allah’ın sana emânet verdiği dünyalıkların şükrünü fiilî olarak ortaya koyacaksın. İnsanlara iyilik yapmayı angarya olarak görmeyeceksin! Böylece iyiliğin ve iyi insan olduğun dilinden menkûl değil, amelinden sâdır olacak… Bu anımı neden anlattım sualinin ikinci cevabı da budur… Hayır ve iyiliklere terğîb ve teşvîk… Ve bu istikâmette Allah için nasihat… Çünkü din nasihattir.
Yüce Rabbimiz bizi sâlihlerden ve ebrârdan eylesin. Âmîn. 16 Mayıs 2018 – Çarşamba Hortumdan Su İçen Muvahhid! Bugün Ramazan ayının arefesi… Tüm dünyada Ramazan hilâlinin görülmediği ve Şa’ban ayının otuza tamamlanacağı hususunda ittifâk var. Ama takvimler bugünün Ramazan’ın ilk günü olduğunu söylüyor… Tabii ki halkın çoğu her zaman olduğu gibi, takvime uyuyor… Bu hengâmede günün anlam ve önemine binâen bir hatıramı kaydetmek istiyorum.
Evet, yaşanılanlar unutulmuyor; bir şekilde ve bir vesileyle hatırlanıyor. Yüce Allah da kullarının yaptıklarını asla unutmaz... Yirmi yaşındayken, bir Ramazan arefesindeyiz... Hilâlin görülmediği hususunda ittifâk var. Ama takvimler o gün Ramazan'ın başladığını yazıyor. Tabii ki halkın çoğu o günde oruca niyet etmişler. Bir amcanın, akîdesi düzgün ama genç ve heyecanlı oğlu o günde bahçeyi sulayan hortumu eline alıyor ve babası oruç iken hortumu ağzına dayayıp kana kana su içiyor. Adam deliriyor. Güler misin ağlar mısın? Sonra adam bana gelip, olanları anlattı. Adama: "Oğlunuzun yaptığı şey densizlikler listesinde yer alacak denli hikmetsiz bir davranıştır" dedim. "Hem oruç tutmuyor hem de bana Tevhîd'den bahsediyor" dedi. O cümle rûhumu çok acıttı. Daha babasının güvenini dahi kazanamayan bir muvahhid genç, sâir zamanlarda Tevhîd'den bahsediyor ama hikmetten habersiz! O adama hilâl konusunu detaylıca anlattım. Dinledi, ama kulaklarının duyduğunu gönlü kabul etmek istemedi. Sonuçta, "öyle de olsa, böyle yapılır mı?" diyerek meselenin üzerinden geçip, konuyu kapattı. Hikmetsiz bir söz veya davranış doğru bile olsa, densizce yapılması yürekleri acıtıyor! Bir hakkın, bir güzelliğin ve bir hayrın ifade edilmesi için nefsî davranışlara muhtaç mıyız?! Hak ve hayr zaten mahza güzeldir. Yeter ki o güzelliği taşıyabilelim ve insanlara güzelce sunabilelim. İnsanın kendi yanlışını İslâm'a mâl edercesine bir davranış sergilemesi büyük bir vebâldir! 5 Ağustos 2018 – Pazar Kul Hakkı, Hakkâniyet ve Hassâsiyet… Dünyada bazı şeyler bazı şeyleri hatırlatır. Allah hayrımızı versin ve hayırlı şeyler hatırlatsın… Yaz mevsimi de bana geçmişten bir anımı hatırlattı. Yaşım henüz on dört… Şu an vefât etmiş olan yaşlı bir teyzenin avlulu evinde kiracıyız… Ev sahibemiz de aynı avlu içinde oturuyor ve evin arka tarafında küçük de bir bahçesi var. Bahçede bir tane kayısı ağacı, küçük bir vişne fidanı, üzüm asması ve bir köşesinde de tavuk kümesi mevcut… Kendisine Mosin aba diye hitap ettiğimiz bu teyzenin kocası birkaç yıl önce vefât etmiş, kendisinin de hiç çocuğu olmamış… Kocası hakkında kötü bir kelime söylediğine hiç şâhit olmadığım için, kendisine hep sevgi ve sempati besledim. Onu kırmaktan tüm gücümle sakındım. Bir küçük oda ve girişten oluşan iki odalı evinde yalnız yaşıyor. Evin avlusuna küçük bir kapıdan giriliyor ve her giriş ve çıkış esnasında onun kapısının önünden geçiyoruz. Avlunun içinde evinin hemen karşısında da çeşme var. Çeşmeye su için varınca da sık sık karşılaşıyoruz. Kimseye zararı olmayan kendi hâlinde yaşlı bir kadın… Biz de aynı şekilde, küçük bir oda ve aralık diye tabir ettiğimiz girişten oluşan iki odalı evinde kiracıyız.. Mosin kelimesinin aslını o zamanlar hiç düşünmediğim için, bu kelimenin kökü ve nereden geldiği hususunda bir şey diyemeyeceğim. Neyse, yaz mevsimi gelince Mosin aba yanıma gelip: “Yusufum, kayısılar olmuş, onları bana bir toplayıverir misin” dedi. Ben de, “tamam” dedim ve bana verdiği kabın içine kayısılarını topladım ve götürüp verdim. Sonra eve girdim. Annem kayısı toplarken beni görmüş ve “hani sana kayısı vermedi mi?” diye sordu. Ben de, “önemli değil, ben kayısı için değil, Allah için topladım” dedim. Annem, "öyle ama sen bir gençsin, canın çeker. İnsan bir avuç kayısı vermezmiymiş” dedi ve “ben ona şimdi sorarım deyip” teyzenin yanına gitti. Annemle Mosin abanın münâsebeti hoş ve tatlı idi. Bazen aralarından su sızmaz, çok iyi geçinirler. Bazen de Mosin abanın yaşlılıktan kaynaklanan triplerine annem biraz kızar ve araları limoni olurdu. Fakat hiç küsmezlerdi. O esnada da araları biraz limoni. Mevzumuza dönersek, annem, Mosin abanın kapısını çaldı ve o çıkınca, “sen, Yûsuf’a kayısı toplatıp da, çocuğa bir avuç olsun kayısı vermiyor musun?” dedi. Mosin aba da: “Kız anam, kayısı toplarken yemiştir diye vermedim. Niye vermeyeyim?” dedi. Annem de: “Yûsuf’a sen, ‘ye’ demeden yer mi? Sen bilmiyor musun?” diye sitem etti. Evet, yemem! Yenilmemesi gerektiğini daha küçük yaşlardan itibaren annemin kendisi öğretmişti. Hem de, “komşunun bahçesinden bir çöp alıp, dişini kurcalasan; bu, kul hakkına girer” diyerek… Annemle geçen diyalog üzerine teyzemiz bir tabak kayısı getirdi. Ben de kayısıyı tatmış oldum. Geçmişten bazen güldüren, bazen de düşündüren hoş bir anı. Hayırlara vesile olması tek dileğim… Evet, bir kimse, “ye!” demeden yenmez; yenir mi diye fetvâ aramanın da gereği yoktur. Takvâlı olmak ve kul hakkında kılı kırk yararcasına hassâs olmak, dürüst, güvenilir ve sâdık bir mü’min olmak varken… Kimin ne dediğinin veya -dünyalık ya da akıl anlamında- ne verdiğinin yahut da vermediğinin ne önemi vardır?
Rabbim, bizleri sâlihlerden, muhsinlerden ve müttakîlerden eylesin. 15 Kasım 2018 – Perşembe Kış geliyorum dedi. Bu gece Konya'ya kar yağdı. Yâ Rabbi, rahmetini ve lütfunu üzerimizde berdevâm eyle! Bizleri, kendinden başkasına muhtaç etme ve bizi göz açıp kapayıncaya kadar bile nefislerimize bırakma! Yâ Erhame'r-Râhımîn, hâssaten şu kış günlerinde evsiz barksız kimselerin, fukarâ ve gurabânın ve sahipsiz sokak hayvanlarının yardımcısı ol. Biz -âciz kulların- Senin bize bahşedeceğin her hayra muhtacız. Bizim neye muhtaç olduğumuzu Sen daha iyi bilirsin. Bize her şeyin en hayırlısını nasip eyle. Nefislerimizin azgınlığından, şeytanların vesvese ve iğvâlarından bizi koru. Âmîne yâ Mucîbe'd-Deavât. 26 Aralık 2018 – Çarşamba Karakış kendini gösterdi. Bu gece Konya'da mevsimin ilk karı yağdı. Hava gece hafif kar yağışlı, sıcaklık -6 derece, gündüz ise bulutlu ve -3 derece. Allah fukarânın ve gurabânın yardımcısı olsun. 14 Nisan 2019 – Pazar “Fenerbahçe-Galatasaray Maçı” Münâsebetiyle: Lise birinci sınıfa kadar futbol ve top oyunlarını asla sevmezdim. Gördüğüm kadarıyla aklı başında sayılan umûr görmüş insanlar da sevmezlerdi. Fıtrat işte! İnsanların top peşinde koşmaları ve topla oynarken sevinmeleri, üzülmeleri, bağırmaları hatta kavga etmeleri bana anlamsız gelirdi. Acaba bende mi bir anormallik var diye de düşünmüyor değildim. Çünkü onların topluca ilgi gösterdikleri şey benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Hatta gençler top oynarken topları benim bulunduğum tarafa geldiğinde bana bağırırlardı, “topu at” diye. Yaptıklarını gereksiz gördüğüm için, “anlamsız yere saatlerce bir oraya bir buraya koşturuyorlarsa, gelip toplarını da alsınlar” diye düşünür, ilgilenmezdim. Tabii ki arkadaşlarım gelip toplarını alırlarken kızarlardı. : ) “Topla daha çok oynamak için yani topun oyunda olduğu süreyi uzatabilmek adına, sağa sola kaçan topları bile bir an evvel oyunda görmek isterlerdi. Aylar, yıllar böyle mutlu, mes’ûd ilerlerken en samimi arkadaşlarımdan biri futbolu çok sever ve devamlı futbol oynardı. Hem de emsâlleri içinde onun gibi oynayan yoktu. Lise döneminde, futbolunu daha da geliştirmiş, herkese çalımı basıyordu. İki kişi bazen üç kişi onu tutuyor, daha doğrusu tutmaya çalışıyordu. Biz de çok samimi arkadaş olduğumuz için, onun futbol maçı olduğunda yine beraberdik. Ben sevmiyordum ama onun hatırı için onun maç yapacağı yere gidiyordum. O da top oynarken şunu yapacağım, bunu yapacağım diyordu, mahşeri kalabalık ve bir cümbüş ortamında bu kadar adamın arasında nasıl olacak diye düşünüyordum. Ama arkadaşım öyle hareketler yapıyordu ki, sanki o hareketleri diğerleri bilmiyormuş gibi, onlara çalım atıp, gol atıyor veya attırıyordu. Daha çok, gol attırmayı seviyordu. Ben ise, futbol konusunda “sudan çıkmış balık” gibi futbolun f’sinden anlamadan ama önyargısız şekilde izliyordum. İşin aslı, sadece arkadaşımı izliyordum. O da yeterli oluyordu. Çünkü top genelde onda oluyor veya ona geliyordu. Orta sahanın ortasında oynuyordu çünkü. İtiraf edeyim, futboldan zerre kadar haz etmeyen ben, arkadaşımı izledikçe futbolu sevmeye başladım. Arkadaşım on numara idi. Her maç esnasında son sözü söylüyor, en azından söyledikleri dikkate alınıyordu. Haftalar, aylar böyle geçti. İzlerken çok kolay oluyor olmalı, artık o golü ben de atarım diye düşünmeye başladım. Arkadaşıma beni de maça almasını söyledim. Takıma yedek olarak girdim, ileride oynayacaktım. Ben orta sahadayken yükseklerden bir top geliyordu. Baktım ve o top benim diye düşündüm. Kendime çok güveniyordum, top tam havada süzülürken, herkesten önce topu alayım düşüncesiyle ayağımı havada sıfır açma pahasına neryo chagi tekmesini attım. O esnada topa kafa vurmak için zıplamış olan havadaki rakip bir oyuncu arkadaşım -şu anda doçent- topa kafa uzatmış ama -daha sonra çok espri ve mizâh konusu olacak olan- benim tekmeyi hesaba katmamıştı. : ) Tekmem direkt arkadaşın yüzüne indi. Hemen “faul” diye bağırdılar. Yahu arkadaş, beni sahaya sürenler, faulden, kuraldan bahsetmediler ki. : ) Bu ihmâlkârlık benim futbol hayatımla oynamak demekti. Arkadaşım beni anlayışla karşılasa da, bu sert faul benim futbol kariyerimi erteledi. : ) Benim suçum olmamasına rağmen. Arkadaşım içime bir futbol sevgisinin girmesine neden oldu, teknikleri de ondan öğreniyordum ama asıl beni faullerden sakındırması gerekirdi. Çünkü ben on iki yaşından beri Kung-Fu ve Taekwon-Do sporlarıyla meşguldüm. Hatta asistan hoca idim. Herkesin ortak şâhitliği ile Allah vergisi bir yeteneğe sahiptim. Tıpkı arkadaşımın Allah vergisi bir futbol yeteneğine sahip olduğu gibi. Kıyâslama için yine de Allahu A’lem diyorum. Hâsıl-ı kelâm, bir şeyi sevmeye görün, o noktadan sonra, sevene yap denmez; yapma dense de yapar. İHL’yi bitirinceye kadar sayısız maçlarda oynadım. Uzakdoğu sporlarından tanınıyor olmam, maçlarda başkalarının dikkatini çekiyor, çok hızlı oynadığım ve çalımı da biraz fazla sevdiğim için çok markaj yapıyorlardı. Hatta bu yakın arkadaşım bana “futbol yeteneği sende fıtrî olarak varmış ama sen futbolu sevmediğin için ortaya çıkmamış” demişti. Futbol sevgisi, uzakdoğu sporları sevgimi azaltmadı. Çoğalttı da diyemeyeceğim, çünkü o kadar çok seviyordum, olabildiğince çok. Gece-gündüz antrenman yapıyordum. Bir tarafta ilim, bir tarafta spor. Bir keresinde Edebiyat hocası bana ayda kaç saat antrenman yaptığımı sormuştu. Ben de ay olarak değil, antrenman sayısı olarak program yapıyorum demiştim. Nasıl yani dedi. Örneğin; en son çalışmalarıma göre otuz antrenmanda seksen saat” dedim. Çok şaşırdı, hesabın içinden çıkamadı. Antrenman programım yanımda idi, verdim, baktı ve çok iyi demişti. Şu sözleri sarf ederken, işi hikmete getirip, “size âhirette faydası olmayacak şeylerle hayatınızı hebâ etmeyin” diyesim geliyor ama konunun akışıyla uyumlu olsun diye o noktanın tefekkürle elde edilmesini dileyerek devam ediyorum. Futbol sevgisi Kung-Fu sevgisine engel olmadı. Kung-Fu’da o esnada emsâllerimi fazlasıyla geçmiştim. Nitekim on iki yaşından itibaren asistanlık yapıyor olmam da, yeteneklerimin takdîr edildiğini göstermekteydi. Daha sonra birkaç spor salonunda Kung-Fu antrenörlüğünden sonra üniversite yılları başladı. Üniversitenin ilk yılında bütün hafta sonları futbol maçlarıyla geçti. Kendimi artık bu sahada da oldukça geliştirmiştim. Bazı arkadaşlar benim Taekwon-Do vs. de bildiğimi öğrenince o konuda dersler istediler. Yakın arkadaşlara hayır demek uygun olmazdı, ona da başladık. Bu sporların biri gitse diğeri geliyordu veya ikisi de bir türlü çekilip gitmiyordu. Oysa benim gönlümde İslâmî ilimlerde ıhtisâs ve bu istikâmette ilmî çalışmalar yapmak vardı. Asıl amacım bu idi ama spor sevgisi ve meşguliyeti, hayatımdan ve aklımdan hiç çıkmıyordu. Bu esnada yaşım yirmi iki. Defalarca tefekkür ettim. Ne istediğimi biliyordum. Faydalı ilim… Zaten bu yaşıma kadar Allah’a hamdolsun ilimle hep iç içe olmuş, küçük yaşlarda Kur’ân kursu, on iki yaşından itibaren o günün şartlarında kaliteli denebilecek bir müfredât ile İHL, meslek dersleri hocalarıyla özel sohbet ve dersler ile her türlü taassuptan uzak olarak kaliteli bir ilmî altyapıya sahiptim. Mürüvvet ve onur sahibi bir kimsenin kendisinden bahsetmesi çok zor iştir. Kung-Fu antrenörlüğü yaptığım zamanlarda bile sorduklarında veya bir tanışma esnasında kibir, gurur veya riyâ sanılmasın/sayılmasın, en azından kötü zan yapan kimselere malzeme vermeyeyim diye spor hocası olduğumu söylerdim. Ne sporu demezlerse de, öyle kalırdı. Birçok talebem, gösteriş sevdasıyla bazen benden çok tanınırdı; ancak karşılaştığımızda gerçek ortaya çıkardı. Kibir, gösteriş, riyâ ve hava atmayı hiçbir zaman sevmedim. Neyse biz tefekkürümüze dönelim. Üniversitenin ilk yılında aylarca ısrârla ve samimiyetle Allah’a dua ettim ve dedim ki: “Yâ Rabbi, içimdeki şu Kung-Fu, Taekwon-Do ve futbol sevgilerini çıkarıp at. Onlara olan sevgim, ilim talebinden ve hayırlardan beni alıkoymasın…” Sonra ne mi oldu? İnanın, kalbimde, benliğimde ve duygularımdaki köklü değişimi hissettim. Duam kabul olmuştu. Önceden, özellikle Kung-Fu veya futbol söz konusu olduğunda bu konuyu en iyi bilen ve en çok konuşması gereken kişi benim diye düşünürken; artık insanlar toptan mı bahsediyorlar, Kung-Fu’dan mı bahsediyorlar, beni ilgilendirmez hâle gelmişti. Eskiden olsa, "şurayı bilmiyorsunuz, şu konuda yanılıyorsunuz, şurayı atlıyorsunuz" derdim; ama artık, "bu meseleleri bu kadar etraflıca bilinceye kadar keşke hak dini öğrenseydiler, keşke ilim öğrenip hallerini ıslâh etseydiler" diye düşünür olmuştum. Spor ortak noktasıyla sohbetlerin de -hayır sevgisi ve hayır talebi- olmadıkça bir sonuç vermeyeceğini görmüştüm. Üniversite okuduğum yerde Arapça, Usûl vs. ilimler adına ehil bir kimse olmadığı için, orada üniversiteye devam etmemeye karar verdim. Hem ilim tahsîl etmek hem de açık öğretimde başka bir üniversite okumak maksadıyla oradan hicret ettim ve Konya’ya geldim. Buraya geldiğimde artık içimde ne Kung-Fu sevgisi ne de futbol sevgisi vardı! İnsan bu kadar mı değişir?! İnsan bazen bazı şeyleri haddinden fazla sevebiliyor ama bunun farkına dahi varmıyor. Futbol sevgisi de bunlardan biridir. Günümüzde futbol artık sevgi olmaktan çıkmış bir tutku, bir bağımlılık, bir hayat tarzı hatta bir hastalık hâline gelmiştir. Ben kendi benliğimde spora haddinden fazla sevgi duymamın zararlarını fark edip Yüce Allah’tan yardım istemişken, nice gençler bugün futbolu veya başka boş eğlenceleri maalesef ki tutku, bağımlılık, takıntı ve hastalık seviyesinde içselleştirmişlerdir! Mubâh olan şeyleri meşrû dairenin dışına taşacak kadar önemsemek insanın fıtrî dengesini bozar. Futbolu veya aslında mubâh olan herhangi bir şeyi bu kadar abartıp da yaratılış gayesini unutan kimse, bu uğraşları ile mi Allah'ın rızâsını ve cennetini kazanmayı ummaktadır? "Herkes öyle/böyle" bahanesine sığınmadan, insan kendisine sormalı değil mi? "Ben bu dünyaya neden geldim?"
Ben olsam, samimi şekilde dua eder, Allah’tan gereksiz şeylerin sevgisini kalbimden ve hayatımdan çıkarmasını diler, bu samimiyetin bir belgesi olarak da “Dünya derbisi, Avrupa derbisi” diye abartılan ve beş dakika sonra başlayacak olan “Fenerbahçe-Galatasaray” maçını izlemezdim! Kimin şampiyon olduğuyla veya olmadığıyla da ilgilenmezdim! Vesselâm. 2 Mayıs 2019 – Perşembe Duyarsızlık Hayat Buldukça, Ukdeler Bitmez! Yıllar ne kadar da çabuk geçiyor… İlkokul döneminde hep bir masam ve sandalyem olsun, üzerine kitaplarımı, defterlerimi, kalemlerimi ve silgilerimi koyayım, üzerinde yazıp çizeyim, okuyayım, ders çalışayım isterdim. Ama dedesini dört yaşında, babasını sekiz buçuk yaşında, babasının tek erkek kardeşi olan amcasını on yaşında kaybetmiş yetim ve garip bir çocuk için bu isteğin yerine gelmesi normal şartlarda mümkün değildi. Çok küçük yaşlarımdan itibaren bu istek hep içimde bir ukde olarak kaldı. On iki yaşında Ereğli İHL’ye yazıldım. Okul idaresinin araya girmesiyle, meccânen olmak kaydıyla dört arkadaş ev tuttuk. Bir keresinde, o evin yakınında kirada kalan İHL’de altıncı sınıfta okuyan bir abinin evine gitmiştik. İlk dikkatimi çeken ve hayranlıkla baktığım şey, o abinin üzerinde kitapları, defterleri ve kalemleri bulunan çalışma masası ile sandalyesi idi. İçimdeki bu ukdeye ve gıptaya rağmen, tabii ki bu tür istek ve duygularımı kimseyle paylaşmayacak kadar da ailemden onur, kanâat ve tokgözlülük terbiyesini almış ve yaşadıkça küçük yaşlardan itibaren hayatın çileleri ve zorluklarıyla yoğrulmuş ve yoğruldukça olgunlaşmış ve Allah’tan başkasına muhtaç olunmaması, el ve dil açılmaması gerektiğini yaşayarak öğrenmiştim. Yirmi yaşıma kadar hep bir masa ve sandalyem olsun istedim ama nasip olmadı. Hemen söylemem gerekir. Bu sözlerimin arkasında asla bir isyân yoktur. Nasip etmeyen Mevlâ'ma, her hâlükârda binlerce şükürler olsun. O’nun her bir takdîrinin perde arkasında elbette binlerce hikmetler ve hayırlar bulunmaktadır. Devam edeyim. Yine orta ve lise dönemlerinde Uzakdoğu sporlarıyla meşguldüm ve bu sporlara uygun şekilde spor salonunda ve açık havada, kırda ve çayır çimende antrenman yaparken giyilecek bir ayakkabım olmasını çok istedim. Bu istek de içimde bir ukde olarak yıllarca kaldı. Spor salonunda en başarılı sporcu olmama rağmen, o spora uygun, güzel bir elbisesi ve ayakkabısı olmasını hangi çocuk istemez? Yeteneksiz zengin bebeleri cafcaflı spor ayakkabıları ve spor elbiseleriyle havalı havalı hareket ederlerken, ben tekniği en iyi olan sporcu olmama rağmen bir spor ayakkabısına sahip olamıyorsam, bu, bir çocuğun içinde ukde olmaz mı? Ayrıca hava ve gösterişten Allah’a sığınırım. Yine devam edeyim. İslâmî ilimlerle meşguliyetimin daha teknik düzeyde olduğu yirmi yaş sonrasında çok okuyup, çok yazı yazdığım ve sık sık fotokopi çektiğim için, o devirlerde piyasaya yeni giren elektronik daktiloya çok heveslendim. İmkânım olsa bir lahzada alırdım ama imkân olmazsa, ne kadar istersen iste, yutkunarak da olsa, o daktiloya bakar ama alamadan oradan uzaklaşırsın. Bir gün, bütün istek ve azmimi cesaretimle birleştirip, bir elektronikçi dükkânının önünde durdum ve vitrindeki daktiloya imrenerek bakmaya başladım. Ama fiyatı benim imkânlarımın çok üzerinde idi. Zaten imkânım olsa, daha önceden daha ucuzu olan klasik daktilolardan almış olurdum. Onu alamamış biri, elektroniğini nasıl alabilsin? İçimden, belki fiyatta biraz indirim yapar ve birkaç ay da taksitle satar diye düşünerek içeriye girdim. Ama adam daktilonun fiyatının makul olduğunu ve taksit de yapamayacağını söyledi. Üzülerek çıktım ve gittim. Zaman çok hızlı ilerliyor ve teknoloji piyasası da birkaç yıl geçmeden yeni ürünlerin afişe edilmesiyle değişiyordu. Beğenmeli ve lüks mallardan bahsetmiyorum. Kastettiğim ürünler, ihtiyaç olan türlerdir. Yoksa “ihtiyaç yokken cep telefonu çıkmış, hemen almalıyım veya akıllı telefonlar piyasaya sürülmüş, elimdekini değiştirmeliyim. Onu almalıyım, bunu yenilemeliyim, böylece doğrudan veya dolaylı olarak Kapitalizm’e işlerlik kazandırmalıyım” demiyorum. Bilakis bu yaklaşımı isrâf olarak görüyorum. Bütün bunlara rağmen, bazı ürünler bazı kimselerin ihtiyacı olabilir. Her ne kadar, yeni ürünleri ilk olarak veya çoğu kez zenginler kullansa da, bazen fakirlerin bir ürüne ihtiyacı paralı amcalardan daha çok olabilir. Şahsen ben, hiçbir ihtiyacımı -ihtiyaç ânında- başkalarına açmayı nefsim için uygun görmem. Vakti zamanı geçtikten sonra birilerinin ibret alması adına, bazı anıların dile gelmesini ise hikmet olarak görürüm. Çünkü bu durumda, insanların ders çıkarmasının ve hatalarını terk edip ıslâh olmalarının yolu açılır. Ayrıca pişmanlıklardan da tevbe hâsıl olur. Kaldı ki, bahsi geçen bu türden anlatımlarda kimseden herhangi bir talep de yoktur. Zira anlatılan hâdiseler tarih olmuş ve Kirâmen Kâtibîn melekleri tarafından zaptedilmiştir. Son bir anı ile hasbıhâlimizi bitirelim. Yaşım yirmi beş, o esnada birkaç yıldır tanıdığım ama bu kısa zamana rağmen, aramız -zâhiren- iyi düzeyde olan, yaşı benden büyük ve ekonomik yönden de patron konumunda bir abi ile oturup sohbet ediyoruz. Hani, "Zenginler zenginlerle oturup kalkarlar" derler ya, aslında bu doğrudur ama bir de “ama”sı vardır. Zenginler bir de, kendilerinden bir şey istemeyen, beklemeyen ve onurlarından dolayı zâhiren zengin gibi davranan, zengin sayılan kimselerle de oturup kalkarlar. Hamdolsun, bu abiyle de benim çıkarsız bir arkadaşlığım vardı. Konuşma esnasında, masasının üzerindeki acar/yeni bilgisayarı göstererek, bilgisayarını yenilediğini, eskisini de çok ucuz bir fiyata sattığını söyledi. Ben de, haberim olsaydı, ben satın alırdım, dedim. O da bana, “Senin ihtiyacın olduğunu bilseydim hediye ederdim” dedi. Bu tür soğuk cömertlik rollerini hiç sevmem, çünkü "bilseydim, bilmiyordum, deseydin, gelseydin…” gibi sözler bahaneci insanların laflarıdır; bu sebeple ben de karşılık verdim: “Bilgisayar tüccârlardan önce, ilim tâliblerine lazım” dedim. Söz uzadı biraz, sözü şekerlemekte fayda var… Ee, nasıl bitirelim? Sana -tırnak içinde bu kafa yapısındaki kimselere-, benim ihtiyacımı bildirmeyen Allah’a şükrüm var benim... Allah’a dua ediyoruz: Yâ Rabbi, bizi göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimizin eline bırakma ve bizi kendinden başkasına da muhtaç etme! Âmîn. 3 Haziran 2019 – Pazartesi Bayram Şekeri Tadında… Bugün 29 Ramazan 1440. Bugün yaşadığım somut bir örnek üzerinden dostluğun ne olduğunu anlamaya çalışalım. Bir gün önce, bir kardeşle şu saatte buluşalım diye sözleşiyoruz. Daha sonra market alışverişi yapmam gerektiği için, sözleştiğimiz saate yetişme düşüncesi ve gayretiyle alışverişi öne alıyorum. Fakat alışverişi yaptıktan sonra saate bakıyorum. Daha otobüs durağına kadar ellerimdeki poşetlerle gideceğim ve otobüsün gelmesini bekleyecek ve eve varacağım. Allah izin verdiğinde, en iyi şartlarda o arkadaşla buluşmak için söylediğim vakitte ancak evde olabileceğim. Bundan sonra, evde öğle namazını kılıp, yoldan geçen ilk otobüse binip, o arkadaşımla buluşacağım yere gideceğim. Bütün bunları düşündüğümde verdiğim söze aykırı davranmamak adına hemen arkadaşımı telefonla arıyorum. O an itibariyle gerekli olan market alışverişi yaptığımı, ellerimde poşetlerle otobüs beklediğimi ve inşâAllah 7-8 dakika sonra da otobüsün geleceğini, daha sonra eve varınca da gecikmeden otobüse binip geleceğimi, bu nedenle gecikeceğimi söylüyorum. Söylüyorum ki, onu gecikeceğim süre kadar muallakta bırakmayayım. Peki, neden bunları veya o andaki düşüncelerimi anlattım? Çünkü söze sadâkat bir mü’minin en karakteristik özelliğidir. Mü’min; sözü ile sâdık ve dürüstlüğü ile de emîn ve güvenilir kimsedir. Sözün küçüğü-büyüğü olmaz! Yani bazı sözleri tutmamak veya verilen sözleri bazen yerine getirmemek ya da vaktinde yerine getirmemek diye bir şey yoktur İslâm'da! Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen mü’minler bilmeliler ki, Sünnetine uymakla mükellef olduğumuz Peygamberimiz, nübüvvetinden önce bile Muhammedü’l-Emîn (Güvenilir Muhammed) olarak bilinirdi. Ve hicret esnasında, daha önceden müşriklerin kendisine emânet bıraktıkları değerli eşyaları sahiplerine teslim etmesi için Hz. Ali’nin Mekke’de kalıp yatağına yatmasını ve böylece kendisini vatanından çıkmaya zorlayan müşriklerin değerli eşyalarını sahiplerine ulaştırmasını emrediyor. Peygamberimizin uygulaması böyle olmasaydı, kaç kişi benzer durumlarda Peygamberimizin Sünnetini ortaya koyabilirdi? Mü’min, sözlerine ve ahitlerine sâdık olmalıdır. Bir kimsenin sözüne güvenilmezse, o kimsede geriye hangi değer kalır? Bakınız, Peygamberimize düşmanları bile doğruluğu ve dürüstlüğü noktasında güveniyorlar. Birbirlerine dahi güvenip de veremedikleri en değerli eşyalarını hiç çekinmeden ve endişe etmeden ona emânet edebiliyorlar. Maalesef ki bugün, kendisine güvenilemeyen Müslümanlar var!.. Neyse, bu faslı hızlı geçelim. Peki, bu arkadaş ne demiştir sizce? Birçok kimse, “ben olsam, hiç önemli değil, rahatına bak, derim” diyeceğini, bazıları da eleştirip fırça atabileceğini veya akıl ya da öğüt vereceğini de düşünebilir. Hayır, bu ikisi de olmadı. Dedi ki: “Neredeysen bekle, ben hemen geliyorum, poşetlere yardım edeyim…” Bu arkadaş ancak iki otobüse binerek gelebilir. Ama buna rağmen bahane veya suçlamaya yeltenmiyor, "dostluk gönülden gelen fedâkârlıktır" dercesine hemen hayra, kardeşliğe ve dostluğa dair adım atmak istiyor. Tek cümleyle işte dostluk bu! Dostluğun anlamını, gereklerini bilmeden ve yapmadan dostluk edebiyatları ile insan "dost" olamaz! Dost olmayı başaramayanlar, icraat yerine, bahane üretirler! Dost, kendisinden bir şey istenmediği halde sorumluluk bilinci taşır. Yeter ki, dostuna yapabileceği bir şey olsun… Dost sevmeyi, sevindirmeyi ve sevilmeyi bilen kimsedir. Dostluğun olmazsa olmaz iki temel değeri vardır ki, onlar da fedâkârlık ve ferâgattir! Özverisiz olanlar özlerinden gelerek veremeyenler ve yapamayanlar, gönüllerini iman, ihlâs ve takvâ ile tedavi etmelidirler. Yoksa, dostluğun anlamını bilmeden, dostluğu yaşamanın mânevî hazzını tatmadan, iyi gün dostlarına aldanarak ve dostsuz olarak bu dünyadan göçüp gidebilirler! 30 Ağustos 2019 – Cuma “Ayvayı Yedik” Dememek İçin! Küçük yaşlarda, muhtemelen 7-8 yaşlarında bahçemize giderken yol üzerinde bir bahçeden yol tarafına sarkmış iri ayvaları görmüş ve çok canım çekmişti. Dayanamadım ve bir tane koparıp yedim. Yedim yemesine ama içime bir sıkıntı çöktü. Çünkü annem, "başkasının bahçesinden bir çöp bile alıp, onunla dişini kurcalasan günahtır, kul hakkıdır" demişti. Durumu anneme söyledim. “Tamam, geçerken kadın bahçesinde olunca söyleriz” dedi. Zira bahçede hep bir kadın oluyordu. Sanırım kocası yoktu. Ama kaç kez oradan geçtik, bir türlü kadını göremedik. Âdeta ben, “kadına söylesem, o da hakkını helâl etse de bir rahatlasam” psikolojisindeydim. Üzerimde bir yük olduğunu hissediyordum. Derken, günün birinde kadının bahçesinin hizasına geldiğimiz bir zaman, kadını bahçede bir şeylerle uğraşırken gördük. Ben o yaşlarda oldukça utangacım, hemen anneme: “Anne, hadi söyle!” dedim. Annem de, “komşu!” diye seslendi, kadın bize yaklaştı. Annem, “bak, oğlum ne diyor?” dedi. Ben de söze girdim ve: “Teyze, geçenlerde buradan geçiyordum, bahçenizden yola sarkan ayvaları çok canım çekti. Bir tanesini yedim, hakkınızı helâl edin” dedim. Annem, kadının helâl edip, beni seveceğini ve güzel sözler söyleyeceğini sanıyormuş. Ben ise nötr haldeydim. Ne derse beğenirsiniz?! Kadın bir başladı, beni fırçalamaya! Böyle şey yapmamalıymışım, bir daha olmamalıymış vs. lafı uzattı durdu. En sonunda o unutsa da, ben helâllik istediğimi yineledim. Nihâyet sağ olsun -gerçi şuan ölmüştür ama- hakkını helâl etti. Normalde bu tür durumlarda tüm köylü, “âfiyet olsun, helâl-i hoş olsun yavrum; yeter ki dalları kırmayın” derlerdi. Her dönemde rastlanacak yüzde 1-5 böylesi bir istisnâ varsa, o da bana denk gelmişti. Ama bunda da bir hayır olduğunu düşündüm. Zira o yaşta ayvayı yemek, benim için büyük bir ders oldu! Bir daha mı, asla! Yaşanmışlıklar içinde oturup-kalktığımız veya bir yerlere gidip-geldiğimiz arkadaşlar zaman içinde defalarca görmüşlerdir ki, “yenilebilir” fetvâsı verilebilecek ya da içinde azıcık bir şüphe barındıran bir şeye dağda, bayırda vs.de karşılaşsak, ne kadar albenili ve cazip olursa olsun, ne kadar canım isterse istesin, -fetvâsı bir yana- prensip olarak yemem! “Ye!” dediğini kesin bildiğim veya zann-ı gâlip ile “ye” diyeceğini tahmin ettiğim eşim, dostum, tanıdığım müstesnâ. Ama bu sahanın sınırlarını genişletmek adına nefsimden asla fetvâ aramam! Bu durumlarda fetvâyı mideme değil, vicdanıma sorarım! Ayvayı yemememiz duasıyla. 16 Eylül 2019 – Pazartesi Gurur Şeytanda Olur!
"Aileni gururlandır, gururlandım, bu bir gururdur, erkek adamda gurur olur, gururumu incitti" gibi sözler bâtıldır. Çünkü ğurûr (غُرُورٌ) kelimesi "kibir, kendini beğenmişlik, aldatma, kandırma" anlamına gelir. Kur'ân, şeytan için bu kökten gelen mübâlağalı ism-i fâil sıyğası olarak 'فَعُولٌ: feûl' veznindeki ğarûr (غَرُورٌ: çok aldatan, gurur veren) kelimesini kullanmaktadır (Bkz: Lokman: 33, Fâtır: 5, Hadîd: 14). Dolayısıyla gurur başta şeytanda, sonra da onun aldattığı, kibre ve kendini beğenmişliğe sürüklediği dostlarında bulunur. Gurur kelimesiyle alâkalı küçük bir anım var. Yaşım 12 ve İHL'de İslâmî bir ders esnasındayız. O zamanlar yani 12-15 yaşları arası oldukça utangaç olmama rağmen, dersin atmosferinden midir nedir, Allah bilir, kendime oldukça özgüven ile bir konuda sınıfta konuşma yaptım. Güzel de konuşmuştum, ama sözümü -iyi niyetle de olsa- "Müslümanda gurur olur" diyerek bitirmiştim. Hocanın, konuşmamdan memnun olduğunu düşünerek sırama oturduğumda bana: "Müslümanda gurur olmaz. Gurur şeytanda olur" dedi. İşte bu gerçeği o anda öğrenmiştim. O hoca hayatta ise, Rabbimden kendisi için hidâyet, selâmet ve âfiyet dilerim. 24 Ekim 2019 – Perşembe "Hoca Çekiliyor, Siz Devam Edin!" Günlüğüme şu an aklıma gelen bir anekdot düşmek istiyorum. Yirmi yaşında kısa dönem fahrî imamlık yapmıştım. İHL müdürü de arkamda namaz kılmaya gelirdi. Mahalle sâkinleri yatsı namazından sonra beni evine davet edip ağırlamak için birbirleriyle yarışırlardı. Hatta birbiriyle tartışanlar bile oluyordu; önce ben davet ettim diye. Neyse o devirde bir mahalleliye misafir oldum. Cami cemâatinden bazı kimseleri de davet etmişler. Sofranın etrafında oturduk, yemeğe başlamadan önce bir adam fıkra anlatmaya başladı. Dedi ki: "Anlatıldığına göre, bir bostana hem öküz hem de hoca girmiş. Ahali öküzü çıkarmak için uğraşıyor ama bir türlü çıkaramıyormuş. Bostan sahibi bağırmış: 'Öküzü bırakın, hocayı çıkarın' demiş..." Mış mış mış da mış mış mış! Dinleyenler de, ya âdeten -âdet yerini bulsun diye- ya şuursuzca ya da meşrû bir anlam kasdıyla gülüştüler. Fıkra anlatan demek istiyor ki, hocalar öküzden çok yer. Bu bir genellemedir ki; yanlıştır. Ama yiyicileri kastediyorsan; o kimselerden ve amellerinden ben de haz etmem! Yiyici, çıkarcı ve din ve mâneviyat üzerinden bencillik ve açgözlülük eden kimseler, hoca, hacı, câhil, kim olursa olsun; en sevmediğim insan tipleridir. Ama o esnada o kadar sinirlendim ki. Hem de o yaşlarda, hiç sevmediğim patavatsızlığa -haksızlık etmeden- ânında en uygun cevabı veren biriydim. Ma'lûm belli yaşlarda, insan lafı gediğe koymayı sever. Olgunlaştıkça da, lafı gediğe koymayı değil; hikmet, mudârât ve teennîyi gözetmeyi tercih eder. Neyse anıma döneyim. Ev sahibi öyle mükellef bir sofra hazırlamış ki, misafirler büyük bir iştahla saldırırcasına yemeklere giriştiler. Hem de öyle bir yiyiş ki, kıtlıktan çıkmış gibi. Ben davetlerde açgözlü ve hırslı insanların yemek yiyişlerini görünce iştahım kaçar, genelde yemek yiyemem. Normalde de kanaat ve şükürle yemek yemeyi severim. Sevdiğim bu güzel hâli de görmek isterim. Aslında o anda birkaç lokma yiyip kalkacaktım. Bu nâhoş atmosferden sonra o iştahım da kalmadı. Gönül ne et, tavuk, ne çay, kahve ister, ne ziyâfethâne ve kahvehâne; gönül muhabbet ister, yenilecek içilecek ne varsa hepsi bahâne! Sofrada o kadar çeşit vardı ki, arkadan hâlâ da geliyordu. Hem daha tatlılara geçilmemişti bile. Gerçekten hiçbir şey yiyesim yoktu. Sofradan kalkmam gerekiyordu. Ama kalkarken şu patavatsızın da ağzının payını vereyim dedim. – "Hoca çekiliyor, siz devam edin!.." 23 Aralık 2019 – Pazartesi İyi İnsanlar da Var!
Akşamdan önce bir arkadaşımızın sorusuna cevap vermekle meşgul olduğum için eve iki ekmek almam gerektiği halde gidemedim. Normal şartlarda akşam vakti girince hemen akşam namazını kılmak prensibim olduğu halde, ezan okunduktan sonra namazı kılmadan markete gittim. Yoğun şekilde yağmur yağıyordu, hatta şemsiyeyi aldığım halde ıslandım. Neyse markette ekmek dolabının önünde durdum, baktım, bir ekmek var. "Ekmek kalmamış mı?" diye kısık sesle mırıldandım. O esnada benden önce ekmek almış ve gitmek üzere olan bir arkadaş beni duymuş olmalı ki, elindeki bir ekmeği uzatıp, "bunu alın" dedi. Ben de, "ihtiyacınız varsa, gerek yok, teşekkür ederim" dedim. O ise, "bunlar ihtiyacımı karşılar" deyip mütebessim şekilde yüzüme baktı. O arkadaşın o içten ve samimi bakışının resmini âdeta gönül gözümle çekip kaydettim. Genelde duyarsız insanlara rastlasak da, duyarlı, nâzik, efendi ve iyi niyetli insanlar da yok değil. Akşam üstü böyle bir sahneye gerçekten ihtiyacım vardı. İçim rahatladı. Rabbim, dilediğine dilediği şekilde lütfediyor. Bazen tanıdık bir dost ile, bazen hiç tanımadığımız bir kimse ile. Marketten iki ekmek almak istediğimi sanki biliyormuşçasına, dolapta bir ekmek var, bir de ben vereyim, işinizi görün yaklaşımını söyleten ve yaptıran Yüce Allah'tır. Derler ya, söyleyene değil, söyletene bakın diye! Aynen öyle. O arkadaş için kaç kez hidâyet, selâmet, hayır ve âfiyet duası ettim. Şimdi bu vesîleyle tekrar onun için, bir insanın ihtiyaç duyabileceği her neye muhtaç ise, Rabbimden onu diliyorum. Şu an itibariyle de yatsı vakti girdi. İki lokma bir şeyler yemek gerekiyor. Buradan, anlayana çok dersler ve hikmetler çıkar. Yeter ki, hayata ibret nazarıyla bakabilelim… 25 Aralık 2019 – Çarşamba Dümdüz Etmişler! Çocukluğumun geçtiği ev… Sağımızda Ali hoca, solumuzda Bedir dayı, arkamızda dolmuşçu İbrâhîm, önümüzde Zabıta Hasan, nâm-ı diğer Çolak Hasan… Daha ötelerde karşımızda ise, aralarını bir yolun ayırdığı karşılıklı iki büyük kabristan… Dünyanın son durağı, âhiretin ise ilk menzili, ilk konaklama yeri yani… Yakın geçmişte belediye, düzenleme, imar vesâire çerçevesinde çocukluğumun geçtiği -hatıralarla dolu- evi ve etrafındaki bütün meskenleri yıkmış, oraları dümdüz bir alan hâline getirmiş… Ne kadar acîb bir durum değil mi? Bir zamanlar dünya doğal hâlinde idi. Sonra insanlar yaratıldı. İnsan yaşadığı dönemde hem vâr oldu, hem de binâlar, yapılar, yollar, köprüler inşâ etti. Yani bir yokmuş, bir varmış misâli. O insanlar belli bir zaman sonra ölüp toprağa karıştılar, yaptıkları binâlar da onlardan sonra aynı âkıbete uğradı. Demek ki, insanın, “benim!” diyerek hırsla sarıldığı mallar, topraklar, köşkler, saraylar aslında kendinin değilmiş! Metâun kalîl! Az bir geçimlikmiş! Hayat, oynama, oyalanma veya âhiret için hazırlanmadan ibâretmiş! Allah’ın mülkünde üç beş karış toprak için birbirinin kanına girenler, fitne ve fesâda koşup hayatı çekilmez hâle getirenler hep boş davalar uğrunda ömürlerini hebâ etmişler! Allah’ın sınırlarını tanımayıp; amma velâkin kendi sınırları, hevâ ve hevesleri uğruna hadsizlik edenler, Allah ve Rasûlü ile sınır yarışına girenler, aslında Allah’a karşı en büyük cür’etkârlığı, küstahlığı ve nankörlüğü etmişler! Küfre, şirke ve zulme koşanlar, kısa hayatlarına büyük nankörlükler sığdırmışlar! Allah’ın vahyi ile yol bulması gerekirken, Allah’a, Âyetlerine, emirlerine, yasaklarına sırt dönenler, yegâne ilâh olarak Allah’ı bir türlü kabul edemeyenler, ilâhlıkta Allah’a kafa tutmaya çalışanlar, diğer insanları da kendileriyle beraber ebedî cehenneme sürükleyenler, demek ki, külliyyen kaybetmişler ve ebediyyen mahvolmuşlar! Yokluktan, hiçlikten vâr edilen, hiçbir şey bilmezken -nebîler ve rasûller aracılığıyla- kendisine vahiy bilgisi gönderilip dosdoğru yola, hak yola, cennet ve nimet yoluna davet edilen insan, Allah’ın gönderdiği yol işâretleri mesâbesindeki basîretlere ve nûra gözlerini kapatırsa, karanlıkta kalmaktan, zan ve ümniyyelere dalmaktan ve yolunu bulamayıp uçuruma yuvarlanmaktan başka nasıl bir sonuç beklemektedir ki?! Sıla-i rahim ve yeryüzünde ibret nazarıyla gezip dolaşma çerçevesinde eş dost ziyâreti esnasında yanımdaki kardeşlere evimizin bulunduğu yeri gösteremedim. Çünkü dümdüz bir sahada insan ölçüp biçmeden bir noktayı nasıl bilebilir? Normalde bir mahaldeki/mahalledeki evlerin ve yerleşkelerin yeri herkesçe bilinir, her ev sahibi de evini gözü kapalı bile bulur değil mi? Ya bir de o evlerin tamamı dümdüz edilse, boş bir alan hâline gelmiş bir yerde herkes yine evini, yolunu bulabilir mi? Demek oluyor ki, dünya sathında, hayat alanında Yüce Rabbimizin doğru yolu gösteren beyyineleri, basîretleri, hüdâ’sı ve nûr’u olmadan insan düz yolda şaşar? Sonuç da birçokları açısından öyle değil mi? Şekli küre ama yüzeyi düz olan dünyada vahiy bilgisinden yüz çevirmek sebebiyle şaşırıp/şaşkınlaşıp -Allah korusun- dalâletlere, küfür, şirk ve nifâk uçurumlarına hatta sîrette hayvanların bile aşağısı olan esfel-i sâfilîn derekesine kadar yuvarlanmıyorlar mı? Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ buyurdu:
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir övünüştür, mallarda ve evlatta -çokluklarıyla- bir yarıştır…” (Hadîd: 20) 5 Ocak 2020 – Pazar Randevunuz Var mı? Yadırgıyorum, asla kabul etmiyorum!.. İsim verip taassuba neden olmamak, zihinlere nefsî davranıyor izlenimi vermemek veya hiçbir kimseyi rencide etmemek adına muhatap olduğumuz kötü bir davranış biçiminin yanlışlığına işâret etmekle yetinmek istiyorum. Belki bir faydası olur! Birkaç yıl önce birkaç kardeşle birlikte şehir dışında bir seyahat hâlinde iken, içimizden biri, "gelmişken, falan hocayı da ziyâret edelim" dedi. Şahsen ben, "falan hoca, filan hacı, feşmekan ünlü veya zenginle tanışmak" şeklinde -takvâlı ve ihlâslı bir amel dışında- bir istek ve ısrârcılığı olmayan bir yapıdayım. Bu noktada: "Allah ne dilerse o olur. Isrârcılığın ve inatçılığın gereği yok. Allah hayırlı kimselerle karşılaştırsın ve tanıştırsın. Kötü insanlardan ve kötü amellerden korusun. Herhangi bir kimseyle tanışmadan önce de, evvelemirde yıllardır tanıdıklarımıza karşı sorumluluk ve kardeşlik şuuru nasip etsin!" diye düşünürüm. Ama hayırlı ziyâretleşmeleri de mahza hayır görür, severim. Hatta vefâsız insanın, geriye hangi fazileti kalmıştır diye de sorarım! Neyse o arkadaşın, yani hoca dedikleri kişinin vakfına gittik. Ben yolunu yordamını bilmem ama bu tür şeyleri seven bir arkadaşın ısrârcılığı ile biz de "he!" dedik. Büro şeklinde bir yere girdik. Sekreter olduğu anlaşılan bir adam, konuşma esnasında hocasının vakıfta olduğunu hatta karşı odada bulunduğunu ağzından kaçırdı. Ağzından kaçırırken de, -bizim hâlimize, vakarımıza ve rahatlığımıza bakarak- randevulu geldiğimizi veya hocasıyla tanıştığımızı sandı herhalde. Yoksa böyle bir falso vermezdi. Hani bazı hocalarla bir türlü görüşemeyen -onlarla tanışmayı ve yan yana resim çektirmeyi seven- gençler, onların sekreterlerine “amcamla/dayımla görüşemeye geldim” diye taktik uyguluyorlarmış ya! Biz böyle yalanlara muhtaç olmayacak kadar şerefli bir amelle gelmişiz. Sonuçta herkes kendi karakterine göre amel eder! Ayrıca benim bahsettiğim hoca, amca lafıyla ziyâretine gidilen bir diğer hocayla aynı kişi değil! Demek ki, insanlar şöhret/itibar elde ettiklerinde ve bir takım makamlara geldiklerinde nefisleri de büyüyor ve halktan kopup, kendilerini “özel adam” sanıyorlar! İzzet ve şerefin, takvâ ve ihlâsta olduğunu unutarak! Neûzü billâh! Anımıza devam edelim… Sonra sekreter, randevu aldınız mı diye sordu. Hayır, dedik. Ayrıca ne randevusu?! Teşbîhte hata olmasın! Ashâb, Peygamberimizin huzuruna gelirken randevu mu alıyordu? Müslümanlar, ashâb'ın fakîhleriyle görüşmek ve ziyâret etmek için randevu mu alıyorlardı? Yoldan gelmiş ve ayağının tozuyla, yol meşakkatine rağmen, kendisini hatırlayıp düşünmüş ve ziyârete gelmiş Müslümanlara İslâmî tavır bu mudur?! Yahu, insan somurtmaz; bir tebessüm eder! Hal hatır sorar! Aç mısınız, tok musunuz, der! Dik dik nefsânî ve taassubî prosedürlerini işletmez! Vesâire… Öyle değil mi? Ben böyle bir ortama gitmek istememekle firâsette baştan isâbet kaydetmiş olduğumu gördüm. Tam anlamıyla sıkıcı bir ortamdı. Hem de o rahatsızlığı yanımızdaki arkadaşların hepsinde hissettim. Ben, arkadaşlara, “hemen kalkalım” dedim. Fakat yanımızda ısrârcı bir arkadaş vardı. Isrâr etmese tabiatıyla çatışırdı. Sekreter efendiye, hoca efendi hazretlerini aramasını söyledi. Adam önce mızmızlansa da, aradı, bayağı bir konuştular. Ama bizim yanımızda olduğu için kelimeleri seçerek konuşuyordu. Biz anladık ki, adam yani hocası karşı odada; aramızda birkaç metre var ama zât-ı âlîlerinden randevu alma şerefine nâil olamadığımız için "gelmem de gelmem" diye diretiyor, nazlanıyor! Yol arkadaşlarımızdan ısrârcı olan kişi, bu sefer de, çok gereksiz şekilde, benim bazı kitaplarımı onlara/vakıflarına satmak için dil döktü. Adam da almamak için diretti. İki inatçı keçi, "satacağım…”, “almayacağım…” diye inatlaşırken; sekreter: "Biz kitap satın almıyoruz. Bize kitaplar bedava, bağış olarak gelir" diyerek, bu fasla noktayı koydu. Karşımdaki insanda İslâm'ın şerefli faziletlerini geçtik, insanlık adına dahi bir güzellik görseydim, bedava hediye ederdim. Bu tür adamlara hediye edinceye kadar daha münâsip kimselere hediye etmek daha evlâdır! Adamın yanında ne kadar fazla durursak o kadar daralıyor, içim sıkılıyordu. Yanımdaki arkadaşların hepsi, gördükleri tablo karşısında o kadar şaşırdılar ki, anlatamam. Hiçbirimiz böyle bir sahne ile karşılaşacağımızı ummuyorduk! Maalesef, yakın geçmişte bazı kardeşlerimle birlikte yaptığımız bir ziyâret esnasında bu sahnenin bir benzeriyle daha karşılaşmıştık! Havasından mı suyundan mı, bazı insanların yüzleri yumuşak ama astarları sert oluyor! Menfaat beklentisi olmadığında, sert astarlarını kullanıyorlar! Ne tuhaf adamlar, ne tuhaf vakıflar, ne tuhaf cemâatler, ne tuhaf ticâret anlayışları ve ne tuhaf insânî ilişkiler varmış! Bu tür insânî münâsebetler, İslâm adına kötü örneklikten ve İslâm'a zarardan başka ne getirebilir ki? Bağış kitap mı? Bağış mı? Menfaat mi? Bu mu yani asıl kazanç?! O vakfa bağış yapmaya gelmiş olsaydık, o hoca, karşı odada değil, evinde bile olsa özel arabasıyla ânında yanımıza gelmez miydi? Önemli olan şeyin ne olduğunun farkında mısın garip kardeşim? O âna kadar şaşalayarak olayları izleyip, biran önce oradan çıkıp, dışarının temiz havasıyla oksijeni ciğerlerime çekmek için sabırsızlanan ben dayanamayıp, artık "yeter!" dedim. O adamın ve hocasının saçma sapan tavırlarına ve bize karşı bedevîce tutumlarına karşı, açtım ağzımı, kalbimi, gönlümü ve gözümü hak ettiği karşılıkları sıraladım. O kadar haksızlık karşısında sussaydım, hakkı küstürmekten korkardım! Adam ağzını açıp da tek cümleyle bile kendini savunamadı, cevap veremedi! Allah hidâyet versin! Kim mi? Ne fark eder? Doğru veya yanlışa, kişilere göre mi karar vereceğiz? Diyelim ki benim babam. Diyelim ki senin baban veya hocan. Her zaman ve herkes karşısında âdil olmak ve âdilâne şâhitlik etmek zorunda değil miyiz?
Yâ Rabbi! Her türlü taassuptan Sana sığınırız. 25 Mart 2020 – Çarşamba Koronalı Günler! Bismillâh, elhamdülillâh, vessalâtü vesselâmu alâ Rasûlillâh... 1 Aralık 2019'da Çin'in Hubei eyaletinin başkenti olan Vuhan'da ortaya çıkıp sonra tüm dünyaya yayılan ve birçok ölümlere neden olan coronavirüs, dünyadan yaklaşık üç buçuk ay sonra 11 Mart 2020'de ilk vakanın tespit edilmesiyle birlikte Türkiye'ye de gelmiştir ve gün be gün bu virüs şu günlerde yayılmaya devam etmektedir. Birkaç hafta daha bu yayılmanın dikey olarak devam edip, daha sonra yatay bir eğilime döneceği ve inşâAllah düşüş trendine geçerek kontrol edileceği tahmin ediliyor. Bu virüsten Rabbimiz, tüm Müslümanları ve mazlûmları korusun. Tedbîri elden bırakmadan ve gevşeklik göstermeden tevekkül edip, Allah'tan sağlık, âfiyet, hidâyet ve selâmet istemek gerekir. Rabbimiz hem dünyada hem de âhirette bizlere rahmetiyle muamele etsin. Belâ ve musibetleri üzerimizden tez zamanda def etsin. Şu 6T'yi asla ihmâl etmemeliyiz: Tedbîr, Temizlik, Tecrîd (izolasyon), Tesbîh, Tazarru' (Allah'a yalvarış, yakarış) ve Tevekkül. Coronavirüs salgını nedeniyle tüm dünyanın sosyal hayattan izole olduğu, birbirine 1-1,5 metre sosyal mesafe koyduğu şu korona ve korunma günlerinde bari Allah'a kulluğa dönelim, sâlih amellerle Allah'a yaklaşalım, ibâdetlerde gevşekliği terk edelim, âhiret hesabına yoğunlaşıp tevbe ve istiğfârlar edelim! Korona günleri hem virüsten hem de âhiret azâbından sakınma ve korunma günleri olsun! Zerre kadar bir virüs değil, hatta normal bir mikroskopla görülebilecek bir virüs dahi değil, ancak elektro mikroskopla görülebilen minnacık bir virüs âdeta hayatın olağan akışını durdurup insanları can derdine düşürüyor... Âlemlerin Rabbinin ve insanların ilâhının/ma'bûdunun ancak ve sadece el-Kadîr olan Allah Sübhânehu ve Teâlâ olduğunu tekrar hatırlatıyor. Bizleri tefekkürlere sevk edip; öldürenin de diriltenin de, verenin de alanın da, her şeyi hükmü ve tasarrufu altında tutan yegâne gücün Allah olduğunu, O'na teslimiyetten ve sığınmadan başka bir çarenin olmadığını, O'na kul olmanın, vasıfların ve makamların en şereflisi olduğunu hatırlatıyor... İnsan âcizliğini, zayıflığını ve muhtaçlığını anlarsa, her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan, her şeye kâdir ve mâlik olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan ama herkesin ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu, tek olup, eşi, benzeri ve şerîki bulunmayan, hayır da şerr de kendi katından olan Yüce Allah'a iman eder ve O'na itaat eder. Allah'a imanın tadını ve ibâdetin lezzetini alır... Rabbimizden dileriz ki; bu âfetten ve bütün âfetlerden bize âfiyet versin. Bizleri, Kur'ân ve Sünnet'e en güzel şekilde uyan sâlih kullarından eylesin. Dünya ve âhirette selâm, selâmet, esenlik ve kurtuluş ancak hidâyete tâbi olanlaradır. 29 Mart 2020 – Pazar 29 Mart’ta yazıp sosyal medyada yayınladığım makalemi internet günlüğüme kaydediyorum… Virüs Kontrol Edilinceye Kadar Kendinizi İzole Edin, Gerektiğinde Karantinaya Alın! Genelde tüm dünyada, özelde ise Türkiye’de yayılan ve yayılmaya devam eden koronavirüs çok hızlı bulaşan bir virüstür. Günümüzde ulaşım, dolaşım ve sosyal ilişkilerin yoğunluğu nedeniyle, yakın tarihte dünyayı bu kadar etkileyen ve gün be gün de yayılmaya devam eden bir salgın görülmemiştir. Endişe, tedirginlik ve strese gerek yok ama tedbîri de elden bırakmamak gerekir! Bize düşen, son derece ciddiyetle hep birlikte salgınla mücâdele kurallarına uymak, evde kalmak, sosyal mesafeye dikkat etmek, temastan kaçınmak ve üzerimize düşeni yaptıktan sonra da Allah’a tevekkül edip, Rabbimizden yardım istemektir. İş ciddi! Enfekte olan veya semptomların bulunduğu kişiler izolasyona ve karantinaya tam riâyet etmelidirler. “Bana bir şey olmaz” diye düşünmemek gerekir. Bu virüs o kadar kolay yayılmaktadır ki, kime bulaşacağı, ondan da kime/kimlere kadar ulaşacağı bilinemez. “Bana bir şey olmaz” diye lakayt davranan, tedbîr almayan, insanlarla bir araya gelip, sosyal izolasyona uymayan ve sosyal mesafeye dikkat etmeyen kimsenin bu virüsü sevdiklerine bulaştırması, onların da birçok kimseyi enfekte etmesi mümkündür. Öncelikli olarak kronik hastalığı olan ve bağışıklık sistemi güçlü olmayan kimseler ve yaşlılar için bu virüs hayat/memât meselesidir. Tablo ortada! Bir kimsenin, vücut sistemi güçlü bile olsa, virüs taşıyıcısı olarak birçok insana hatta en sevdiği kimselere bile bu virüsü taşıyabilir. Bazı insanların ölümüne dahi sebep olabilir. Çocuklar ve gençler de bu salgının dışında değiller! Onlar bu enfeksiyonu kaptıklarında, “virüsün taşıyıcısı” rolünü üstlenmektedirler! Sosyal izolasyona uymayan ebeveynler çocuklarını enfekte edebilirler, çocukları da temas kurdukları kimselere virüs bulaştırabilirler! Salgınla mücâdele kurallarına uymamak ve dikkat etmemek Şer’an kul hakkını gerektirir! Şu an yaşadığımız ve bir müddet daha yaşamaya devam edeceğimiz şu virüsle mücâdele günleri hayatın olağan akışı değildir; olağanüstü bir durumdur! Onun için, normal zamanlardaki gibi davranmak anormalliktir, sorumsuzluktur! Birkaç hafta, gerekirse birkaç ay sıkılmayı rafa kaldırıp inzivâya çekilmek, izole olmak, gerekli durumlarda karantinaya girmek gerekir. Bu zorunlu, maşrû, ma’kûl, bilimsel ve tecrübî mes’ûliyetler, virüsün kontrol edilmesi; salgının dikey yükselişinin durdurulup yatay eğilime geçmesi, sonra da -inşâAllah- kontrol altına alınması için şarttır! Bilelim ki, bir evde enfekte olan kimse ister çocuk, ister genç, isterse de yaşlı olsun, taşıdığı virüsü ailesine, yakın çevresine, temas kurduklarına bulaştırır. Onlardan da birçok kimseye bulaşabilir. Zira bu virüs solunum ve temas yoluyla bulaşmaktadır. Bu cümle üzerinde biraz dşünsek, mevcut vâkıanın boyutları daha iyi anlaşılır. Virüs, zaman içinde mutasyona uğrayarak, tıbbî müdâhalelere ve ilaçlara karşı da savunma geliştirebilmekte ve kendini korumaya çalışmaktadır. Unutmayalım, endişe ve karamsarlık yok ama tedbîr ve tevekkül tam olmalıdır! Biz biliyor ve iman ediyoruz ki, Allah var, keder yok! Bunun anlamı, Allah’a iman edip, meşrû sebeplere sarılırsak, korkacak bir şey yok demektir. Çünkü Allah’ın yazmadığı bir şey başımıza gelmeyecektir. Fakat mesele, tedbîri elden bırakan ve kendini ihmâlkârlıkla salıveren kaderci kimselerin sandığı gibi de değildir! Bilelim ki, şu salgın esnasında tedbîr alıp hasta olmamak da kaderdendir, tedbîr almayıp hasta olmak da kaderdendir. Allah’ın bir Sünnetullâh’ı vardır. Kaderi yazan ve bilen Yüce Allah, tedbîr alacakları da almayacakları da elbette önceden bilmiş ve mukadderâtı ona göre takdîr etmiştir! Âmennâ ve saddaknâ, insanı virüs veya hastalık değil, eceli öldürür. İnsan, ecelini yazan ve kendisinin bilmediği ama ecelini yazan Yüce Mevlâ’nın bildiği bir zamanda ve Allah’a ma’lûm olan bir sebeple ölecektir. Ama bunu biz bilmiyoruz. Biz, ne zaman ve nerede öleceğimizi bilemeyiz. Bu, muğayyebât-ı hamse’dendir. Allah, bunu bize bildirmemiştir ki, tedbîr alalım, sadece kendisine dayanıp güvenelim… Ne dersiniz, bir felâketten ve âfetten kaçıp âfiyet dilemek daha hayırlı değil mi? Bulaşıcı hastalıklarla ilgili Hadîsler ve bu husustaki Peygamberimizin uyarıları dikkate alınmalıdır. Şu anda virüsle mücâdele kapsamında yapılanlar, yapılması gerekenlerdir. Türkiye’de ilk koronavirüs vakası ortaya çıktığı andan itibaren Türkiye’de yaşayan herkesin müteyakkızâne şekilde tedbîrleri çoğaltıp, sosyal hayattan izole olması, gündelik görüşmeleri ve ziyâretleri minimize etmesi ve dünyada hızla yayılmış olan bu salgının Türkiye’de de o şekilde yayılmasına karşı önleyici ve koruyucu tedbîrler alması gerekirdi. Ama maalesef ki ilk vakanın üzerinden neredeyse üç hafta geçmiş olmasına rağmen hâlâ işin ciddiyetini kavrayamamış kimseler var! Bu kimseler azlar ama varlar! Bu kadar hızlı bulaşabilen bir virüsle mücâdele de az kişinin umursamazlığı şöyle dursun, virüs taşıyan bir kişi bile birçok kimseyi enfekte edebilir! “Tedirginlik değil, tedbîr ve tevekkül” diyerek, farazî şekilde -sakındırma ve bilinçlendirme amaçlı- bir bulaş hikâyesi varsayalım. Diyelim ki, bir kimse enfekte olmuştur. Ama kendisinde gördüğü semptomları umursamamaktadır. “Nasılsa geçer” diye hâdiseyi geçiştirip, bu durumu görmezlikten gelmektedir. Hem de insanların birlikte yaşadıkları ve birbirleriyle doğrudan veya direkt olarak az da olsa bir şekilde temas kurma ihtimâllerinin bulunduğu bir ortamda... Hikâyemizin girişini oluşturduk. Gelişmesi de aslında girişin içinde mündemiçtir yani girişin içinde vardır. O da, “bu virüsün semptomları, kendi üzerinde beliren veya kesin olarak tespit edilen kimse, başkalarına temas edebilir, sosyal hareketlilik içinde bulunabilir, temizlik, sosyal mesafe ve izolasyon gibi kurallara uymayabilir” ana teması üzerinde yoğunlaşmak ve bu hususa dâir açılımlar yapmaktır. Bu noktayı zaten bildiğimiz için biz sonuca gelelim… Neyin ne olacağını ve nasıl olacağını elbette ancak Allah bilir. Çünkü hastalık verip hastalıkla imtihân eden de, şifâ veren de, yaşatan da, öldüren de O’dur. Fakat bizim de, tedbîr almamız, nefislerimize zulmetmememiz, başkalarına kötülük edip de kul hakkına girmememiz de gerekiyor ya, o istikâmette devam edelim. Virüs kapmış biri yakın temas kurduğu kimseye onu bir şekilde bulaştırabilir. Çünkü hasta olan kimse tek başına karantinada olması gerekirken, bu olmazsa, büyük olasılıkla yakınındaki kimseyi de enfekte eder. Enfekte ettiği kimse çocuk veya genç bile olsa, ortak yaşam alanlarında apartmanın kapısına veya kapı ziline dokunarak bulaştırabilir. Hasta olmayan bir kimse de ister istemez oralara temas edecektir. Bir süre sonra farkına varmadan elini yüzüne, gözüne, ağzına dokunduğu anda, virüs ona da geçmiş olacaktır. Allah korusun! Siz daha binlerce bulaş hikâyesi tasavvur edebilirsiniz. Ama bilin ki, tasavvur ettiğiniz o hikâyeler dünyada binlerce kez yaşanmış gerçek hikâyeler olacaktır! İşin ciddiyetini anlamamız gerekir. Kış ve ilkbahar ayları virüslerin yayılması açısından kritik zamanlar olduğu için, birkaç ay daha toplumsal olarak tam tedbîr ve ihtiyât ile izolasyona devam etmeliyiz. İnşâAllah, gönül ister ve duamız odur ki, mübârek Ramazan ayı ile birlikte bu virüs etkisini kaybetsin, bayrama hem günahlarımızdan arınmış, hem de bu salgından âfiyet bulmuş olarak çıkalım. Hem de imanımızı artırıp, dünya ve âhiret sâadetimiz için dersler çıkaralım. Hayata, evreni ve hayatı yaratan Yüce Mevlâmızın istediği pencereden bakalım. Hayat görüşümüzü Allah’ın rızâsına uydurup, bütün kötülüklerden el etek çekelim. İzolasyonlarımızı, rûhumuzu dinginleştirip, tefekkür, tezekkür ve tedebbürlerle Allah’a yakınlaşmak için fırsat bilmemiz, nefis terbiyesine ağırlık verip âhireti düşünmemiz, hayatı vâr edip kullarını imtihân etmeyi irâde eden, cinleri ve insanları oyun-eğlence için değil, sadece kendisine ibâdet etmeleri için yaratan, ölümü vâr edip, onları hesaba çekip amellerine göre karşılık verecek olan her şeyin yaratıcısı, sahibi, mâliki, meliki, rızık vericisi, göklere-yere, güneşe-aya hükmeden bütün işleri tedbîr eden, bir yaprak bile ilmi ve izni dışında yere düşmeyen, sadece Venüs’ün, Mars’ın veya dünyanın değil, bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah Sübhânehu ve Teâlâ’ya iman etmemiz, iman, teslimiyet, takvâ ve ihlâsımızı artırmamız dilek ve duasıyla, bu koronavirüsü gönderen Rabbimizden dileğimiz odur ki, bu salgından tüm ehl-i iman’ı ve bütün dünya mazlûmlarını korusun.
4 Nisan 2020 – Cumartesi 3-4 Nisan’da yazıp sosyal medyada yayınladığım makalemi günlüğüme kaydediyorum… Şu Koronalı Günler Geçinceye Kadar İzolasyonun ve Tedbirin Önemini Anlamalıyız! Virüs Yapay da Olsa!.. Akşamdan önce koronavirüse karşı bilinçlendirme amaçlı sosyal bir mesaj yazmak istemiştim. Nâçizâna kısaca ama yürekten gelen samimi cümlelerle mütevâzı birkaç cümle yazdım. O yazım, bu yazının en altındadır. Söz konusu yazıyı tam gönderecektim ki, haberlerde yirmi yaş altına sokağa çıkma yasağı geldiğini dinledim. Ben bugünkü (3 Nisan) yazımda asıl çocuklara ve gençlere uyarı yapmayı amaçlamıştım. Yani sorumluluk bilinciyle bu hususun altını tekrar çizmek istemiştim. ‘Tekrar’ diyorum çünkü ma’lûm, daha önce 29 Mart’taki makalemde çocuklar ve gençler hakkında şunları kaydetmiştim: “Çocuklar ve gençler de bu salgının dışında değiller! Onlar bu enfeksiyonu kaptıklarında, ‘virüsün taşıyıcısı’ rolünü üstlenmektedirler! Sosyal izolasyona uymayan ebeveynler çocuklarını enfekte edebilirler, çocukları da temas kurdukları kimselere virüs bulaştırabilirler!” Evet, böyle demiştik… Bence çocuklar ve gençler konusu yaşlıları uyarmak kadar önemli, belki de -genç nüfusun çok olması nedeniyle- daha da önemli! Evet, salgına karşı bir tedbir olarak okullar tatil edildi ama o öğrenciler evlerinde durmuyorlar, sokaktan eve girmiyorlar! Bütün dünyayı tehdit eden ve kasıp kavuran bir musibet karşısında bu kadar lakaytlığa ‘pes’ dememek mümkün değil! O çocuklar ve gençler tehlikenin farkında değillerse, bunu akledemiyorlarsa, neden ebeveynler onları toplumdan izole etmiyorlar?! Dışarıda çalışmak zorunda olanlar ve günlük ihtiyaçları için markete giden kişiler salgınla mücâdele kapsamında koruyucu önlemlere -gevşeklik göstermeden ve “bir şey olmaz” demeden- tam olarak uymalıdırlar. Bilinçli olalım! Bu virüs 1 Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıktığı zaman, iki şey görüldü. Birincisi, bu virüs, çabuk yayılıyordu ve tam olarak bilinmiyordu. Mutasyona uğrama refleksine de sahipti. İkincisi ise, başta Çin olmak üzere sınırlar açık tutulduğu için, ülkeler arası giriş çıkışlar, bu virüsün her yere yayılacağını o günden belli ediyordu. Tabii ki, bu iki tespitin, insanı sevk etmesi gereken endişe, virüsün kontrol edilememesi ve virüse karşı aşı bulunamaması durumuna ma’tûftu! Nitekim bugüne geldik, hâlâ yayılma ve belirsizlik tüm dünyada devam etmektedir. Rabbim, yardımcımız olsun. Kendimden örnek vereyim. Türkiye’de sanırım 14 Mart’ta vaka sayısı beş idi. Ölen henüz yoktu. Fakat umreciler dönmüşlerdi ve kendilerine, evlerinde on dört gün izole olmaları tavsiye edilerek evlerine gönderilmişlerdi. Bu çok endişe verici bir durumdu. Ayrıca, umrecilerin birkaç katı oranında olan yurt dışındaki Türklerin parça parça ve gruplar hâlinde ülkeye dönmeye başlamaları ve bu dönüşlerin devam edecek olması da, salgınla mücâdele kapsamında, Peygamberimizin, “salgın olan yere girilmemesi ve salgın olan yerden çıkılmaması” uyarısına uygunluk arz etmiyordu. Bu nokta beynelmilel anlamda beni tedirgin etti. Diğer taraftan, hâlihazırda Türkiye’de vakalar yükseliyor ve tablo çok kritik ama hâlâ çocuklar ve gençler toplumsal tedbirlere riâyet etmiyorlar/dı. Tabii ki, bu akşamki, onlar hakkındaki sokağa çıkma yasağına kadar… Kendimden örnek demiştim. Örneğin mukaddimesinden sonra devam ediyorum. 14 Mart’ta bazı dostlarım piknik için beni davet ettikleri halde, vâkıa endişe verici olduğu için, toplumsal etkinliklerin ve sosyal etkileşimlerin -zarûrî olmadıkça- kısıtlanması ve en aza indirilmesi gerektiğine inandığım için, o davete icâbet edemedim. Bunu davet edenlere bizzat ifade edemeyip, bir arkadaş vasıtasıyla birkaç cümle söylediğim için, sözümüzü nakleden arkadaş inşâAllah sözü güzel taşımıştır/taşıyabilmiştir. Zira üslupta hikmet, maalesef ki çoğumuzda yok veya yetersiz. Ve umuyorum ki, oradaki arkadaşlar, benim bu davranışımı anlayışla karşılamışlardır. Şahsen ben, bu tür davranışları, değil o günlerde, tedbir almak artık kaçınılmaz hâle gelmiş olsa da, doğruyu tebrîk etmek bâbından şimdi bile takdir ediyorum. O günlerde olsaydı, “mea’t-teşekkür” takdir ederdim. Bu ifadeler, çocuklardan yaşlılara kadar herkesin bilinçlenmesine katkıda bulunmak amaçlıdır. Diğer bir nokta da şu: Soruyorum… İzolasyon kapsamında evde kalmanın neresi zor ve kötü? Ben bunu anlamış değilim! Bir insanın dışarıda zarûrî bir işi olmazsa, neden evde oturamaz? Sokağı, gezmeyi tozmayı seven bir milletiz sanırım. Adamlar evde oturamıyor yahu! Güzel ve meşrû bir uğraş edinene, zamanlar yetmez ama plansız, proğramsız ve meşrû meşguliyetsiz kişilere şeytan habire vesvese verir, bunalır, daralır, sıkılır, bir yerlere gitmeden duramaz. “Salgın”, sonrası için bir milat olacak sanırım. “Salgından önce” boş vakitlerde eşini dostunu ziyâret etmeye vakit bulamayan kimseler şimdi eşini dostunu hatırladı! Maalesef, Allah da şu an o fırsatı elimizden aldı! Birbirimizi özlüyor muyuz ve geçmişte sıla-i rahm’i kopardığımız için şimdi hayıflanıp üzülüyor muyuz, pişmanlık duyuyor muyuz bilmem ama şu anda istesek de birbirimize gidemeyiz! Allah tüm dünyaya öyle bir salgın verdi ki, ne birbirimize gidebiliyoruz, ne tokalaşabiliyoruz, ne de birbirimize sarılabiliyoruz. Hatta birbirimize yaklaşmaktan bile endişe ediyoruz. Bu da elbette şu konjonktürde haklı bir endişedir! Çünkü insan böyle bir ortamda, kendisinin hasta olabileceğine de, karşısındaki kimsenin hasta olabileceği ihtimâline de aklında yer vermeli ve ona göre davranmalıdır! Kendimden örneğe devam edeyim. Lakayt insanlar için belki bir faydası olur. Market alışverişi için günlük -bir kez olmak üzere- dışarı çıktığımda, hızlı hareket ediyorum. Dışarıda iken bir yere veya bir şeylere temas etmekten kaçınıyorum. Evden çıkarken ve markette bir şeylere, en azından kapılara, poşete ve zile temas ettiğim durumlarda ise dışarıda en az on kez elimi dezenfekte ediyorum. Sosyal mesafeye uyuyorum. Eve gelince, ekmek poşetinin içinden ekmeği temiz bir elle alıp temiz bir poşete koyuyorum. İhtiyaç maddelerini bir yerde bekletiyorum. Bekleme süresi -ihtiyaçtan dolayı- birkaç saati bulmazsa, onları dezenfekte ettikten sonra kullanıyorum. Şüpheli bir şeylere temas ettiğimde, her seferinde ellerimi sabunla yıkıyorum. Evde gün içinde en az elli kez ellerimi sabunluyorum. Abdestli bulunmak ve mânevî/dînî tedbirler zaten Müslümanların ma’lûmudur! Yirmi yaş ve altındakilere sokağa çıkma yasağı haberini bilmeden ve duymadan önce yazdığım kısa yazı da aşağıdadır… TEMASTAN uzak duralım, SOSYAL MESAFE ve İZOLASYONA titizlikle dikkat edelim! Başlıca bu üç şeye HERKES, özellikle de YAŞLILAR, ÇOCUKLAR VE GENÇLER hiçbir gevşeklik göstermeden dikkat etmelidirler! GENÇLER arkadaş, akraba ve komşularıyla olan sosyal hareketliliğe son vermeliler, ÇOCUKLAR park, bahçe, yol ve sokaklarda virüs tehdidi yokmuş gibi oyun oynamaya, birbirlerine sarmaş dolaş olmaya ve böylece virüsün taşıyıcısı olup, sevdiklerinin, yaşlıların ve kronik hastaların hayatlarını tehlikeye atmaya hemen son vermeliler! Çocukları ve gençleri büyüklerin evde tutmaları, onlara doğruyu gösterici yaklaşımlarda bulunmaları ve durumun ciddiyetini onlara anlatmaları gerekir! Ayrıca özellikle YAŞLILAR, sonra da HERKES -boş boş oturmak yerine, ilimle, zikirle, tefekkürle ve meşrû işlerle vakitlerini değerlendirip bu günleri fırsata çevirmek sûretiyle- evde/izolasyonda sıkılmaya, can sıkıntısına son vermeliler. Çünkü bu virüs çok hızlı bulaşıyor ve zincirleme şekilde herkese ulaşabiliyor. Zengin-fakir, ünlü-ünsüz, ağa-paşa- yaşlı-genç, kadın-erkek demeden! Yâ Rabbi, zâlimlerin ve akılsızların yaptıkları yüzünden bizleri helâk etme! Biz sadece Sana iman ettik ve Sana tevekkül ettik. Bildiğimiz-bilmediğimiz, gördüğümüz-görmediğimiz, uzak-yakın, dünyevî-uhrevî bütün âfetlerden bizlere âfiyet ver. Koronavirüs salgınını üzerimizden âcilen def et, bizleri, ehlimizi, sevdiklerimizi, ehl-i imanı ve bütün mazlûmları koru! Ayrıca dünya toplumlarının bu korkunç tablodan ibret almalarını, ders çıkarmalarını; böylece Sen’in gücünü anlayıp, Sen’den başka sığınacak, yönelecek ve iman edecek bir merci ve ilâh olmadığını anlamalarını nasip eyle. Hidâyet, selâmet, âfiyet, esenlik dualarıyla. 5 Nisan 2020 – Pazar Pazar sabahından itibaren önceki günlerde takılması isteğe bağlı olan maskeler, özellikle insanların kalabalık olduğu market, hastane gibi yerlere giderken artık takılmak zorunda... Bundan sonra marketler maskesiz müşteri kabul etmeyecek. 6 Nisan 2020 – Pazartesi Bütün dünya belki yüz yılda bir insanların başına gelebilecek bir virüs salgını ile mücâdele ediyor… Bugün itibariyle dünya genelinde koronavirüs sebebiyle hastalık tanısı konulanlar toplamda 1.337.749 kişidir. Bu kişilerden 275.883 kişi iyileşmiş, 74.476 kişi de ölmüştür.
Türkiye genelinde ise toplamda 30.217 hastalık tanısı konulmuştur. Bu kişilerden 1.326 kişi iyileşmiş, 649 kişi ise ölmüştür. 7 Nisan 2020 – Salı Bugünlerde sık sık duyduğumuz üç cümle: Evde kal Türkiye! Evde hayat var! Hayat eve sığar! Bugün kaleme alıp sosyal medyada yayınladığım makalemi internet günlüğüme ilâve ediyorum… Artık İstesen de Gidemezsin! 10-20 yıldır tanıştığımız, biliştiğimiz, bir zamanlar az veya çok görüştüğümüz eşimize dostumuza, kadîm arkadaşlarımıza karşı kardeşlik hukukunu ihlâl ettik, sıla-i rahmi, istişâreyi ve nasihatleşmeyi bıraktık, kendi kabuğumuza ve kendi dünyamıza çekilip, İslâm’ın pratiğini kendi akıl süzgecimizden geçirip şekillendirdik, hikmetsiz bilgi, kültür, birikim ve ahlâk yığınlarıyla kendi hevâmızın arzu ve istekleriyle, nefsimizin yönlendirmesiyle iç içe bir yaşam tarzını tercih edip mü’minlerin kardeşler olduklarını ve birbirlerine karşı mes’ûliyetleri olduğunu hayatımızdan ve hâfızamızdan sildik, bu husustaki uyarıları önemsiz, tâlî veya lüzumsuz görüp duymadık, düşünmedik, “sohbet bitse de gitsek” havasında bir psikoloji ortaya koyduk, bütün hayırların temeli ve esası olan Tevhîd, vahdet ve uhuvvet konularının önem ve önceliğine ısrârla dikkat çeken Müslümanların uyarılarına onlarca yıl kayıtsız kaldık, dünya, mal, makam, şöhret, itibar, lüks ve rahatlık peşinde koşmayı kendimizce daha önemli işler saydık, aynı apartman içinde komşumuz olan kimseleri bile yılda bir bayram ziyâretlerinde anca görebildik, o bayramda da görüşme imkânı olmazsa yıllarca birbirimizi hatırlamadık, özlemedik, aramadık, sormadık, dert(li)lerimizle dertlenmedik, derdimiz İslâm ve kardeşlik değilmiş gibi hareket ettik, mü’minler, bir azası rahatsız olduğunda diğer uzuvları da rahatsız olan ve geceyi huzursuz ve ateşli şekilde geçiren bir bedenin azaları gibi olmaları gerekirken, biz kardeşlik, sevgi, saygı ve sorumluluğun çok gerilerinde kaldık, uhuvvetsiz bir kardeşlikten, nefsîlikle birlikte “biz” den, Tevhîd’siz vahdet’ten, ilimsiz ve tahkîksiz bilgilerden söz etmenin felsefe yapmak, edebiyat parçalamak ve duyarsızlığı bahanelerle örtbas etmeye çalışmak olduğunun farkına varamadık, dünyada ne hedeflere vardık ama maalesef garip, yetim, öksüz, muhtaç ve fî sebîlillâh’ta dünya menfaatlerine değil, hayırlara koşan ve Allah’a davet eden kardeşlerimize varamadık/gidemedik, evini teşrîf edip de gönlünü almamız gereken kardeşlerimizi uzaktan eleştirip suçlayarak kalplerini kırdık, haklarına girdik, hikmet, sağduyu ve tecrübeden yoksun söylemlerle ihtilâf, husûmet ve düşmanlıkları artırdık, Allah’ı zikretmekle meşgul olması gereken dillerimize -tartışmakla, kardeşlerimizin gıybetini yapmakla, bilmeden iftirâlar etmekle, hakkında ilmimiz olmayan polemiklere girmekle- zulmettik, evet kendimize de kardeşlerimize de haksızlık ettik, Allah’ın lütfettiği sayılamayacak kadar o nimetlerin, zenginliklerin, fırsatların, gençliğin, sağlığın, boş vaktin farkına varamadık, bunları hep kendimiz için, kendi istediğimiz gibi kullandık hatta canımız ciğerimiz olan, olması gereken kardeşlerimize vakit ayırmadık, onlara gitmeye, dertlerini sormaya, sıkıntılarına merhem olmaya, nasihat etmeye, nasihat almaya, istişâre etmeye, sevgi, dostluk ve kardeşliği paylaşmaya gelince hep meşgul olduk, bir türlü müsait olamadık, burnumuzun ucundaki kardeşlerimize gidemedik, onlarla musâfaha edemedik, onlara sevgi ve hasretle sarılamadık, yıllar bu şekilde gelip geçerken, Allah bir virüs gönderdi, o virüs sadece bizim mahalleyi veya sizin şehri değil, tüm dünyayı sardı, artık birbirimize gidemiyoruz, sıla-i rahim yapamıyoruz, kardeşlik adına yapılabilecek binlerce hayırlardan uzak kaldık, hayat içinde istemdışı karşılaştığımız kişilerle öylesine yaptığımız tokalaşmaları bile özledik, evimizden dışarı çıkamıyoruz, onlarca yıldır yapmadığımız sıla-i rahimleri ve ziyâretleşmeleri artık istesek de yapamaz hâle geldik! Evet, takvâ sahipleri müstesnâ, toplumun genel görüntüsü bu idi!.. Sonra Allah âdeta amelimize uygun bir karşılık verdi ve terk ettiğimiz birçok hayırları yapma imkânını şu süreçte elimizden aldı. Bu durumdan ibret alıp, nâm-ı hesâbımıza birçok dersler çıkarmalıyız. Onların en önemlilerinden biri de, kardeşliğin ihlâlinin farkına varmamızdır. Müslüman, yanındaki, yakınındaki, muhitindeki görüp görüştüğü kardeşlerine karşı sadâkat ve vefâ duyguları içinde olması gerektiğini artık bu süreçten sonra anlamalıdır. Yakınına vefâ etmeyenin, uzağa hayrı olmaz! Burnunun ucunu göremeyen kimsenin, uzağı görebileceğini düşünmek bir gaflettir. Önce yakınlarımız… Önce kadim dostlarımız… Önce arkadaşlarımız… Önce komşularımız… Önce tanıştığımız, görüştüğümüz hatta bir bardak çay içip, birbirimizin yüzüne bir kez bile olsa tebessüm ettiğimiz kimseler… Uzaktakiler veya tanımadığımız kimseler daha sonradır, belki imkânımız açısından uzaktakilere özel sorumluluklar daha azdır ve nisbîdir. Zira öncelikler arasında dahi öncelikler vardır. Sistematik şekilde önceliklerimizi grafikleştirsek, sorumluluklarımızın ne kadar büyük olduğunun farkına varacağız. Herkes kendi yakınlarına sorumluluklarını îfâ ederse yani herkes evinin önünü süpürürse, başkasının evinin önünü süpürmek bir başkasının işi olmaz! Bu sorumluluk alanını, suya atılan bir taşın etrafında, gittikçe genişleyen hâleler oluşturması ve o hâlelerin gitgide iyice büyüyerek gözden kaybolması şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Şu korona günleri, kötülüklerden korunma, günahlardan arınma, tevbe ve istiğfâr etme günleri olmalıdır. Bu süreçte ferdî sorumluluğumuzun, “kendini bilen insan” deyimi içindeki mündemic anlamlar çerçevesinde, âdeta bütün insanlığı düşünmek gibi önemli olduğunu anlayıp, boş söylemleri, hikmetsiz ve başkalarını suçlayıcı konuşmaları, polemikleri ve patavatsızlıkları terk edip; daha duyarlı, hassâs, prensipli, çalışkan, mütevâzı, oturaklı ve mahzûn olmalıyız. Ayrıca zararlı arkadaşlıklara ve mânevî virüsler kapmamıza neden olabilecek sosyalleşmelere son verip, hak ve hayır ehline yakın olmalıyız. Kendimizin, ehlimizin ve sevdiklerimizin hayrı için fitne, bid’at ve fesâddan bütün gücümüzle uzak durmalıyız! Bilelim ki, oturup kalktığımız kimselere dikkat etmezsek, kötü insanlar yakınındakilere kötü örnek olurlar, kötü örneklik ve kötülük de bir nevi virüs gibi salgındır, yaygındır ve çok zararlıdır. Kişi arkadaşının dini üzeredir. Yani sonuçta arkadaşına benzer. Bakın insan topluluklarına, toplumların veya grupların iyi veya kötü ahlâkları asgarî müşterekte birbirlerine benzemektedir. Taşkın insanların arkadaşları taşkın, hilm ve hikmet sahibi insanların arkadaşları da mutedil ve vasat olmaktadır. Bilelim ki, herkes âhirette tâbi oldukları kimseler ve arkadaş gruplarıyla birlikte haşredilecektir. O halde dostluğun ve kardeşliğin önemini anlayalım! Dostluk ve kardeşlik adına hiçbir amacı ve ameli olmayan kimselerin tek dertleri hevâ-ü hevesleri peşinde koşmak olacağından, kötülükte ısrâr eden bu kimselerden uzak duralım! Sıla-i rahim yapanlar, eşini dostunu ziyâret etmeyi şimdiden nasıl da özledi değil mi? Bunu ancak kardeşliğin hukukunu gözetenler; sevginin ve vefânın ehli olanlar anlayabilirler! Uhuvvet, sadâkat, vefâkârlık, sıla-i rahim, infâk ve ihsân gibi taraklarda bezi olmayanlar, salâh ve ıslâh ile işleri olmayıp habire fesâd ve ifsâd ile uğraşanlar bu hisleri anlayamazlar! Allah anlatsın inşâAllah! Yâ Rabbi, beni/bizi, Sana hâs ve hâlis kul, Rasûlüne lâyık ümmet eyle. Bizleri, ferdî ve ailevî sorumluluklarını bilen ve kardeşlik hukukunu gözeten sâlih kullarından eyle.
NOT: Olumsuz sıfatların betimlenmesi esnasında kullandığımız nefs-i mütekellim mea'l-ğayr sıyğası olan "biz" zamiri ve üslubunda, söz konusu kötülüklerden uzak olan kimseler müstesnâdır. O cümlelerde toplumun ekserîsisin ihmâlini ifade etmek adına tağlîb yaptık. Rabbim bizleri o kötü sıfatlardan korusun! 11 Nisan 2020 – Cumartesi Koronavirüs salgını dünyada 178 ülkeyi etkilemiş durumda! Türkiye’de 11 Mart’ta ilk koronavirüs vakasının görülmesinin üzerinden bir ay geçti. Bu süre içinde Türkiye’de 47.029 hastalık tanısı kondu, 1.006 kişi öldü. Dünya genelinde ise 1.721.353 hastalık tanısı konmuş, 104.800 kişi ölmüştür. Şu an itibariyle bu virüsten hasta olanların ve etkilenenlerin sayısı iki milyonu bulmuş durumdadır. Asemptomatik yani Semptomsuz (herhangi bir sempton, belirti göstermeyen) vakalar ile şeffaf olmayan yani vaka ve ölüm sayılarını gizleyen veya düşük gösteren ülkelerin gizledikleri gerçek istatistikler ise bu rakama dâhil değildir. Hastalık tanılarına göre dünya genelindeki ölümler % 6.2 oranında iken, Türkiye’de koronavirüs salgını peak/pik (zirve) noktasına ulaşmadığı şu süreçte Türkiye'de ölüm oranı % 2.2 oranındadır. Bugünlerde uzmanlar tarafından sıkça kullanılan bir deyim vardır. O da, koronavirüsün pik yapması veya hastalığın pik noktasına ulaşmasıdır. Bu deyimin anlamı, bir ülkede koronavirüsün etkisinin en yüksek noktaya ulaşması yani koronavirüsün zirve yaptığı noktadan sonra düşüşe geçmesi demektir. Birçok Avrupa ülkesi bu noktaya ulaşmıştır. Çin, Güney Kore, Norveç gibi ülkeler virüs salgınını kontrol altına aldıklarını söyleseler de, şu anda ABD (102.549), İtalya (18.279), İspanya (15.843), Fransa (13.197), İngiltere (7.978), İran (4.232), Çin (3.336), Belçika (3.019), Almanya (2.688), Hollanda (2.511) gibi ülkeler salgından en çok etkilenen ve ölümlerin en çok görüldüğü ülkeler durumundalar. Türkiye’de ise pik noktasına birkaç hafta içinde ulaşılması bekleniyor. O süreçten sonra inşâAllah virüsün yayılması kontrol altına alınmış olacaktır. Fakat uzmanlar, bu virüsün mutasyonlarla tüm dünyayı en az bir yıl boyunca etkilemeye devam edeceğini tahmin ediyorlar. Bu süreçten sonra farklı virüsler, hastalıklar, ekonomik krizler ve psikiyatrik vakalar gibi olumsuz sonuçlar bakımından dünyada hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı anlaşılmaktadır. Allah’tan sağlık, âfiyet, rahmet, mağfiret ve hayırlar dileriz. Vallâhu meanâ. 15 Nisan 2020 – Çarşamba Annem, Annem...
Çocukluğumda en az on kilometrelik bir mesafede olan bahçemize doğru çalışmak için sabah namazından hemen sonra gün doğmadan yola koyulurduk. Yarı yoldayken güneş doğardı, annem: “Öğle oldu, hadi acele edin” derdi. Bahçeye varmamıza yakın: “Yorulduk” derdik. Annem: “Çalışmayan yorulur, çalışırken geçer” derdi. Bahçeye varırdık: “Az dinlenelim” derdik, annem: “Oturursanız, kalkamazsınız, hemen işe başlayalım” derdi. Öğle yemeğini yerken: “Çay da koyalım, içeriz” derdik, annem: “Buraya pikniğe gelmedik, evde içersiniz” derdi. Akşam güneş batıp, hava yavaştan kararmaya başlayınca: “Anne hadi akşam oldu, artık gidelim” derdik, “şu işi bitirelim öyle gideriz” derdi. “Yoldan araba falan geçmiyor, bunları nasıl götüreceğiz?” diye telaşlanırdık, büyük bir sükûnet ve tevekkül içinde: “Allah kerîm” derdi. Sevgi, şefkat ve hikmet dolu canım annem. :( Bizi öyle terbiye ettin ki, bize hem ana hem de baba oldun. Nice erkekler gördüm, vallâhi erkek doğmalarına rağmen senin kadar yiğit olanı çok azdı! Sana minnettârım ve her gün senin hayrın için dua ediyorum. İlk öğretmenim kesinlikle sensin. Ben senden râzıyım; Rabbim de râzı olsun. Senin için sağlık, âfiyet, sağlam iman, hüsn-ü hâtime ve dünyanın da âhiretinde hayırlarını diliyorum. 19 Nisan 2020 – Pazar “Hadi Bir İlâhî Söyleyin!” Toplumca neredeyse bir asırdır Kur’ân’ı güzel okumayı ve güzel (!) ilâhîler ve kanları kıpır kıpır eden marşlar söylemeyi önceledik, önemsedik hatta güzel ses yarışmaları yaptık, “O Ses”i bulmaya çalıştık ama Kur'ân'ı ve İslâm'ı güzel anlamayı ihmâl ettik! Anlam ve muhtevâya değil, ses, musiki ve ahenge değer verdik! Benim zamanımda, kasabamızdan şehirdeki, -yakın geçmişte inşâ edilmiş olan- İHL’ye ilk giden kişi olarak tanındım, gıpta edildim, konuşuldum. İHL’den Ali adındaki bir arkadaşımla birlikte kasabamızda bir misafirlik esnasında bizden ilâhî söylememiz istendi. Tevâfuk da o ya, ben de ilâhî korosunda idim. Arkadaşım benim söylememi istedi. Ben de, “Dağlar ile Taşlar ile Çağırayım Mevlâm Seni“ adlı ilâhîyi söyleyelim, aralarda da nakarat olarak “Hak Yâ Rabb!” kısmını solo olarak ben söylerim, dedim. 12 yaşında bir çocuk olmama rağmen -rastgele ilâhîye başlamayıp- ilâhîyi nasıl söyleyeceğimizi organize ettim ve başladık. Söyledik ve bitti. Ev bayağı kalabalıktı. Herkes sessizdi. Belki de tebrik edecekler ve “aferin” diyerek bizi mutlu edeceklerdi. Bunun için büyüklere sözü bırakıyorlardı. Çünkü bizim çocukluğumuzda öyleydi. Büyüklere hürmet edilir, ne onların önüne geçilir, ne sözleri kesilirdi. Hatta yolda bile öncelik onlara verilirdi. O ortamdaki en yaşlı olan ve torunlarına, kendisine “Hacıanne/Hacanne” dedirten hacı bir kadın, yorum yapmadan veya yorum yapılmasına fırsat vermeden, yanık sesiyle -destursuz olarak- bir başladı ilâhî söylemeye. Uzun hava gibi asıldıkça asıldı, sesinin yanıklığıyla makam ve kural tanımadan söyledikçe söyledi. Böylece “ben sizden iyi söylerim” demiş oldu! Hem bize, hem de oradakilere! Birçok şeyi öğrenebiliyoruz, hacı-hoca da oluyoruz ama bazen insan psikolojisini, daha da önemlisi çocuk psikolojisini bilmiyoruz, öğrenmiyoruz ve dikkate alamıyoruz. Maalesef ki, "ben/ego" eksenli hareket ettiğimizde, teşvik ve takdir etmeyi de bilmiyoruz. Hep insanlar beni övsünler, beni alkışlasınlar istiyoruz! Sonra da, bir ömür boyu unutulamayacak kötü anılar ve kötü örnekler bırakıyoruz. Allah korusun! Biz onları unutsak da, etkilediğimiz insanlar unutamıyor! Âlemlerin Rabbi ise hiç unutmaz! Neyse duygu yoğunluğu birkaç tane ziyâde söz söyletti. Anımıza devam edelim... Hacıanne, o ne söylediğini hâlâ hatırlamadığım ilâhîsini bitirdiğinde, bize sessiz kalan cemaat, ona yalakalık yapar gibi, övgü ve güzel sözler sıralamaya başladılar! Hadsiz övgü mü dersiniz, yersiz övgü mü, bilmem ama övgünün de bir yerinin ve usûlünün olduğunu bilirim. Birini överken, diğerini yermenin cehâlet değilse, gaflet olduğuna inanırım! Maalesef ki, on iki yaşındaki iki çocuğa büyükler olarak kötü bir örneklik ortaya koydular! Ben bu anımı hiç unutamadım! Ne zaman hatırlarsam, üzülürüm. İlim tahsil eden çocuklardan ilk istenecek şey ilâhî söylemesi midir? Hadi söylettiniz, ne olursa olsun -kalplerinin temizliği sebebiyle de olsa- bir teşvik, tebrik etmek, bir çift güzel söz söylemek gerekmez mi? Allah âfiyet versin, annem bile eve geldiğimizde onun ne güzel, yanıkça ilâhî söylediğini konuşuyordu. Bu olaydan sonra okuldaki ilâhi korosundan çıkmak istedim ama hocam -oradaki kimseler gibi düşünmüyor olmalı ki- bu isteğimi kabul etmedi… Ses, nağme, musiki, teğannî ve güzel ses yerine; anlam ve muhtevâya, ihlâs ve takvâya, hayırlı işlere ve güzel amellere değer veriniz! Söz sesten, mânâ sözden evlâdır. O halde beğendiğiniz zaman alkışlayarak ses çıkarmak yerine, ‘mâşâAllah’ diyerek anlamlı bir söz söyleyiniz! 22 Nisan 2020 – Çarşamba Ben Hayatta Hep Yalnızdım! Dört yaşında iken, annemin, “insanlığı çok iyi idi” dediği, beni kucağına alıp sevdiğini ve şeker verdiğini hayal meyal hatırladığım ama kendisiyle fazla zaman geçirme fırsatı bulamadığım dedemi kaybettim. Dedem arkamda olmadı desem, yergi anlamı çıkacak! Öyle ya, vefât eden bir insan nasıl arkanda olabilir? Doğru bir ifade; dede desteğinden mahrûm kaldım… Nasıl olsa babam hayatta diye düşündüğüm yılların âdeta bizim öksüzlüğe, yetimliğe ve yalnızlığa alışma yıllarımız olacağını nereden bilebilirdim? Sekiz buçuk yaşına geldiğimde, o zamana kadar beni kollayan, arkamda duran, iyi davranışlarımla gurur duyan hatta evlatlarına bir zarar gelmesin diye âdeta gözünden bile sakınan babamı kaybettim. Hem de kırk dokuz yaşında iken! O günden sonra yetimlikle de tanıştım. Böylece baba desteğinden de mahrûm kaldım… Babamla birçok anım var. Gerek okul öncesi, gerekse de ilkokul ikinci sınıfa kadar geçen zaman süreci içerisinde… Ama hepsi bu kadar! Gerek baba tarafından ve gerekse de anne tarafından olan akrabaların varlıkları ile yoklukları arasında hiçbir fark yoktu. Annem sayesinde anne tarafını Adana’ya gidip ziyâret ettiğimizde bir şekilde görmüş olsak da, münâsebetimiz, bizim zât-ı âlilerini ziyâretimize endeksliydi. Varlıklarını ve gölgelerini üzerimde hiç görmedim ve hissetmedim. Baba tarafındakiler ise, babamın vefâtıyla birlikte akrabalıklarının bittiğine inanırcasına bizden uzaklaşmışlardı. Sadece ilkokul bitinceye kadar ağabeylerini/babamı özlediklerinde ağabeylerinin kokusunu almak için bizi koklamaya gelirlerdi! “Kardeşimin kokusu” diyerek, sıkı sıkıya bizi sarmalarlar ve ağlarlardı. Biz de ne olduğunu anlamadan garipserdik! Hiç sahip çıkmadıkları yeğenleriyle bu şekilde hasret giderirlerdi. Sahi, biz o halaların yeğenleri oluyoruz değil mi? Bunu o zamanlar, daha doğrusu hiçbir zaman düşünememiştim! Gitmeden önce de, rutin hâle getirdikleri gibi annemle bir tartışma çıkarıp, moral bozup, can sıkıp giderlerdi! Düşünüyorum da, hiç onlara çekmemişim. “Oğlan dayıya, kız halaya” derler ya, bu tam doğru olmasa da, % 50 oranında bir gerçeklik payı olsa gerek. On yaşıma geldiğimde, tanıyanların, efendiliğini ve kişiliğinin güzelliğini öve öve bitiremedikleri, babamın tek erkek kardeşi olan İzzet emmimi/amcamı kaybettim. Böylece hayatta amca desteğinden de mahrûm kaldım… Biz kasabada, o ise şehirde yaşadığı için amcamla bir araya gelmişliğimiz o kadar azdı ki. Fakat çok merhametli, iyi niyetli ve yapıcı bir karakterde olduğunu biliyordum. Yıkıcı konuşan, dedikodu edip fitnecilik yapanlara karşı dik duruşunu, çıkışlarını hatırlarım. Kötülüğe ve kötüye bir başkaldırışı vardı yani. Eskiden büyüklere, özellikle de erkeklere karşı büyük hürmet gösterilirdi. Hele bir de o kişi doğru bir tavır ortaya koymuşsa, doğru insanları sevindirecek bir manzaraya şâhitlik edilirdi. O tür manzaraları onun sebebiyle görmüşlüğüm vardır. Babamı kaybetmemin üzerinden iki sene geçmeden baba yarısı amcamı da yitirmiştim. Bu acıları, benden iki yaş büyük abimle birlikte çocuk yaşlarda yaşıyorduk. Oysa ben on iki yaşında Ereğli’ye gidecek ve orada İHL'de okuyacaktım. Amcam da orada yaşıyordu. Amcam yaşasaydı, hiç kasabamızdaki kapı komşumuz olan, -daha ben çok küçükken okumayı sevdiğimi fark edip, oğluna, ben ilkokulu bitirince beni İHL’ye yazdırmasını söyleyen- Ali hocanın oğlu Mevlüt hoca, elimden tutup da beni okula yazdırıp bana velilik yapmak zorunda kalır mıydı? Buna gerek kalır mıydı? O yaşta ‘baba’ kelimesine doymadan, ‘veli’ kavramını öğrenmiştim. Mevlüt hocanın bana veliliği, okula yazdırmasından ve birkaç ay sonra da bir kez ziyâretime gelmesinden ibâretti. Geldiğinde o kadar çok sevinmiştim ki. Başka da kendisini hiç görmedim. Buna da şükür… Okul devam ederken yıllar sonra evini bir şekilde öğrendim ve ziyâretine gittim. Güzel bir atmosferde sohbet ettik. Sanırım bu hayatta insanlarla münâsebet, ayaklarına gitmeden pek mümkün olmuyor! Yine de, eğer şu an hayatta ise, babasının vasiyetine uyarak beni İHL’ye yazdırmasıyla birlikte ilim yolumu açtığı, buna sebep olduğu için, Yüce Rabbimden kendisi için hidâyet ve âfiyet diliyorum. Mevlüt abi! Belki sen beni çoktan unutmuşsundur ama ben hâlâ günlük dualarımda sana yer veriyorum. Hem de özel dualarımda… Her neye muhtaç isen, Rabbim seni ona muvaffak eylesin. Gerek hidâyet, gerek âfiyet, gerek şifâ, gerekse de selâmet anlamında… Evet, hayat boyu en yakınımdakilerden başlayarak, ibret nazarıyla çevremdekilere baktım... Birçoğu, babaları hatta dedeleri ve nineleri hayattayken bile şükürsüzdüler. Arkalarında sadece babaları değil, amcaları, dayıları varken bile doyumsuzdular. Hâlâ benimle akran olup da babası hayatta olanlar var. Allah hayırlı ömürler versin. Bu bana hayal gibi, rüya gibi geliyor! Onlar, bu ayrıcalığın farkındalar mı acaba? Çevremdeki insanlara baktım… Birçoğu, çocukluktan itibaren evleri, bağları, bahçeleri, arabaları, paraları ve tarlaları varken bile şükürsüz ve açgözlüydüler. Zenginliklerine, çevrelerine ve geniş imkânlar içinde yaşamalarına rağmen şükretmiyorlar, mütemâdiyen ağlıyorlar, sızlanıyorlar hatta yokluk edebiyatı yapıyorlardı. Âdeta karınları tok, sırtları da pek iken bile fakirlikten ve aç kalmaktan korkuyorlardı! Bu imkân ve fırsatlar birçoğunu onur ve sağlam karakterden uzaklaştırmış, küçücük bir sıkıntı için bile yıllarca, “biz ne yokluklar gördük, biz ne sıkıntılar çektik, bizim küçüklüğümüzde şu yoktu, bu yoktu” gibi laflarla ajitasyon yapacak kadar mâhir olmuşlardı. Bazı insanlar bu dünyada zerre kadar sıkıntı ve acı istemiyorlar! Bu dünyanın imtihân yurdu olduğunu unutmuşlar! Onun için de, ‘sıkıntı' veya ‘yokluk’ saydıkları bir malzeme buldular mı, mal bulmuş mağribî gibi üzerine atlıyorlar… “Biz öyle zamanlar gördük ki, bayram gelirdi yeni ayakkabı alamazdık, eski ayakkabımızı giyerdik” ya da “biz ancak bayramdan bayrama yeni elbise alabilirdik, yeni ayakkabılar görürdük. O elbise ve ayakkabıyı da yatarken başucumuza koyup öyle uyurduk…” Bunları söyleyip de aklı sıra kendisine acıyacağımızı zanneden gâfil! Bil ki, nice kimseler var, yeni ayakkabı görmeden ve yeni elbise giymeden bir çocukluk geçirmişler. Şimdi biz, sizin gibi beyzâdelere mi üzülelim yoksa iki gün aç, bir gün tok yaşamış, kundura denen ayakkabıyı rüyasında bile görememiş, spor ayakkabısı ve eşofman alamamış yetim, yoksul, kimsesiz, öksüz, özürlü gariplere mi üzülelim! Vallâhi, ben sizin sadece şu hâlinize, kafa yapınıza ve anlayışsızlığınıza üzülüyorum! Dahası yok! Dahası Allah’tan âfiyet! Bu genel insan manzaraları da gösteriyor ki, insan şükretmesini bilmez ise, isterse bir vadi dolusu altını olsun, iki veya üç vadi dolusu altını olana öykünerek, kendisini fakir görür, bir türlü hâline şükretmeyi ve ekonomik olarak kendinden aşağıda olanlara doğru adım atmayı, el uzatmayı düşünemez! Bazı onur zaafı olan fakirler de o zenginlerden cömertlik beklerler! Cömertliğin bir gönül işi olduğunu bilmeden! Gönlü fakir olanın aslında zengin olmadığını ve mal bekçiliği yaptığını düşünemeden! Gönlü zengin olmayanlar hep egolarını ve nefislerini tatmin için yaşarlar. Midelerini leziz yemeklerle doldurup boşaltmaktan ve gözlerini doyurmak için çabalamaktan başka bir şey yapmazlar! Ama bilelim ki, insanın aç gözünü de hırslı karnını da ancak kara toprak doyurur!..
Rabbimizden, iman, ihlâs, iffet, âfiyet ve selâmet dileriz. Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! Ey Rabbimiz, mağfiretini dileriz. Dönüş ancak Sanadır. 28 Nisan 2020 – Salı Dürüst Ticâret: Rabbim, geçmiş yıllarda bana -hiçbir sermayem olmamasına rağmen- ticâret yapma fırsatı vermişti. O'na şükürler olsun. Sâbit bir yerde çadır açıp, dükkân havasında, huzurlu bir ticâret yaptım. Ta ki belediye gezici ve sâbit seyyarları kaldırma, onlara müsâade etmeme kararı alana kadar! Ben ticâreti seven biriyim. Tabii ki dürüst ticâreti. Dürüstçe yapılmayan ticâretten ne kadar haz etmediğimi sanırım anlatamam! Bu nedenle, ticâret yerimizin adı hiç isim aramadan "Dürüst Ticâret" olmuştu. Ticâret piyasası genellikle fırsatçılardan ve menfâati/kârı kendine yontan çıkarcılardan oluştuğu ve bazı müşteriler de bizi tanımadığı için haklı olarak ilk başlarda güvensizlik yaşarlardı. Biz de kartımızı uzatıp, "bizim ticâretimizin adı dürüst ticârettir. Dürüstlüğe aykırı veya sizi aldatıp yanıltmaya yönelik en ufak bir şikâyetiniz olursa, gelin, bir çayımızı için, varsa bir şikâyetiniz ve mağduriyetiniz, sizden özür dileyerek telâfi ederiz. Telefonlarımız da orada mevcut" der, kartımızı uzatırdım. İstisnâlar dışında gerek tanıdıklarımın ve gerekse de tanımadığım kimselerin ticâret anlayışları nedeniyle müşterilere acırdım! Hatta bizde olmayan bir şeye ihtiyaçları olduğu zaman tanıdığım bir kimseye bile yönlendiremezdim. Çünkü onun, bu kişinin ihtiyacını karşılarken veya bir şey satarken çok yüksek fiyat çekeceğini bildiğim için, o mağduriyete sebep olmak istemezdim! Isrâr eden olursa da, "pazarlık yapmadan mal alma veya elindeki malı verme" derdim.
SübhânAllah. Hudeybiye musâlahasından sonra müşrikler, Müslümanların dürüst ticâretlerinden, doğru kişiliklerinden ve güzel örnekliklerinden etkilenip dalga dalga İslâm'a giriyorlardı. Hatta müşriklerin ileri gelenleri bu durumdan, gidişattan endişe edip de anlaşmayı bozdukları âna kadar geçen iki yıl zarfında, bi'setten Hudeybiye anlaşmasına kadar geçen 19 yıllık süreçte iman edenlerin sayısının neredeyse iki katı kimse Müslüman oluyordu. Yanlış duymadınız. O iki yıllık sulh ve barış döneminde daha önce 19 yılda iman edenlerin neredeyse iki katı kimse İslâm'la şerefyâb oldu. Akılla çözebiliyorsanız, orantı üzerinde tefekkür edin! Bu, Müslümanların güzel ahlâkları ve temiz ticâretleri ile İslâm adına güzel örnekliklerinden başka bir şey değildi! Şimdi âhir zamanda ise oturup çay içtiğimiz bir Müslümanın tezgâhına ve dükkânına müşteri göndermeye korkar olduk! Allah'ım, rahmetini, mağfiretini ve lütfunu dileriz. 30 Nisan 2020 – Perşembe Virüs Hayatı Kilitledi! Dünya genelinde tespit edilen koronavirüs vakası üç milyonu geçerken, iyileşenlerin sayısı da bir milyonu aşmış durumdadır. Türkiye’de ise 117 binin üzerinde vaka tespit edilmiş, bunlardan 40 bini iyileşmiştir. Toplam ölüm sayısı ise üç bini geçmiştir. Fakat son günlerde günlük iyileşen hasta sayısı artmakta ve ölüm sayısı da azalmaktadır. Tüm dünyada, bu salgınla mücâdele ve onu kontrol altına alma çalışmaları her yönden tüm hızıyla devam etmektedir. Ancak elektro mikroskopla görülebilecek kadar küçük bir mikrop âdeta tüm dünyayı esir almıştır. Bütün dünyaya salgın hâlinde yayılmış olan koronavirüsün ağırlığı sadece bir gram!.. Evet, toplamda yaklaşık bir gramlık virüs âdeta tüm dünyada hayatı kilitledi! Bu durum, Yüce Allah’ın sınırsız ve karşı konulamaz gücünü gösteren müthiş bir ibret tablosudur. Allah Azze ve Celle, küçücük bir şeyle, hem de uzmanların canlı sayılıp sayılmayacağı hususunda farklı yaklaşımlar sergiledikleri bir varlıkla bütün insanları hizaya getirerek, onların, bundan ibret alıp, azgınlığı ve zulmü terk edip sadece kendi huzurunda hizaya geçmelerini ve yalnızca kendisine ibâdet etmelerini istemektedir. Bazı şeyler insanın hoşuna gitmese de, sonucu itibariyle o şeyler hayrına olabilir. Tabii ki düşünüp ibret almak ve hayırlara tâlip olmak şartıyla! Zira insanın başına gelen her şeyde kendisi için bir ibret yönü vardır. O ibret de, Yüce Allah’ın vahdâniyetine; ulûhiyette ve rubûbiyette tekliğine ve tek yegâne ilâh olduğuna delâlet eder. 2 Mayıs 2020 – Cumartesi Okul Yıllarım… Anılar, Anılar… Bizim okuduğumuz yıllarda bizim okuduğumuz İHL bir ilim külliyesi gibiydi. Şimdiki gibi asla değildi. Müfredâtı da oldukça zengin idi. Şu anki İlâhiyatlara beş çeker. Derslerin hakkını vererek mezun olunması şartıyla, beş üniversite bitirmek gibi desek, abartı olmaz. Ben, İlkokul döneminde Kur'ân kursunu bitirdikten sonra, orta ve liseyi İHL'de okudum. Sonra üniversite yılları ve medrese eğitimimin ikmâli vs. eğitimim devam etti. Ma'lûm, ilim beşikten mezara kadar! İHL yıllarındayım ve orta üçüncü sınıftayım. Arapça hocası ilk dönemin sonunda hepimize Arapça hikâye kitabı dağıttı. Ben niye dağıttığını bilmiyordum. Ya hoca net şekilde söylemedi ya da öylesine dağıttı ve açıklama yapmadı. Yanımdaki arkadaşa sordum. O da, “bunları tercüme edecekmişiz” dedi. O yaşlarda biraz utangaç idim, fazla konuşmazdım. En azından büyüklerime karşı! Bu nedenle hocaya da sormadım. On beş günlük tatilde o hikâye kitabını tercüme ettim. Okul açıldı, o hocanın dersindeyiz ama hikâyeden falan bahsetmiyordu. Yanımdaki arkadaşa, niye verdiği ödevi kontrol etmediğini sordum. Arkadaşım da: "O hikâyeleri ödev olarak vermemiş, alın istifâde edin, diye vermiş" dedi. EyvAllah, ben de bayağı istifâde etmiştim. Başka biri olsa hemen bu durumu hocaya duyururdu ama bu tarz hareketler benim davranış biçimim değil. Başka bir anım… Yine Arapça dersindeyiz, dersin hocası hepimize şöyle dedi: "Tatilden sonra kim Emsile'yi ezberlerse ona sözlü notu olarak 10 vereceğim." Evet, aynen böyle dedi. Tabii ki, ben de ezberledim. Okullar açıldı, Arapça dersindeyiz. Emsile'nin adı bile geçmiyor. Yanımdaki arkadaşa, “hoca niye Emsile'yi kim ezberledi diye sormuyor” dedim. Sadece yanımdaki arkadaş değil, sınıfta kimse ezberlememişti. Tabii bize yine sükût gerekti. Nefsin dahline müsâade etmeden, Allah için susmanın mükâfâtı büyüktür. O hoca verdiği ödevi takip etmediği gibi, verdiği sözüne de riâyet etmedi. Sonra da Arapça'nın orijinal branş hocası gelince, kendi dalı olan Fıkıh hocalığına terfi etti. Bu hoca bir ders esnasında zinâ ve hırsızlıkla ilgili Âyetleri işledi. Ama o ders karşılıklı diyaloglarla o kadar güzel geçti ki, mâneviyat üst düzeydeydi. Dersin sonunda da, “bu iki Âyetten dilediğinizin tefsîrini yazın gelin” dedi ama not va'detmedi. Ne dersiniz, sözünü hatırlar mı yoksa verdiği ödevi unutur mu? Bunu bir an bile düşünmedim ve Mâide: 38 ve 39. Âyetlerin tefsîrlerini araştırıp yazdım. O dersin ve ödevimin hâlet-i rûhiyesi hâlâ hâfızamda çok taze. Hoca ertesi derste sözünü hatırladı. “Ödev vermiştim, kim yaptı?” diye sordu. Baktım etrafıma, kimse el kaldırmıyor. Ben el kaldırdım. "Oku" dedi. Okudum, hoca da sınıftaki arkadaşlar da çok etkilendiler. Hocanın, o günler sözlü yaptığı zamanlardı. Hemen not defterini çıkardı. "Sana sözlü notu verdik mi?" dedi. Yanımdaki arkadaş, "evet, hocam" dedi. Sanki biliyormuş gibi! Hoca da, “sana sormuyorum” diye ona güzel bir cevap verdi. Uyanık arkadaş, hocanın yüksek not vereceğini tahmin ettiği için kendince komiklik yapıyordu. Hocanın sözlü notu çok kıt idi. 5 alabilen seviniyor, çoğu da zayıf alıyordu. Neyse, benim ismimin karşısına iki hareket yaparak bir not yazdı. Sonra da sözlü notun 10 dedi. Ondan, 10 alan tek kişi oldum. Arkadaşlarım şaşırdılar. Niye şaşırıyorlarsa? Ben o hocadan Arapça dersinde de 10 almayı hak etmiştim, o 10 gecikmeli olarak Fıkıh dersinde beni buldu. İlâhî adâlet! Anılar anılar... Sami Torun diye bir Matematik hocamız vardı. Lise birinci sınıftayız. Bizi yazılı yaptı. Öyle zor sorular sormuştu ki, anlatamam. Sonraki derste yazılıları okumuş notlarımızı söylüyor. İsmini okuduklarına da, “kaç bekliyorsun?” diye soruyor. İlk başlarda ayağa kalkanlar genelde yüksek söylediler ama 1-2-3 aldıklarını öğrendiler. Sınıfın yarıdan fazlasının notu böyleydi. Birkaç kişi 4 almıştı. Sonlara yaklaşmıştık, bana sıra geldi. Bana da kaç beklediğimi sordu. Ben de, “arkadaşların durumunu görmeseydim, 6 derdim ama, şu durumda sanırım 4 demem gerekiyor” dedim. : ) Bana, 5 dedi. Herkes, 10 almışım gibi şaşırdı. Benden başka da 5 alan olmadı. Sınıfımızda okulun genel klasmanında okul birincisi bir arkadaşımız vardı. O da 3 almıştı. Sonra herkes, “yazılıyı iptal edin” diye yalvarmaya başladılar. Hoca da, “niye?” diye soruyor, onlar da, “çok zordu, bu yazılıdan iyi not almak imkânsızdı” diyorlardı. Hoca da beni gösterip, “arkadaşınız nasıl 5 aldı peki?” deyip yazılıyı iptal etmeyeceğini söylüyordu. O derste birkaç kez tekrar etmek zorunda olduğu cümle, “demek ki çalışan yapabiliyor” olmuştu. Bu da arkadaşları iyice üzüyordu. Hocadan ümitleri kesilince bana sardılar, “iptal etmesini sen söylersen, iptal eder” demeye başladılar. Ben de hocanın dediğini tekrar ettim. “Hocam, sizin de dediğiniz gibi, çalışınca 5 alınabiliyor ama gördüğünüz gibi arkadaşlar iptal edilmesi için yalvarıyorlar” dedim. O da güldü, “iptal yok” dedi, konu kapandı. Bir yazılıdan, herkes zayıf alırken, tek zayıf almayan kişi olarak bu benim için güzel bir anı olmuştu. Söz açılmışken anılara devam... Bu anım da aynı Matematik hocamızın ileriki yıllarda bir dersinde gerçekleşti. Sami hoca sert mizaçlı biriydi. Daha önceki anımdan da fark edileceği ve yazılıda nasıl zor sorular sorduğundan da anlaşılabileceği gibi, çok titizdi. İHL’de yedinci yani sonuncu sınıftayız. Yazılı sınavımız var... Yazılı kâğıtlarını A-B ve C gruplarına ayırmış; her gruba farklı sorular sormuş. Bizim sıramız sınıfta sağ köşede, duvara bitişik. Duvar tarafında Kudret isminde bir arkadaşım var, ortada başka bir arkadaşım, sol tarafta yani koridor tarafında da ben varım. Ben koridor tarafını tercih ederim her zaman. Ortadaki arkadaşımın adını söylemeyeyim. Niye söylemediğimi birazdan anlarsınız. Hoca, bana A grubunun soru kâğıdını verdi. Ortadakine ve yandakine de soru kâğıtlarını verdi, gitti. Ortadaki arkadaş kadim dostumdur, çocukluktan beri arkadaşımdır. Hemen -rutini icabı- benim kâğıda baktı, bir de ne görsün? Benimki de, onunki de A grubu idi. Hoca yanlışlıkla ona da bana verdiği kâğıdın aynısını vermişti. “Üstad, kâğıtlarımız aynı” diye güldü. Ben de, “hocaya söyleyelim” diye elimi kaldırıyordum, elimi hemen tuttu. “Üstadım, söyleme” dedi. Arkadaş için çiğ tavuk yeme misâli söylemedim. Ben başladım soruları çözmeye. Ben üçüncü sorunun cevabını kâğıdın soluna, beşinciyi onun karşısına, yedinciyi üçüncü sorunun cevabının altına yazıyorum. Yani kendimce bir cevap dizgisi oluşturuyorum. Arkadaşım da bana bakıp aynen benim cevapladığım dizgide kopya çekiyordu. Yahu, bari cevapların yerini değiştir! Arkadaş yüzde yüz kopya çekmeyi, kâğıdın düzenine kadar takip ediyordu. Neyse, kâğıtları verdik. Teneffüste bana, “hiç bilmiyordum soruların cevabını. Sen ne yazdıysan aynen yazdım” dedi ve çok seviniyordu. Ertesi derste hoca yazılıları okumuş. Bu arkadaşın numarasını söyledi, “kaç bekliyorsun?” dedi. Arkadaş nereden bilsin, kaç geleceğini. : ) 7 bekliyorum diye attı kafadan. Hoca da, 9 dedi. Sevincinden havalara uçuyordu. Sınıftakiler de şaşırmıştı. Sonra bana sıra geldi, kaç beklediğimi sordu. Ben de, benden kopya çeken 9 alıyorsa, ben de herhalde 10 alırım diye düşünüp, 10 dedim. Ne dedi dersiniz? Maalesef, 8 dedi. Çok üzülmüştüm. Hocaya itiraz edecek oldum. Arkadaş, "itiraz etme, benim kopya çektiğim belli olur" diye yalvarınca, arkadaşın hatırı için bir nottan vazgeçtim. Bu arkadaş, hocaların gruplara ayırmadığı derslerde benim kâğıttan kopya çekerek hiç çalışmadan, o günlerdeki zor müfredatlı dönemde 7.00’dan teşekkür almıştı. Ucu ucuna derler ya, aynen öyle! Bir notu eksik olsa, teşekkür alamayacaktı. Ben, Matematik dersinde itiraz etseydim, belki de teşekkür gidecekti. Kopya ile teşekkür alanı bir onu gördüm. Kopya çekerek dersi kurtaran vardır, hadi sınıfı da bir şekilde geçsin ama teşekkür de ne kardeşim? : ) Ayıp yani, insâf et... Arkadaşlar arasında kendisine “kopyacı” dendiği kadar da vardı. Ayrıca kopya çekmek o hocaların dersinde gerçekten çok zordu. Kopyayla ilgili bir anımı paylaştığım için o arkadaşımın ismini vermek istemiyorum. Şimdi bir üniversitede hocalık yapıyor. Önce hocalık düşünmediğini ve görev almayacağını söylediği halde sonradan fikrini değiştirdi! Kopyayla aldığın notlarımı ver çabuk! : ) Anılar denir de Şaban Ünlü hocamdan bahsedilmez mi? Şaban hocam benim hayatımda çok önemli bir yer tutar. Zira prensiplilikte, derste ciddi ve titiz olmada ve ders işleme biçimi gibi hususlarda beni çok etkilemiştir. Kendisi derste çok otoriterdi ama sessiz ve sâkin bir kişiliğe sahipti. Arapça ders kitabına yazı, tercüme, hareke hatta gereksiz tek bir nokta bile konulmasına müsâade etmezdi. Düzen ve intizâma çok önem verirdi. Mutlaka defter ve kitabın güzelce kaplanmasını ve üzerine etiket yapıştırılmasını, etiketin üstüne de etiket bilgilerinden fazla bir şey yazılmamasını isterdi. Bildiğim kadarıyla da herkes onun bu isteklerine uyardı. Sesinin yüksekliği ve sert görüntüsüyle değil, ciddiyeti, sükûneti, otoriterliği ve derse hâkimiyeti ile sözünü sonuna kadar dinletir ve saygı uyandırırdı. Eğitim hayatımda beni etkileyen ve diğer bütün hocalardan daha çok sevdiğim bir büyüğümdü. Bu sevginin karşılıklı olduğunu her zaman düşünmemi sağlayacak şekilde de bana sevgisini hissettirirdi. Onun da en sevdiği talebesi olduğumu her zaman düşündüm. Okuldan mezun olduğumuzda, o sıralar meslek dersleri hocalarının katılımıyla on beş yıldır mu’tâd olarak devam ettikleri bir Tefsîr dersleri vardı. O derslere misâfir olarak devam ettim. Şimdiki bazı hocalarda olduğu gibi, ben kendisinden hiç kibir ve büyüklenme görmedim. Bilakis çok mütevâzı idi. Gerek kadîm dostu Hüseyin Kaya’nın evinde, gerekse kendisinin evinde misâfir olarak bulundum. Ben hayatımda “Tevhîd, şirk, tâğût, velî, çağdaş Firavunlar ve beşerî ideolojiler” gibi teknik kavramları keyfiyetli olarak ve geniş muhtevâlarıyla ilk olarak ikisinden duymuştum. Hiçbir namaz vaktinde ne Şaban hoca ne de Hüseyin hoca önüme geçmediler. Bu yaptıkları gençlere tevâzuyu öğretme konusunda çok hassâs bir davranış idi. Onların yanındayken samimiyeti teneffüs ederdim. Diğer hocaların yanında hiç yakalayamadığım mânevî havayı onlarla bulunurken hissederdim. İkisi de gerek Arapça’yı, gerekse de ilmi çok severlerdi. İlmî bir mesele konuşulurken söz istediğimizde hemen pürdikkat dinlerler ve anlattığımız doğrular sebebiyle de çok memnun ve mesrûr olurlardı. Ne yazık ki, günümüzdeki hocaların çoğu ise, “hep ben konuşayım, senin konuşmana gerek yok, zaten benim kadar da bilmene imkân yok” havasında ve kuruntusundadırlar! Dolayısıyla Şaban hocamdan, sadece prensiplilik, ciddiyet, tertip, düzen, derse önem ve ders işleyiş yönteminde incelikler değil, tevâzu konusunda da istifâde etmiştim. O, her ne kadar ilk Arapça hocalarımdan biri olsa da, ben onu bir abi gibi sevmiştim. Hâlen de sever; onun hidâyeti, âfiyeti ve selâmeti için günlük dua ederim. Rabbim ona sahîh iman ve hüsn-ü hâtime versin. Mezuniyetimizin üzerinden yıllar geçmiş olmasına ve kendisi de İstanbul’da bulunmasına rağmen beni hâlâ arar sorar. Hatta en son 17 Mart’ta yani bir buçuk ay önce aramıştı. Nice dost bildiğimiz kişilerle aynı şehirde hatta aynı mahallede bile bayramdan bayrama görüşemezken, Şaban hocam senede 2-3 kez arar. Ben nasıl hidâyet ve âfiyeti için dualar etmem? Bu arada onun vefâlı olduğunu görmem de, benim onu bir insan olarak karakteristik yönden sevmemin haklı gerekçesini ortaya koymuyor mu? Zira vefâsız insan sevilmez! Seviliyorsa da o sevgi insânî anlamda sahtedir! İnsan insana vefâlı olursa, bir kıymeti olur. Şaban hocam lise eğitimimiz boyunca istikrârlı şekilde dersimize girdi. Onun dersinden not olarak 9-9-10 alırdım. Zaman zaman dönem ödevime de 9 verirdi. Ama bu notlar her nedense ortalamada 10 olmazdı. Bir öğrenci 9-9-10 alsa, ortalaması 9,33 olur. 9,5 olmasa da, teşvîken veya kanâat olarak not yuvarlanabilir. Ama o bunu hiç yapmazdı. Aslında dönem ödevim 9 olduğu için dönem ödevi sebebiyle doğrudan ortalamaya 1 not ilâve edilmesi gerekiyordu. Oradan da ilâve yapmazdı. Bana göre bir talebenin notları bu şekilde olsa, ders notu 10 değil, 11 bile düşer. Bunu okuldan sonraki yıl içinde ev ortamında sohbet ederken gündeme getirdim. “Bu şartlarda bir türlü 10 düşmez; hep 9 düşerdi” dedim. Artık okul ve öğretmen-öğrenci ilişkisi ve psikolojisi ikinci plana düşmüş, önce gözetilen sınırlar aşılmıştı. Benim bu sözüme karşılık sadece tatlı şekilde tebessüm etti. Belki de “10 vermeliydim” duygusuyla bir sükût ve gülüştü o. Bu bana yetti, hiç uzatmadım mevzuyu. Şaban hocamla ilgili bir anıyla bitireyim. Son sınıftayız. Şaban hocam derse bir dergiden kestiği iki tane makale getirdi. Birini bana verdi, diğerini de başka bir arkadaşa verdi ve okumamızı söyledi. Sırasıyla okuduk, sınıftaki arkadaşlarımız da dinlediler. Makaleler SSCB’nin Afgan işgaliyle, Rus zulmüyle ilgili idi. O sıralar Rusların Afgan Müslümanlarına zulmü vardı. Makaleler de çok etkileyici idi. Kendisi de çok etkilenmiş olmalı ki, sınıfa getirmişti. Şahsen ben çok etkilendim ve hüzünlendim. Bu sebeple eve gittiğimde o etki, hüzün ve duygu yoğunluğuyla Rus zulmüne yönelik bir makale yazdım. Ertesi derse geldiğimizde Şaban hocaya bize verdiği makaleler gibi bir yazı yazdığımı söyledim. Okuyup okuyamayacağımı sordum. Şaban hoca böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Hemen “oku” dedi. Ben de okudum. Okurken sınıfta çıt bile çıkmıyordu. İman, kardeşlik ve hüzün kokan yazımı âdeta nefessiz dinlediler. Yazıya başlarken bir teşrifat ve seremoni yapmadığımız için olsa gerek, sınıftakilerin yarısı, o yazının bana ait olduğunu bilmeden, herhangi bir yazara ait makaleymiş gibi dinlediler. Makaleyi okuyunca bana, makalenin kime ait olduğunu sordular. Ben yazdım dediğim halde sınıfın solundakiler genelde inanmadılar. İnanmadılar ama o kadar etkilenmişlerdi ki, hocadan tekrar okumamı istediler. Hoca da izin verdi. Bu sefer, benim makalem olarak dinlediler. Bu daha da etkili olmuştu. Ben merasimi sevmem, güzel sürprizleri ise severim. Burada yaptığım gibi. Bu yazıdan kendim de etkilenmiştim. Dünyada Müslümanlara zulümler hiçbir dönemde eksik olmuyordu. 1992-1995 yılları arasında Sırplar’ın Bosnalılara zulmü ayyûka çıkmıştı. O savaşta Müslümanlara yapılanlar, insan olanın tüylerini diken diken ederdi. Ben de 14.04.1994 tarihinde “Bosna’da Kâtil Kim?” diye bir yazı yazdım. Bu yazımı radyoda da istek üzerine tekrarlarla üç kez okumuştum.
Rabbim, Müslümanlara ve mazlûmlara yardım etsin. Zâlimlerin ise müstehaklarını versin. 5 Mayıs 2020 – Salı Kopyacılıktan Sakınalım! İlmi yaymak bile hikmet gerektirir. Bir hayrı işlemek ya da bir hayra yardımcı olmak; nefis, ego ve bencillik için değil, Yüce Allah'ın rızâsı için olmalıdır. Bir Müslüman bir konuda yazı yazıyor/paylaşım yapıyor, bir başkası da -kendisince haklı(!) bir psikoloji ile- yazıyı kopyalıyor ve kendisininmiş gibi yapıştırıyor. O yazıyı yazan kimse, yazdıklarını cem' edip de kitaplaştırsa, bir başkası da kalkıp: "Bu yazıyı falan yerde görmüştüm. Neden kaynak belirtmeden, başkasının yazdıklarını motamot iktibas edip de kendisine mâl ediyor?" diye düşünebiliyor! İnsanları nokta kadar meselelerde bile ikaz etmek şart! Hele şu dönemde. Günümüzde emek vermeden, emeğe saygı duymadan ve vefâlı olmadan kısa yoldan en nazik tabiriyle “kopyacılık” maalesef ki çok yaygındır. Bu kopyacılığa hayatımın hiçbir döneminde prim vermedim. Bir anımı anlatayım ki, ibretlere vesile olsun, inşâAllah... İHL döneminde iken, her dersten tez denilebilecek mâhiyette dönem ödevleri olurdu ve talebe eğer 9-10 alabilirse, dersin notuna direkt +1 not eklenirdi. Şahsen benim dönem ödevleri de hangi ders olursa olsun, genellikle 8-9-10 olurdu. Bunu fark eden bir sınıf arkadaşım, Fıkıh dersi dönem ödevimi haberim yokken kitabımın arasından (ç)alıp gidiyor ve fotokopi çektiriyor!! Akıllara ziyan bir iş! Sadık Küçükhemek hoca da ödevleri inceliyor ve bana 9 veriyor. Hatta 9 küsur veriyor. Fakat şu an itibariyle doçent olan o arkadaşın dönem ödevini görünce; benim ona ödevimi verip de fotokopi çektirdiğimi sanıyor... Fıkıhçı hocamız hangi delile veya Fıkıh kâidesine göre böyle bir hüküm verdi acaba?! Delil olmadan ve tarafları dinlemeden gıyâbî hüküm!.. Hadîslerde ve Sünnet-i Seniyye’de, böyle bir hüküm şeklinden sakındırma vardır. Neyse devam edelim... Sonra tekrar benim kâğıdı eline alıyor ve arkasına aynen şunları yazıyor: “Dönem ödevine 9 vermişken, başka bir arkadaşına ödevini vererek, onun fotokopi/kopya çekmesine sebebiyet verdiğinden dolayı 3 notunu kırıyorum ve notunu 6’ya düşürüyorum. İsim ve imza.” Bu ifadeleri o dönemlerde kim bilir kaç kez okuyup da üzülmüştüm. Arkadaşlarım üzüldüğümü görünce: “Git, hocaya durumu anlat, senin suçun yok” dedikleri için gittim. Yoksa o kadar üzülmenin yanında, hocanın davranışına da çok alınmıştım ve bir vakâr (ağırbaşlılık ve onur) gereği gitmeyecektim. Arkadaşlarım da ısrâr edince gittim. Hocaya, o arkadaşın bu yaptığından hiç haberim olmadığını söyledim. “Notumu kırmanızı gerektirecek bir kabahatim yok" dedim ama her nedense dinlemedi ve “dönem ödevine sahip olmalıydın; hem sana da sıfır vermedim sadece üç notunu kırdım” deyip, bana insâflı davrandığını söyleyerek kestirip attı meseleyi! Peki, nasıl sahip olacaksam?! Okulun çelik kasasına mı koymam gerekiyordu?! Neticede, bir kopyacılık bir kimseye haksızlık edilmesine, diğer kimsenin de yanlış hüküm vererek haksızlık etmesine sebep olmuştu. Başkasının neden olduğu bu olumsuz anıdan ibret alan bir kişi “kopyala/yapıştır” biçimindeki kolaycılığın ve tembelliğin lehinde bir prensibi savunabilir mi dersiniz? Hem neden kopyacılık?! Çalışmak, üretmek, kazanmak, geliştirmek, destek olmak ve Allah için paylaşmak varken... Bir bütün hatta gerekirse bir paragraf bile bir yerden motamot alınınca kaynak belirtilmedir… En azından, isim belirtilmese de iktibâsa işâret edilmelidir… Fakat insan, bir şeyler okur, okuduğunu kendi dirâyetine göre yeniden formatlar, yeni şeyler katar ve kendisine hâs bir üslupla ifade eder. Yahut da araştırma yaparken bazı kaynaklardan bazı cümleleri, kâideleri vs. alır. Bu tür durumlarda kaynak belirtmeye gerek olmaz.
Bilelim ki, kaynak belirtmek, ilme ve hikmete vefânın bir gereğidir. Ve bir hassâsiyettir… Bu hassâsiyeti gözetmek, insanın egolarını tatmin edip nefsini pohpohlamasına da mânidir! Bu nasihat asıl olarak kopyacılığı, taklitçiği ve tembelliği benimsemiş kimselerin hayrınadır!.. Din nasihattir… 6 Mayıs 2020 – Çarşamba Biraz önce en fazla yarım saat hafif şekilde uyudum. Çok kısa ve net -uyanık gibi- bir rüya gördüm. Virüs sebebiyle birkaç aydır görüşemediğim çok sevdiğim Müslümanlardan olan ve adaşım da olan bir kardeşim, rüyamda güzel tebessümüyle beni ziyârete gelmişti... O esnada dışarıdan gelen bir sesle uyandım. Uyanınca da çok şaşırdım. Kendi kendime, "o kadar derin uyumamıştım, nasıl rüya gördüm?" diye içimden geçirdim ve: "Rabbim, hayra çevirsin" dedim. Çok geçmeden kapı zili çaldı. Bir de ne göreyim, az önce rüyamda gördüğüm o kardeşim kapıda... Kendisine de, "biraz önce seni rüyamda gördüm" diye söyledim. Elhamdülillâh. MâşâAllah bârekAllah.
Yâ Rabbi, Müslümanları seviyoruz. Ama samimi Müslümanları ne kadar çok sevdiğimi Sen biliyorsun. Birbirini sadece Senin rızân için seven mü'minlere rahmet, mağfiret, kerem ve lütfunun ne kadar büyük olduğunu bize bildirdin. O kardeşlerimize dünya ve âhirette hayır nâmına her neye muhtaç iseler, in'âm ve ikrâm etmeni şu mübârek Ramazan'da Sen'den diliyorum. 16 Mayıs 2020 – Cumartesi Ekmek Almak İçin Fırında Kuyruk! Biraz önce ekmek almak için fırına gittim. Sosyal mesâfenin gözetilmesi sebebiyle fırının önünde yol boyunca kuyruk vardı. En sona geçtim. Benden sonra da bisikletiyle bir amca geldi. Sıraya bisikletiyle girdi. Bir genç, “bisikleti kenara koysanız” dedi. O da, “hayır, ben bisikletimle fırına gireceğim” diye cevap verdi. Daha sonra da söyledi; bisikletinin kilidi yokmuş. Kendisine “Konyalı hacı amca” diyemesek de, hacı amcalığa aday diyebiliriz. Ma’lûm, bu coğrafyada hacı amca olmak için birkaç kez hacca gitmek, en az 5-6 kez de umre yapmak lazım. En azından vâkıa genelde böyledir. Hacı amcalar, yağmur yağsa da şemsiyeye para vermezler, bisikletleri olsa da kilit için paralarını çarçur etmezler. Neyse buraya birazdan geleceğim. : ) Konya’da ticâret yapmadan da bunları bilemezsin yani. Devam edelim… İmanlı şekilde hacca gitmesi için dua ettiğim bu amca geldi ve birden: “Sizin işiniz gücünüz yok mu?” dedi. Haydaa! Ne alâkaysa… Buna nasıl cevap verilir? Verilir verilmesine de, laf uzar gider, geyiğe ve gevezeliğe döner iş. Sıranın en sonunda olduğum için cemâate yönelttiği soruyu, bana bakarak sormuştu. Göz teması hâlindeydik. Ben de, “niye, ne anlamda?” dedim. “Hepiniz burada sıraya dizilmişsiniz” dedi. Hacı abi doksana takılacak bir orta açtığının farkında değildi. Ben de, “anlaşılan, sizin de işiniz yok” dedim. “Heh heh heh” diye güldü ama bence uygun cevap veremeseydik son sözü o söyleyecekti. : ) Biz yine de, kilitsiz bisikleti bir yere koyamayan ve insanlara güvenemeyen bu amcanın haklı hâlini söz konusu ederek bu konudan hareketle bir süre sohbet ettik. “Ecdâd, câmiye giderken tezgâhı açıktı, dükkânı kilitlemezdi, insanlar birbirinin malına mülküne emânetçi hassâsiyetiyle göz kulak olurdu. Haram lokmadan ateşe girecekmiş gibi korkar ve sakınırdı” dedim. Hacı abi. “onlar eskidendi” diyerek günümüzü kısaca özetlemiş oldu… Haklısın ama o bisiklete kilit al bence. : )
Yeri gelmişken, hacı amca deyince hiç unutamadığım ve güldüğüm bir anımı da kısaca anlatayım. Yukarıda küçük bir ipucu da verdim aslında. Belki on sene önce ticâret yapıyoruz. Yağmurlu bir mevsimdeyiz; günler yağmurlu geçiyor. Biz de mevsime ve ihtiyaca uygun şekilde kaliteli ama çok ucuza sattığımız şemsiyeler getirdik. Hatta o şemsiyelerden eve getirdiğim iki tanesi vardı. MâşâAllah ve hamdolsun hâlâ kullanırım. Neyse anımıza dönelim. Ticâret tezgâhımın yanında Ömer isminde bir kardeş de ticâret yapıyor. Yoldan bir adam geçiyor, elindeki şemsiye dile gelse, “beni at artık, yenisini al” der herhalde. Ömer’e: “Ömer, şu hacı amcanın elindeki şemsiye paramparça olmuş, hatta telleri ters dönmüş, şemsiyesi olmasına rağmen hacı amca ıslanıyor. Peşinden koş, ona bir şemsiye sat” dedim. Ömer önce “almaz hocam… Hacı amca o!” dedi. Ben de, “o da almayacaksa, biz kime satacağız?” dedim. Ömer, hacı amcanın peşinden koşup, şemsiye satmaya çalıştı. Hacı amca da, para vermemek için, “gerek yok, bu şemsiye bana daha bayağı gider” dedi. İnanın, o şemsiyenin hiçbir gideri yoktu. HasbunAllah. Şemsiyenin fotoğrafını çekseydik, belki de sosyal medyada bin laykı garantiydi. : ) 9 Haziran 2020 – Salı Kitabımın Basılması: “Putperest Çağlarda Müslüman Olmak” adlı kitabımın, genişletilmiş ve gözden geçirilmiş ikinci baskısının basımı için 3 Haziran’da akşamüzeri bir yayıneviyle görüştük. İlk baskısı büyük boy, karton kapak ve 560 sayfa idi. Yeni konular ekleyerek genişlettiğimiz ve gözden geçirerek, tashîhler, tahrîcler, düzeltmeler ve delillendirmeler yaptığımız bu ikinci baskı ise -inşâAllah- büyük boy, 1072 sayfa, şamua (ivory/ayvori, fildişi rengi) kâğıt, ciltli kapak ve tek cilt olarak çıkacaktır. Aslında kitabımızı iki cilt olarak çıkarmayı düşündük ama kitabın taşınması ve okunması gibi yönlerden câzip olmasını istediğimiz için tek ciltte karar kıldık. Ayrıca ithal kâğıt (standart kitap kâğıdı) kullandığımızda kitap çok kalın olacaktı. Bu sebeple pahalı da olsa, kaliteli ve gramajı düşük olan şamua kâğıdını tercih ettik. Kitabın sayfa adedi binin üzerinde olduğu için de karton kapak yerine, ciltli kapağı tercih ettik. Yapılan bir işi, imkân ölçüsünce en iyi şekilde yapmak kâbilinden, biz elimizden gelenin en iyisini ortaya koymaya çalıştık. Bizim bu noktadaki taleplerimizin piyasadaki mâliyet olarak karşılığı ortalama otuz beş bin gibi çok yüksek bir rakama bâliğ oluyordu. Çıkaracağımız bin adetlik kitabın bütün mâliyetini biz karşılayıp, yaklaşık yarısını alacağımız için de, her hâlükârda perakendede kitaplarımız belli bir miktar karşılığı hediye edildiğinde bile mâliyet karşılanmıyordu. Hâlen de ucu ucuna bu işi bağladık. Rabbimin yardımı ile borç vesâireyle bizden talep edilen parayı karşılamayı taahhüt ettik. Borç aldığım tarihi kaydetmem kâbilinden ifade etmem gerekirse, bugün bir abiden borç aldım. Rabbim, en kısa zamanda ödemeyi nasip etsin. Kitabımızın baskısında hizmeti ve mâneviyatı öne aldık. Eğer maddî yönü düşünmüş olsaydık, kitabımızı bir matbaaya bastırıp, kişisel yayın olarak piyasaya sürerdik. Bu şekilde, kitabın dağıtımı dar bir çerçevede kalıp, Türkiye’nin her yerine ulaşamasa da, biz elimizdeki kitapların hepsine sahip olurduk, mâliyet bedeli çıktıktan sonraki kısmı da bize kâr olarak yansırdı. Belki de bu şartlarda birçok kimsenin bazı te'vîllerle tercih edeceği bu seçenek önümüzde durduğu ve daha önce kendisine dört kez kitap bastırdığımız Türkiye çapında bir matbaayla diyalogumuz bulunduğu halde, biz kişisel yayını tercih etmedik. Çünkü kitabımızın reklam, pazarlama ve dağıtım açılarından hemen her yere ulaşmasını ve bu faydanın da bize Allah katında -dünyevî kazançlardan daha hayırlı olan- mükâfât ve hayırlar sağlamasını diledik. Rabbim, ecrimizi ziyâde etsin. Bu tecrübemizde gördük ki, kim ne derse desin, kim kendini hangi bahanelerle savunursa savunsun, kim bilmiyormuş ayaklarına yatarsa yatsın; Allah’ın dinine yardım adına kim bir çaba gösterirse, garip ve mazlûmiyetini iliklerine kadar hissetmektedir. Bu garipliğimiz Allah için olduğu için de Rabbime hamdediyor; Peygamberimizin müjdelediği gariplerden olmayı diliyorum. Neticede hamdolsun, “Putperest Çağlarda Müslüman Olmak” isimli eserimizin ikinci baskısı yakında çıkacak… Şimdiden yeni baskılarının bile heyecanı içindeyim. Allah için yaptığım hiçbir işten dolayı, -maddiyat sıkıntısı ve engeli sebebiyle- içimde umutsuzluk, ümitsizlik ve karamsarlık hiç olmadı. İnsanların duyarsızlıkları beni bu duygulara hiçbir zaman itmedi. Zira Allah’a dayanıp güvenmek ve sadece O’na tevekkül etmek mü’mine kifâyet eder. HasbunAllâh… Ayrıca herkes kendine lâyık olanı yapar. Ma’lûm olması gerektiği üzere, İslâm için hizmet, dünyevî geçimin dışında da masraf ve fedâkârlık gerektirir. Grupçuluk taassubunun olduğu bir coğrafyada kendi hâlinde, mazbût ve garip bir mü’min için ne kadar zorlukların olduğunu ancak Allah bilir ve bazı gerçekleri o hayırlara tâlip olan fî sebîlillâh yolcuları olan o gariplere gösterir. Biiznillâh, onlara katından yardım ve inâyet ile de kendilerini te’yîd ve mansûr eyler.
Rabbimden dilerim ki, kendi rızâsı doğrultusunda İslâm için çalışan ve fedâkârlık yapan mü’minlerden ebeden râzı olsun. Kitabımızın da hakkımızda sadaka-i câriye olmasını, hayırlara ve hidâyetlere vesîle olmasını diliyorum. Dualarımızın sonu; Allah’a hamdetmektir. 17 Haziran 2020 – Çarşamba Kitabımın Pdf'ini Yayınevine Teslim Ettim: Bugün akşam üzeri “Putperest Çağlarda Müslüman Olmak" adlı eserimin pdf'ini basılmak üzere yayınevine teslim ettik. Kitabımızın basımı için sözleşme imzaladık. Rabbim, hidâyetlere, hayırlara ve bereketlere vesîle kılsın. 27 Haziran 2020 – Cumartesi Kitabımız bugün baskıya verildi... 23 Temmuz 2020 – Perşembe Rabbime sonsuz hamd-ü senâlar olsun, bugün "Putperest Çağlarda Müslüman Olmak" adlı kitabımın ikinci baskısı çıktı. 30 Temmuz 2020 – Perşembe Bugün Kurban bayramı arefesi... Yayınevinin bize tahsîs ettiği 450 adet kitabımız hamdolsun bir haftada tükendi. İnternet üzerinden 26 farklı vilâyete 80 tane kargo gönderdik. 450 kitabın 250 tanesini internet üzerinden, geri kalan kısmını ise elden teslimatlarla hediye ettik. Rabbim, hayırlısıyla yeni baskılarını nasip etsin. 20 Ağustos 2020 – Perşembe Çeşme Muhabbeti: Bugün, Ağustos’un kavurucu sıcağı altında ikindi vakti tatlı su doldurmak için beş litrelik üç bidonla çeşmeye gittim. Bir de ne göreyim? Karı-koca, arabalarını çeşmenin önüne çekmişler, bidonları yığmışlar, çeşmenin ağzına da bir hortum takmışlar, su dolduruyorlar. Vardım... Selâm verdim, acaba 'doldur' diyecekler mi diye beklemeye başladım. Sonuçta onların dolduracaklarının belki onda biri su dolduracağım. Ama umurlarında bile değil! Ben de boşuna orada beklemeyeyim diye boş bidonlarla birlikte sırtımı dönüp yürüdüm. Eve geldim. Markete gittim. Belki onlara bu amelimiz bir şey ifade eder! Düşünmelerini ve empati kurmalarını sağlar. İnsan çoğu zaman karşısındakine sergilediği yanlış bir davranışın yanlışlığını onun yerinde olmadan, onun tarafına geçmeden ve başına gelmeden anlayamıyor! Şöyle bir düşünelim... Bir kimse gelip de çeşmeye bir hortum taksa, onunla bahçesini beş dakika sulasa, o esnada su doldurmaya gelen insanlardan yarım saat fırça yer, laf işitir. Ama uyanık bazı kimseler, yanlış bir davranışı kılıfına uydurarak yaptıklarında sanki o iş câiz oluyor! Yahut da bir kimse çeşmeye taktığı hortum ile 10-20 dakika boyunca arabasını yıkasa, o da fırça yer. Ama adam -su ihtiyaçları için çeşmeye gelenlere engel olup- arabasını yıkayacak kadar suyu bidonlara doldurmak sûretiyle az ötede yıkasa bir şey olmuyor öyle mi?! Arkadaş, 10-20 tane bidonla çeşmeye gelip de, 'sıra benim' diyemezsin! Önce gelmiş olman, her türlü davranışı sana mubâh kılmaz. Aslında öne geçmek hayır ehlinin amelidir. Bir kimse öne geçti de, işleri eline yüzüne bulaştırdıysa ona 'şöyle geri dur' denir! Herkesin kullandığı toplu istifâde alanlarında hak ve hukuku gözetmek, kişisel maslahatı gözetmekten evlâdır, öncedir. İnsan önce haksızlık etmemelidir. Haksızlık etmeden hakkını talep ve tahsîl etmelidir. Elbette her şeyin ma'kûl bir ölçüsü vardır. Bir kimse kendisine en az bir ay yetecek suyu bir anda doldurmaya geldiyse, iki üç günlük suyunu dolduran kimselere öncelik vermelidir. Çünkü 10-15 seferde doldurulacak bir suyu bir kerede dolduran kimsenin değil, diğer insanların öncelik hakları bulunmaktadır. Bir kimse yirmi bidon dolduracaksa, kendisinden sonra bekleyen üç bidon dolduracak kimseye, hiç doldurmadan da sıra verebilir, üç adet bidonunu doldurduktan sonra da sıra verebilir. Bu ikisi de câizdir. Ama "yirmisini de dolduruncaya kadar beni beklemek zorunda" mantığı yanlıştır! Bu bahsettiğimiz türden işlerde zaman faktörünü dikkate almak gerekir. Ma'lûm, zaman bizim en önemli dünyalık sermayemizdir. Bu bahsettiğimiz şeyleri, zaman faktörü yönünden ciddi bir olumsuzluk teşkil etmeyen işlere kıyâs etmek doğru olmaz. Şöyle ki: Diyelim ki, fırından yirmi ekmek alacağız ama ardımızdaki yani bizden sonra gelen kişi ise bir ekmek alacak. "Sen benden az alacaksın, sıra senin" demeye gerek yoktur. Çünkü burada ekmeğin verilmesi ve alınması esnasında insanı uzunca bekletecek bir süre geçmez. Bu, bakkaldan veya manavdan alışveriş yapmaya da uyarlanabilir. Bunlarda sıkıntı yoktur. Marketlerde sıkıntı olabilecek şey, hesabı kredi kartı ile ödeme esnasındaki bekletmedir. Ma'lûm, para ile ödeme yapan birkaç saniyede ödeme yapabilirken, kart ile ödeme dakikalarca sürmektedir. Bu da, bankanın insan hayatındaki olumsuz etkilerinin görüntüsü olsa gerek! Sadede gelirsek; kötü veya hoş olmayan bir davranış gördüğümüzde tefekkür bizi iki şeye götürmektedir. Birincisi, kötü davranışlardan hoşlanmamak ve çirkin davranış biçimlerine buğzetmek. İkincisi ise, o kötü davranışları yapmadığımız için Allah'a şükretmek. Belki tefekkürün bir üçüncü faydası da şu olabilir. Eğer o veya benzer bir davranış biçimi bizde de varsa, o kötü davranıştan sakınmamız gerektiğini anlamak. Çünkü akıllı ve anlayışlı insan kendisine yapıldığında rahatsız olacağı bir davranışı başkalarına yapmaz; hâlihazırda yapıyorsa da yapmayı terk eder. Satırlar olaylara endeksli değil de, geniş bir yelpazede değerlendirilerek okunursa inşâAllah ufuk açar.
Hikmetsiz insan "bu da neyin nesi?" der ama bilmez ki, Allah Azze ve Celle, bir sivrisineği veya ondan daha aşağı ya da daha üstün bir şeyi misâl verir. 24 Eylül 2020 – Perşembe Köpek, Eti Yedi! Sözlerime, Rabbime hamdederek ve şükrederek başlıyorum. Geçen Cuma (18 Eylül 2020) günü pikniğe gitmiştik. Bir kardeşimiz ikrâmları kendisinin yapması için ısrâr etti. O hususta benim tekliflerimi kabul etmedi. Bazen ikrâma icâbet de, ikrâm etmek kadar makbûldür. Biz de kabul ettik. Kardeş mâşâAllah, et, tavuk, sucuk hatta antrikot bile almış. Hatta 'köfte' de demişti, ben gerek yok diyerek ona mâni olabilmiştim. Sucuğa da gerek yok dedim ama sucuk da bulundu. Baştan söyleyeyim. Benim için hakikaten çay, kahve, et, bal, börek, çörek çok abartılı ve vazgeçilmez şekilde önemli değildir. İnsan yarım ekmekle ve Allah ne verdiyle o anda bulunan bir katıkla doyar, nefsini körler. Şahsen ben mütevâzı sofraları severim. Öyle ortamlarda mâneviyatım daha da artar, içim sevinç ve huzur dolar. Çünkü hem nefsî duygu, hırs ve tamahkârlıklar olmaz hem de tarih boyunca nice hayırlı insanlar her zaman leziz yemekler yemediler, lüks yemek peşinde koşmadılar, onların canları kanâatkâr birkaç lokma ile yetindi ve genel olarak da bu hâli sevdiler. Özellikle insanların arasındayken güzel örnek olmak adına, yeme içme gibi hassâs bir konuda çok dikkatli olunması gerektiğine inanıyorum. Onun için insanlar yemek beğenmezlerken, yemek seçerlerken, en pahalı ve lüks yemeklerin peşinde koşarlarken, önlerine gelen yemeği eleştirirlerken, bizim, Allah’ın nimetlerine binlerce kez şükrederek o nimetlerden meşrû dairede istifâde etmemiz gerekir. Gözümüzü değil, midemizi kanâatle iç içe doyurmayı amaçlamamız gerekir. Midemizi doldurmaya kalkarsak, mide doldurmanın sonu gelmez. Gün gelir, “midemize acaba neler doldursak?” diye -Allah korusun- nefsimizi azdırır ve onun elinde oyuncak oluveririz! Aslında bunu yapan şeytandır ama biz yediğimize bakarak, “nasılsa yediklerim benim mideme gidiyor” diyerek, kendimizi kârda görürüz! Düşünemeyiz ki, midemize dolan şeyler bizim kârımız olduğu için mi şeytan bize o ameli süslü göstermektedir?! Onun için yeterli olana kânî olmalıyız. Birkaç lokmayla nefsimizi kandırmalıyız. Midemize her çeşit yemek sokmanın derdine düşmek yerine, açları ve yoksulları düşünmeliyiz! Bu duygu, düşünce, i’tikâd ve amel çerçevesinde, elbette Allah’ın nimetlerinden istifâde edeceğiz ama bu hadsizce olmamalı! Nefisler azdırılmamalı! Her amelimizde olması gerektiği gibi, yeme içme alışkanlığında da takvâ ve zühd hedeflenmelidir. İnsanın karakteri, aç olduğunda ve yemek yerkenki davranışlarıyla ortaya çıkmaktadır. Günde 2-3 öğün yemek yiyen kimse aslında bu vakitlerde ameliyle güzel bir örneklik ortaya koyabilir/koymalıdır. Bu kanâatkâr ve zâhidâne tutum zamanla insanın vasfı ve ayrılmaz bir parçası olacaktır. Yani zühd ve takvâya uygun davranmak kendisine hiç güç gelmeyecektir. Bilakis nefsine ve hevâsına uymak onun için mânevî bir azap olacaktır. Konu yemek olduğu için, benim gibi düşünenler belki fazla değildir ama ben piknik ve ziyâretleşmelerde çeşit çeşit yiyecekler yemeyi değil; muhabbet, dostluk, kardeşlik, fedâkârlık ve samimiyetin ön planda olmasını seviyorum. Bunlar olsun, varsın, yiyecekler eksik olsun!.. “O da olsun, bu da olsun” diyenlere de kısaca, “bu söz şeytanın vesvesesi olmasın?!” diye cevap veririm. Çünkü bahsettiğimiz güzellikler yerine genelde yiyiciliğin ön plana alındığı bir ortamda o söz yerinde olma isâbetliliğini kaybediyor. Her zaman olmasa da, ara sıra bir piknikte menemen, pilav, salata neyimize yetmiyor?! Ya da benzeri mütevâzı bir yemek?! Yanlış anlaşılmasın, şunu söylemiyorum. Et, tavuk, balık, köfte yenilmesin! Böyle demiyorum kesinlikle! Ne diyorum? Takvâ, kanâat, zühd ve güzel örneklik haysiyetleriyle ölçülü olmalı diyorum. Tabii ki bu benim fikrim, İslâm’dan aldığım fıkhım, kendi amelim! Dileyen dilediği gibi amel eder! Fakat her şey bulunmak zorunda oluncaya kadar, bir veya birkaç şey neden yetmiyor da, birçok şey isteniyor, aranıyor, bekleniyor? Ve bu istek beklentilere göre hareket ediliyor?! Böyle olunca da, insan nefsi azıp da, sofradaki envai çeşit yiyecekleri eleştirmiyor mu? Emin olun, eleştiriyor! Et pişmemiş, çok pişmiş, sert olmuş, az olmuş! O olmuş, bu olmuş! Olmuş da olmuş veya olmamış da olmamış! Bu şükürsüzlükler, açgözlülükler ve zahmetle kendine ikrâm edene -hepsinden önemlisi de Allah’a yönelik- dengesizlikler ve anlayışsızlıklar neden kaynaklanıyor dersiniz?! Bazıları da diyorlar ki, “her zaman mı yiyoruz sanki?! Hepsinden de olsun!” Ben de derim ki, “evet, fırsat ve imkân bulduğun her zaman yiyorsun!” Bu cevaba kim itiraz edebilir? İnsan biraz veya ideal anlamda nefsini dizginlemeye çalışmalı değil mi? Bunu hiç yapmayan, fırsat ve imkânları, takvâ istikâmetindeki idealden yana değil de, hevâ ve arzuları doyurmak istikâmetindeki idealden yana kullanan bir kimse, mümkün olan her zamanda öyle davranıyor hükmünde değil midir? Yiğit er meydanında belli olduğu gibi, zühd ve takvâ da bu ve benzeri ameller esnasında ortaya çıkar. Bu kadar izahattan sonra, piknik maceramızdan, tefekkür neticesinde kazandığım ibret dersine gelince; pikniğimizde kırmızı et var, beyaz et var, sucuk var, çoğumuzun adını bile bilmediği antrikot denen et bile var. Köfte benim vetomla yok. Antrikot denen şeyi de ilk kez tatmış olduk. Yazımın başından itibaren mesajımın hulâsasını verdiğim için buraları hızlı geçeceğim. Hoş, sâkin ve huzurlu bir akşam serinliğinde, dostlarla birlikte oturuyoruz. Bir kardeşimiz, “etlerin yapılmasını bana bırakın” dedi ve bize hem hizmet etmeye, hem de ikrâm etmeye başladı. İhtiyaç olan hususlarda diğer kardeşler de yardımcı oldu. Allah hepimizden râzı olsun. Bu ortam ve ambiyans içinde yanımızdaki bir kardeş -Allah onu korusun ve hayırlarla mükâfâtlandırsın- oturduğu yerden diyor ki: “Karnımız doysaydı bari!” SübhânAllah. İkrâm eden kardeş pikniğin başında hepimize altı kilo et, bir miktar tavuk, bir miktar sucuk ve bir de hayatımızda ilk kez tadacağımız antrikot etinden aldığını, bunun yanında sebze, içecekler, çay, su vesâir nimetlerle rızıkların bol olduğunu söylemişti. Allah bizi affetsin. Bu anımı paylaşmak adına bu yiyecekleri sayıyorum. Şahsen ben genelde bunları yiyen biri değilim. Haddizâtında ben et ürünlerine biraz mesâfeliyim. Az veya bazı durumlarda yerim. Her hâlükârda et yiyen ve arayan bir kimse değilim yani. Çocukluğumuzdan itibaren alışmamış olmamız da bunda etkilidir. Sözüme devam edeceğim ama “neden bu kadar çok şey?” demeden edemiyorum. Bu sözüm, kişisel veya vâkıasal değil; ilkesel bir soru! Neyse tekrar devam edelim. O arkadaşımız, “karnımız doysa bari” dediği noktada ben şok oldum. Biraz önce saydığım için, ancak bir parçasını yiyebileceğimiz o kadar çok yiyeceği tekrar saymayacağım. Bu noktanın tefekkürü, ibret için önemli. O arkadaşa, “bu kadar şey varken, doymam diye mi korkuyorsun?” dedim. O da, açlığın verdiği bir psikolojiyle olsa gerek, sözünün arkasında durdu, aynı mânâda bir şeyler söyledi. Yâ Rabbi, bizleri muhâfaza eyle. Göz açıp kapayıncaya kadar bile bizi nefsimize terk etme! Bu neyin endişesi? Sadece kırmızı et altı kilo olduğu söylendi. Biz de altı kişi idik. Diğer her şeyi yok saysak bile, kişi başına birer kilo et düşerdi. Bir kimse de, 250-300 gram et ile tıka basa doyardı! O halde doymamak da neyin nesi? Aç kalma korkusu da ne oluyor? Sonra yemek yenmeye başlandı. Bir haber aldık. Etleri pişiren arkadaş dedi ki: “Tavukları köpek yemiş. Tavuk gelecek beklentisinde olmayın.” Elhamdülillâh. Âfiyet olsun. Allah bize ibretlik bir ders veriyordu. “Ben, sizi de doyururum, sizin gibi konuşamayan, derdini anlatamayan ve rızkını sırtında taşıyamayan o zavallı köpekleri de!..” Bütün bu satırları yazmamın asıl hareket noktası, köpeğin tavuk etlerini yemesi idi. Dediğim gibi, âfiyet olsun. Bunda mutlaka, hayvanın et yemesiyle sınırlı olmayan başkaca hikmetler vardır. Ders alabilmeyi dileriz.
Rabbim, bizlere hakkıyla şükretmeyi; yemede içmede ölçülü olmayı nasip etsin. Bu satırları ibretlik bir anım olarak karaladım ve internet günlüğümde de yer alsın istedim. 2 Ekim 2020 – Cuma Tebessüm Sadakadır... : ) : Gülerek düşünmek için, yaşanmışlık üzerine binâ edilen genel bir tespit... 'Yemek' kelimesini duyduğu anda uyur vaziyette olsa bile hemen gözlerini açacak kardeşlerimiz var. Yemek bir de kalite ise, hiç uyumuyormuş gibi sohbete yön verecek gurme [damak tadı on numara] kardeşlerimiz. : ) Bugün, işim olduğu için sabah erkenden postaneye gitmiştim. İşimi halledince yakınlarda bir kardeşin iş yerine uğradım. Saat 9 civarı. O kardeş bana, "isterseniz, iyi bir kahvaltı yapalım... İsterseniz iş yerindeki bazı malzemelerle peynirli börek vs. bir şeyler yapalım. Nasıl isterseniz, siz seçin" dedi. Ben de, "bunlar çok güzel ve kaliteli şeyler ama ben sabah sabah sıcak ve lezzetli bir çorbayı tercih ederim" dedim. Benim yerimde bir başkası olsaydı, o teklifleri veya daha fazlasını da tercih edebilirdi elbet. Ama bana göre önemli olan, muhabbet, dostluk, sıcak çorba ve sıcak çay gibi sıcak bir muhabbettir. Envai çeşit yemeklere endeksli tercihlerin içinde dostluk da muhabbet de kayboluyor, gölgede veya geri planda kalıyor. Sanki el kadar midemizi doyuramayacakmışız gibi, hırsla belki bir saat yemeklerle boğuşuyoruz. Oysa Müslümanın yemesi, içmesi, ağırlanması, gitmesi, gelmesi, konuşması, cevap vermesi ve paylaşımları kolay, huzurlu ve huzur verici olmalıdır. Peki, bu anlatımlar çerçevesinde hayal ettiğim gibi oldu mu? Kesinlikle! Ben belki de hayatımda bir lokantada üst üste iki kâse çorba içmemişimdir. Ama orada o kardeşin teklif ve ısrârı ile -onun da içmek istemesinden mütevellit- ben de içtim. İlk çorbayı bitirirken midemi tıka basa doldurmamamın da avantajıyla ikinciyi de içebildim. Çok da lezzetli olduğunu ifade etmeliyim. Binâenaleyh, iş yeri sahibinin de, yemekten sonra biz muhabbet ederken, bize istetmeden ve içinden gelerek art arda 4-5 bardak çay ikrâm etmesi de hayır ve bereketin görsel bir tezâhürü oldu. Çaylar gelirken de içinden ve isteyerek ikrâm ettiğini her hâliyle belli etti. Çay-kahve bahane derler ya; gerçekten genel anlamda açgözlü kimseler için mahrûmiyet olduğu gibi, kanâatkâr kimseler için ise, hayır, bereket ve başarı vardır.
Tebessüm ile başlayan satırlar, tefekkürle birlikte hüznü de beraberinde getirdi! Öyle ya, zaten sağlıklı insanın yaşamı, tefekkür, tebessüm, ders, ibret ve hüzün ile iç içe değil midir? 20 Ekim 2020 – Salı Kardeşine Koklatmadığın Ürününün Hayrını Gör! Bağ, bahçe ve tarlanızdaki ürünlerinizden -Allah'ın verdiklerine bir şükür olarak- yakınlarınızdaki eşinizi dostunuzu, uzakta bile olsalar yetimleri, fakirleri, garipleri istifâde ettirin derim hep. Bu konuda çok hassâs olan bu fakir hiç hoşlanmadığı bir sahneye şâhit olmuştu birkaç sene önce. Bir arkadaş tarlalarından devşirdikleri tonlarca mahsullerini, kendi öz (!) kardeşleriyle paylaştıktan sonra -kaliteli olduğu gerekçesiyle- o ürünü piyasadaki ortalama ürünlerin fiyatlarından daha yüksek bir fiyata satıyordu. Pek fazla sıla-i rahim sevmese de, biz bazı dostlarla kendisini zaman zaman ziyâret ederdik. Bir ziyâretimiz esnasında, yanımızda bulunan hem fakir hem de biraz dünyalıklara karşı zaafı olan biri, hemen hiç gecikmeden o kişiden toptan fiyata ürün almayı teklif etti. Mal veya menfâat sevgisi ya da bunları önceleyip adım atmak hoş olmuyor. Hoş sonuçlar doğurmuyor. Ambarı veya deposu satacağı ürünlerle dolu olan o arkadaş bir fiyat söyledi. O fiyat piyasa şartlarına göre bayağı yüksekti. Ürünleri kaliteli olduğu için bu fiyata verebileceğini, teklifi sunan arkadaşın da, o fiyatın üzerine dilediği kadar kâr koyarak satmasını söyledi. Rabbim, insanlara el ve ağız açanlardan eylemesin. Bu kusuru olanları da ıslâh etsin. İslâm’ın izzet, kanâat ve şükrüyle zengin kılsın. Tanışıyor olduğumuz kimselerle ticâret yaparken veya alışverişe yeltenirken bir kez daha düşünmek veya gerekirse öncesinde istişâre etmek gerekir. Bunu özellikle yapmalıyız. Alışverişte biz karşıya fayda sağlayacaksak yani kendimize yontma görüntüsünde bir durum yoksa çok düşünmeye gerek yoktur. Bu durumda sağanak gibi olmasa da çisenti gibi, insanların hayırları için gönüllere iyilik dokunuşları yapabiliriz. Herkesten bir şey istenmez, herkese ticârî bile olsa teklif sunulmaz! Çünkü özellikle birbirini tanıyan kimseler arasında bazıları, bu tür münâsebetlerde kendilerinden yararlanılmak istendiğini düşünebiliyorlar! Belki başkalarını da kendileri gibi görmelerinden dolayıdır! Ve akıllarınca da buna fırsat vermiyorlar! Allah o kimselere akıl ve fikir versin! Tefekküre ve ders çıkarmaya devam edelim. O arkadaş bir şey satmak istiyorsa, neden çarşıya, pazara gidip de birçok seçenekler arasından kendisine uygun olan fiyata alacağını almıyor. Bunu anlamak mümkün değildir! Teklif sunduğu kimsenin, kendisine bir kolaylık sağlayacağını düşünüyorsa, teklif sunmasında hiçbir sakınca yoktur. Ama sanmıyorum! Bir soruyla da olsa, diğer bir yönü düşünelim. Bazı kimselerin bu veya benzer durumlarda kendilerinden menfâat elde edilmek için böyle hareket edildiğini düşünmeleri acaba doğru mudur? Neyse bizi alâkadar etmez! Herkes kalbinin ekmeğini yer. Kalbi, kanâati, karakteri ve kalitesi kadar hayırlara adım atar veya atmaz! Bu diyalog nasıl mı sonuçlandı? Ben ziyâret edenlerin bir parçası olarak, şâhit olduğum ama hiç hoşlanmadığım konuşmalara müdâhale etmek zorunda kaldım. Kendim için olsaydı, ne talep ederdim ne de o noktada bana nâhoş bir söz söylense cevap verirdim! Sadece şunu yaptım. O arkadaşa: “Fiyat yüksek olmaya yüksek. Bari 1-2 lira daha hesaplı ver de, piyasada kaliteli ürün olarak satılan diğer ürünlerin fiyatça üstüne çıkmasın kardeş. Böylece de kolay satabilsin. Sonuçta garip bir Müslüman. O da sebeplensin, sen de” dedim. Arkadaş kendisine sıla-i rahim için gelmiş kardeşlerine o âna kadar hoş olmayan bir görüntü sergilemişti. O nâhoş görüntüyü bu teklifimle telâfi etmiş midir, ne dersiniz? Maalesef! “Hayır, olmaz! Bizim ürünün fiyatı bu” dedi ve kestirip attı. SübhânAllah. Keşke insanlar kardeşlik hukûkunu çiğnerlerken ve vefâsızlık ederlerken bu kadar titiz olsalardı! Biz o anda üç misâfir idik. Yanımızda benim için değerli, samimi ve akl-ı selîm bir kardeşim de vardı. Benim o sözüme rağmen 1-2 lira bile indirim yapmamasına çok şaşırmıştı. Ben de, nâçizâne densiz veya dengesiz konuşan kimselere karşı takındığım tavrımla veya cevabımla ibret almak isteyen kimseleri şaşırtmayı severim. Tabii ki Allah için… Hiç ısrâr etmedim, ikinci bir cümle söylemedim. Çünkü ne haddimize ise, bir kardeşimizin faydasına aracılık ettik ama demek ki o kişinin yanında 1-2 liralık bile hatırımız yokmuş!.. Mahsûlümüzü devşirdik dediği anda hemen ev sahibinden -sattıkça ödemek kaydıyla- uygun fiyata talepte bulunan arkadaşa döndüm: “Fiyat standartmış, değişmiyormuş. Alacaksan, kabul et” dedim. Mesele kapandı. Hikmetler kitabımda da zikrettiğim gibi; “Dostun dosta ricası emir gibidir. Ricaları emir gibi algılamayanın dostluğu sahtedir.” (Hayatın İçinden Özlü Sözler, No: 401, S: 281) diyen biri olarak bana artık söz kalmadı! Söz tükendi! Bilen olsa da, olmasa da! Bu anım beni o kadar çok etkiledi ki, gerçekten hiç unutamadım! Onun için internet günlüğümde de yer alsın istedim. Tabii ki isim vererek kimseyi rencide etmek istemem. Onun için bu tür anılarda ve sosyalitelerde kolay kolay isim yazmam. Allah nasip eder de günlüğümü kitaplaştırırsam, kimsenin kötü bilinmesini ve kötü anılmasını arzu etmem. Zira insanların sevenleri de olur, sevmeyenleri de. Hatta dikkat ederseniz, ürünün cinsini bile zikretmedim. Hikmetli olmak, kimseye dedikodu malzemesi vermemeyi gerektirir! Rabbim bizleri hikmet ehlinden eylesin. Bu tür paylaşımlarda amaçladığımız; Şuayb aleyhisselâm’ın Âyette zikri geçen şu sözüdür: إِنْ أُرِيدُ إِلاَّ الْإِصْلاَحَ مَا اسْتَطَعْتُ “Ben, gücümün yettiği kadar ıslâhtan başkasını istemem.” (Hûd: 88) Benim yaşadığım ve yazdığım olaydan etkilenip, korkup da benzer bir durumda dostluktan, dosta rica etmekten, dosta hüsn-ü zanda, hüsn-ü kelâmda ve hüsn-ü ahlâkta bulunmaktan, bir hayra aracılık etmekten ve dostça davranmaktan asla geri durmayalım! Ama ricalarımızı da muhâtaplarımızı da dikkatli seçelim. Çünkü dostluk ve vefâ öyle büyük bir değerdir ki, birçokları -Muhâsebe ve Matematiği bildiği kadar- dostluğun anlamını bilmez!
Allah’ın dostlarına selâm olsun. 29 Ekim 2020 – Perşembe Babası Olmayanın Bir Yanı Eksiktir! Yıl: Resmî kayıtlara göre 1979… Babama bir doktor üç günlük ömrün var demişti. Bu bir tahmindi tabii ki. Babam bu sözden çok etkilenmiş ve hemen arkadaş ve akrabalarıyla helâlleşmeye koyulmuştu. Kırâathânedeki arkadaşları inanmamışlar ve: "Bırak şakayı. Sen demir gibisin. Sen bizi gömmeden ölmezsin" demişlerdi. Babam ise ciddî ve mahzûn bir edâ ile, "bu sefer şaka değil" demişti. Babamın o günlerde neler hissettiğini düşününce hep mahzûn olurum. Üç gün veya birkaç gün sonra ölüp âhirete göçeceğini düşünen kimse ne hisseder? Birinci gün, ikinci gün derken, üçüncü günün gecesi, annemin anlattığına göre babamın gerek annemle ve gerekse de uyku ve hayal âleminde ölmüş babası ve yakınlarıyla diyalogunun sahneleri detaylı şekilde o kadar ilginç ve ibretliktir ki. Bunu annemden defalarca dinledik, defalarca daha dinlesem yine bıkmam. Babam o günlerde annemle konuşuyor, annem de babama cevap veriyor. Babamla konuşmaları ve cevaplarıyla hep onu teskin ediyor ve bir yakınına geçmişte doktorların aynı şekilde üç günlük ömrün var dediklerini ama o kişinin on yıl daha yaşadığını söylüyor. Babam ise: "Hanım, öyle değil. Ben kendimi biliyorum" diyor. Nihâyet üçüncü gün... Cuma günü... Sabaha karşı anneme: "Bugün Cuma. Leğen ve su getir abdest alacağım" deyip, annemin anlattığına göre titizlikle abdest almaya çalışan babamın son ânına kadar annem, öleceği hiç aklına gelmeyen bir insanla hep diyalog modundadır. Hatta babam öldüğü halde, annem, “ölmüş ama öldüğüne inanamadım” demişti. Kuşluk vaktinde salâ veriliyordu. Kim ölmüş diye salânın sonuna kulak verdim. Hoca, babamın adını söylemişti. Babamın öldüğünü salâdan öğrenmiştim. Sekiz yaşındaki bir çocuğun o anki hissiyatı nasıl olabilir? Benim, babamın vefât ettiğinin farkında olmamama şu an şaşırırım ama annemin bile babam vefât ettiği halde bunu fark etmediğini, kapı komşumuz Ali Hoca gelip babamın yanında Kur'ân okuyup, sonra da "gözümden rahatsızım" deyip gidinceye kadar annemin hâlâ babamın öldüğünü anlamamasını düşününce kendi hâlime pek şaşıramıyorum. Çünkü evde vefâttan kaynaklanan bir mâtem havası yoktu. Sabahleyin Ali Hoca camiye gidip salâ verdirince öğrenmiştim. Sonra da Ali Hoca'nın hanımı annemin yanına gelip, durumu lisân-ı münasiple ifade etmiş, kocasının da tekfîn ve techîz işleriyle meşgul olmak için gittiğini söylemiş. Daha sonra biz de öğrendik ki, bize kol kanat geren, gözünden bile sakınan ve her dâim arkamızda olduğunu her an gösteren ve hissettiren babamız artık bundan sonra yaşamımızda olmayacaktı. Fakirlik, kimsesizlik derken yetimlik de kaderimiz olmuştu. Yetim olduğumu, on iki yaşında iken İHL'ye kayıt esnasında Aydın Selay'dan öğrenmiş olsam da, neticede yetim olarak yaşadık. Annem, -Allah ona hayırlar ve selâmetler versin- "ben hayatta olduğum sürece siz yetim değilsiniz. Ben sizin hem ananız hem de babanızım" demesiyle, biz yetim olmadığımıza inanmıştık. Tâ on iki yaşına kadar... Evet, babası ölenin sadece babası ölmüştür. Anası ölenin ise hem anası hem de babası ölmüştür derler. Ama babası ölenin de bir yanı hep eksik kalır! Babasızlık nedir siz bilir misiniz? Ben, çok iyi bilirim. Bir kimse -faraza- altı aylık ömrü kaldığını bilse/düşünse, ne hisseder, ne yapar ve nasıl hareket eder? Ya, henüz yaklaşık kırk dokuz yaşında iken üç günlük ömrü kaldığı söylenen kimsenin psikolojisi nasıl olur? Ölüme gün saymak! O doktor her kim ise, o zamanlar bu hâdiseyi duyan hemen herkes, “patavatsızlık etmiş; hastanın yüzüne bu söylenir mi?” demişlerdi. Rabbimiz, uzak-yakın, gelmiş, geçmiş ve gelecek tüm iman ehline rahmet etsin, mağfiret buyursun. Bizlerin de iman ile bu dünyadan göçüp, âkıbetimizin doğrudan cennet olmasını ve mü’min kardeşlerimizle cennette buluşup, Peygamberimize, diğer peygamberlere, sâlihlere, sıddîklara ve şehîdlere komşu olmamızı nasip eylesin. İster istemez gözyaşlarımıza mâni olamadan karaladığımız bu birkaç satırın ibretlere, ıslâhlara ve hayırlara vesîle olması duasıyla. 15 Kasım 2020 – Pazar İki Anı, İki İbret! "Market çalıştırıyorum ve maalesef sigara satmak zorunda kalıyorum; câiz mi?" diyen bir arkadaşa: "Câiz değil desem, satmayı bırakmayacaksın. Ben böyle demesem ama senin hayrına başka bir şey söylesem, ıslâhın için çözüm üretsem, yapar mısın?" dedim. "Dinliyorum" dedi. Tek kelimesinden anladım ki, yapmayacak! Yine de başlamışken devam edeyim diye düşündüm: "Madem sigara satışından bir hayır ummadan, sadece sigara içenler vesîlesiyle yani onların ayakları kesilmesin de başka ihtiyaç maddelerini satayım diyorsun -ki, bu söz bana göre boş bir sözdür-; o halde sigaradan elde ettiğin bütün kârları bir hayır ummadan ama sadece ıslâh olmayı dileyerek ihtiyaç sahiplerine ver, kuruşuna dahi dokunma" dedim. Bu çözümü bir âlimin, günahları terk edemeyen bir kimseye yönelik tavsiyesinden esinlenerek söylemiştim. Zaten kendisi de, "sigaranın kârında değilim. Zaten kârı çok az" demişti. Bu sözlere karşılık bizim teklifimiz taşı gediğine koymak olmuştu. Olmuştu ama yaptı mı dersiniz? Cevap: Maalesef! Çünkü keseye, kasaya ve cüzdana dokunan işlere insanlar genellikle girmezler. Keseye, kasaya ve cüzdana giren şeylerde de pek öğüt ve uyarı dinlemezler! Bu çözümü birçok kişiye söylemiştim. Fakat ben ilkini kastederek yazdım. Çünkü dostlarımı kırmak istemem! Başka bir hâdise de şudur... Bir hacı amca, sigara içtiğini ama durumunun iyi olduğunu söyleyerek, "sigara içmem câiz mi?" dedi. "Câiz değil dediğimde sigarayı bırakacağını bilsem, hiç durmaz söylerdim. Ama bunu söylemek senin sigara içmene engel olmayacak" dedim. Sadece şunu söylüyorum: "Günlük/aylık/yıllık ne kadar sigara parası verirsen, o paraların tamamını -kuruş eksiltmeden- hiçbir açıklama da yapmadan ihtiyaç sahiplerine ver." Tabii ki, o da yapmadı. "Benimle mi kazanıyor" diyerek!
Şeytana yârenlik ederek isrâf ve ifsâda gözü kapalı dalarken para hesabı yapmayan kimseler, infâka ve ıslâha gelince nasıl da direnip geriliyorlar! Hak ver bari ki, hak seni terk etmesin! 24 Kasım 2020 – Salı Vefâ, Taziye ve İbret: Bundan yirmi yıl önce İlâhiyat Fakültesinde İslâmî derslerin öğretim görevlileri ve kendi sahasında ana bilim dalı başkanı olan profesörlerle kendi branşlarına uygun derslerimiz ve istişârelerimiz olmuştu. Tefsîr, Hadîs, İslâm Tarihi, Arapça gibi dalların bazı öğretim görevlileriyle fakültede kendi bürolarında sohbet ve hasbıhaller etmiştik. Onlardan biri de, Yûsuf Işıcık Hoca idi. Said Şimşek Hoca ile İbn-i Atıyye’nin “el-Muharraru’l Vecîz” adlı tefsîr kitabını okuduğumuz günlerde erken gelir ve Yûsuf Hoca’nın bürosunda güncel dersimizle ilgili veya diğer bazı ilmî konular hakkında sohbet ederdik. Adaşım da olan Yûsuf Hoca bizi sever, bize oldukça mütevâzı, mütebessim ve misâfirperver davranırdı. Ben kendisinde, birçok mollada gördüğüm kibir, kendini beğenme ve insanlara yüksekten bakma gibi hasletleri hiç görmedim. Bana, kendisinin resmî ilim adamı olduğunu, benim ise sivil, fahrî ve hasbî ilim adamı olduğumu söyleme teveccühünü ve yer yer bunu tekrar etmesini unutamam. Yûsuf Hoca’nın insanlığı hakkındaki olumlu sözlerim, o dönemler ders yaptığımız diğer öğretim görevlileri için de geçerliydi. Bu hakkı teslim etmem, insâfın ve hakkâniyetin bir gereğidir. Hatta o zamana kadar -ilmî Arapça’yı ikmâl adına- medreselerle haşir neşir olduğumuz için, mollalar ile eğitim görevlisi hocalar arasında şahsiyet, tutum ve ahlâk bakımından çok uçurum olduğunu ibretle müşâhede etmiştim. Bunlar genelleme değil, yaşananların ve mevcut vâkıanın dillendirilmesidir. Yûsuf Hoca konusuna devam edelim. Adaş olmamız, o dönemlerde uzun saçı sevmemiz, Mevdûdî’ye muhabbetimiz ve Tefsîr’i ihtisâs sahası olarak tercih etmemiz gibi ortak noktalarımız da vardı. Saç konusunda şu anekdotu düşmem gerekir. Konya’da sanırım gençler arasında saç uzatma konusunda ben ilktim. Yıllarca uzun saçı tercih ettim. Bence mü’mine yakışıyor ve heybet de katıyordu. İslâm tarihini okuduğumuzda, erkeklerin genelde sakalla bütünlük arz eden uzun saçlı kimseler olduklarını, saç ve sakalın da heybetlerine heybet kattığını görürüz. Benim tercih sebebim, bu hâle gıpta idi. Ama daha sonra uzun saç bırakmaya heveslenenler ve bundan mütevellit uzun saç modelleri artmaya başlayınca, ben uzun saçı terk ettim. Çünkü benim tercihim Allah rızâsı için idi. Devam edersek, Yûsuf Hoca, Mevdûdî’yi çok sever, bunu her vesîleyle de dile getirirdi. Kendisiyle tanışırken, "Mevdûdî’yi ben de çok severim" demiştim. Böyle bir ortak yönümüz olduğunu söylemiştim; tebessüm etmişti. Bu şekilde aramızda bir sempati ve samimiyet oluşmuştu. Herhangi bir mesele, Âyet ve Hadîslerle açıklandığı zaman karşı gelmez, inatçılık yapmaz, fikrî taassuba yeltenmez ve münâkaşa etmezdi. Kendi inandığı ve düşündüğü gibi olmasa dahi, açıklamalar ilmî bir zemine oturduğu sürece, kabul ederdi. Hatta o yılların popüler konularından birisi olan parti/cilik hususunda bir sohbetimiz olmuştu. Kendisi particiliği İslâm’la uzlaştıran bir kimse olmasına rağmen, düşüncelerini ve kanâatlerini açıkladıktan sonra, bize söz vermiş ve biz de Âyetler, Hadîsler, bu ikisinden istinbâtlar ve yer yer aklî deliller istikâmetinde düşüncelerimizi açıkladığımızda, bize, kendi görüşlerinin daha çok aklî, mantıkî, kıyâs, çıkarım veya şahsî tercihler konumunda olduğunu ama bizim yaklaşımlarımızın daha ilmî, daha delilli ve daha sağlam olduğunu ifade ederek, objektif ve insâflı bir tavır ortaya koymuştu. Fakat sonraki yıllarda da o düşüncesinden dönmedi. Her insanla olabileceği gibi, bazı konularda farklı düşünsek de, farklı inansak da, farklı yaklaşım ve menheclerimiz olsa da, insan olarak gerçekten efendi, saygılı, mütevâzı ve mert bir kimse idi. Birçok kimsenin aksine, kasılmadan ve rahatsız olmadan kendisiyle konuşulabilirdi, sohbet edilebilirdi. Nitekim onun sohbetleri, muhabbetleri ve karşılıklı istişârelerimiz esnasında elbette istifâdeleşmeler de olmuştur. Hatta evine ziyârete bile gitmiş, ev ortamının sıcaklığında muhabbet etmiştik. Hayat ne kadar hızlı geçiyor. Bir varmış, bir yokmuş misâli. İbret alabilene ne mutlu! Müslüman şu dünyada yaşarken, karşılaştığı, görüştüğü kimselere karşı, -ne olursa olsun, kim olursa olsun- vefâlı olmalıdır. Çayını, kahvesini içtiğimiz, kendisinden güler yüz ve samimiyet gördüğümüz insanlara karşı, meşrû dairede iyilik üzere olmaktan, iyilik yapmaktan ve iyi söz söylemekten gayrı yapabileceğimiz bir şey olmasa, elimizden bir şey gelmese bile, en azından bunu yapabiliriz, vefâlı insan olabiliriz. Bu mümkündür. Sosyal medyadan bugün işittiğime göre, önce kalp rahatsızlığından dolayı bir operasyon geçiren ve nekâhet döneminde de koronaya yakalanarak, -ölümün bir sebebi olarak- vücudu bu iki yâreye dayanamayıp vefât eden Yûsuf Hoca’nın vefâtı dolayısıyla gerçekten mahzûn ve müteessirim ve “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek, istircâ’da bulunuyorum. Yûsuf Hoca’nın on gün önce sosyal medyadaki kendi ifadesiyle ameliyatın ardından korona imtihânıyla “çifte kavrulmuş gönlü” bu acılara dayanamadı. Zaman zaman bazı yazı ve makalelerimi paylaşan Yûsuf Hoca artık yok! Bir gün bizim de olmayacağımız gibi! Allah’tan dileriz; -dünyanın debdebesine, nefse ve şeytana aldanmadan- bu dünyadan âhirete imanlı göç edelim! Ey insanlar! İbret alın, ibret alalım. Eşimizi dostumuzu ihmâl etmeyelim. Ziyâretlerimizi tehir etmeyelim, ölmeyecekmiş gibi yaşamayalım, kalp kırmayalım, gönül yıkmayalım. İnsanların hayrı ve iyiliği için çabalayıp, yakınlarımızın hidâyetlerini ve cennet kazanmalarını dert edinelim. Derdimiz İslâm olsun. Hayra ve hakka lâyık olanlar biiznillâh o güzelliklere ulaşacaklardır ve biz de bundan müstefîd olacağız. Çalışanlar, -nefis ve kibir yapmadan- Allah’ın rızâsı için çalışsınlar, cennet için yarışsınlar. İnanın, buna değer! Hem de ne değer! Bu vesîleyle Yûsuf Hoca’nın aile, akraba, arkadaş, eş dost ve öğrencilerine taziyelerimi sunuyorum. Sabır ve metânetle birlikte, âfiyetler, selâmetler ve hidâyetler diliyorum. İnsan için, hayatın en esaslı gerçeklerinden biri olan ve kendisinden kaçış da mümkün olmayan ölüm çok etkili bir vâiz ve tesirli bir nasihatçidir. Özellikle yakınlarımızın vefâtları sebebiyle insanın kalbi rakîkleşir, gönlü müteessir olur, daha çok hüzünlenir ve daha çok ibret alır. Üzülsek de, ağlasak da biz, haktan başkasını söylemeyiz. Genel olarak insanların iç hallerini Allah’a havâle etmekle beraber, kimseyi Allah’a karşı temize çıkarmayız ancak gördüklerimize şâhitlik ederiz ve Allah’a iman ve teslimiyetten gayrına da asla râzı olmayız. Ama ölümler karşısında sorumlulukların ihlâli, ihmâli, kişilerin nefislerinden kaynaklanan taksîrâtları sebebiyle gönül kaçınılmaz olarak hüzünleniyor. Rabbimiz hepimize hüsn-ü hâtime nasip etsin ve özelde veya genelde, vefât etmiş olan tüm mü’min kardeşlerimize rahmetiyle, mağfiretiyle, lütuf, kerem ve inâyetiyle muâmele buyursun. Kabirlerini genişletip pür-nûr etsin; korktuklarından emîn, umduklarına nâil eylesin. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn… 30 Kasım 2020 – Pazartesi Kalp Kalbe Karşıdır: Aklında sıla-i rahim, kalbinde dost sevgisi ve vefâ varsa, bahaneler senin dilinde ve kalbinde park edemez! Allah gönlüne göre verir ve yol açar. Bahanecilik yaparsan, bahanelerinle mutlu-mes'ûd (!) yaşarsın! Bu cümleleri bugün yaşadığım tatlı bir hâdise sebebiyle temhîd olarak zikrettim. Bugün çarşıda işlerim vardı. Çarşıya vardığımda bir kardeşimi ziyâret etmek üzere yürümeye başladım. Tarihî bir câminin yanında iken gönlümden samimi olduğu için sevdiğim bir kardeşimizi görebilmeyi de diledim. Bir sıla-i rahme giderken, ikincisini, bir dostu severken, başka dostun sevgisini -nûr üzerine nûr kâbilinden- temennî ettim. Bir kaç metre sonra ziyâret edeceğim yere vardım. Ziyâretine gittiğim kardeşimle çok sıcak ve samimi bir atmosferde muhabbet ederken, birden kapı açıldı. Bir de ne göreyim, birkaç dakika önce kendisini görmeyi dilediğim kardeşim! SübhânAllah, elhamdülillâh, mâşâAllah. Bilin ki, bir yaprak bile Allah'ın izni dışında kımıldamaz ve yere düşmez. Kalplerin özünü bilen Allah -bâtınen ve zâhiren- her hâlimizden haberdardır. O halde kardeşini sev, onu terk etme, yardımsız bırakma, ara, sor, ziyâret et! Allah için git, Allah için düşün, Allah için yap. Bil ki, gidemezsen o sana gelecek! Onu özlediğini bilen Allah sana ve ona rahmet edip, onun senin bulunduğun yere gelmesini sağlayacak. Kalp kalbe karşıdır. Kalp ihlâs ile severse, seven kalpler birlikte çarpar. Ama sevgi, edebiyatla, şiirle, mâniyle ve süslü sözlerle elde edilmez. Sevginin ehli olmak, onu hak etmek lazımdır!
El-Vedûd olan Allah bizleri sevsin, sevdirsin, sevindirsin, kendi rızâsına muvâfık sevgimizle imanımızı, yakînimizi ve vefâmızı artırsın. 9 Aralık 2020 – Çarşamba Masum Bir Çocuğun Gördüğü… Küçükken zengin ailelerin çocuklarına bakardım. Biz yetimlerden ve gariplerden hiç farkları yoktu. Onlar da bizim gibi âciz ve muhtaçtılar. Fakat ilginç bir detay olarak, rahata ve tokluğa alıştıkları için, ayakları tökezlese çığlık atarlar, arkadaşlarını suçlarlar, annelerine-babalarına şikâyet ederlerdi. Acıktıklarında ise tek acıkan kendileriymiş gibi bir tavır ortaya koyarlardı. Hatta bizim bin şükürle yiyeceğimiz bazı yiyecekleri beğenmezlerdi. Biz oyun esnasındayken, anneleri veya ablaları kendilerine yufkaya dürdükleri bir şeyler veya börek tarzı şeyler getirdiklerinde bile burun kıvıranlara şâhit olurdum. Unutmadan söyleyeyim, bana göre zengin, Şer’an zengin olandır. Yani nisâb miktarı mal veya paranın dışında hâcet-i asliyyesini karşılayabilendir. Yoksa sorsan, halk ağzıyla çoğu kimse kendini zengin saymaz! İbret alınsın diye… 14 Aralık 2020 – Pazartesi Pratikte Dünyevî Makam ve İtibarlara İlimden Çok Değer Veriliyor! 12-22 yaşları arasında Kung-Fu ve Taekwon-Do sporları yaptım. Allah vergisi bir yeteneğe sahip olmam nedeniyle daha spora başladığım ilk günden itibaren asistanlığa da başladım. Spor hayatım yıllarca asistan-sporcu olarak devam etti. Cemal Ünal (Free Fighting Kung-Fu), Erhan Çakırer (Taekwon-Do) ve Ahmet Kaya (Shaolin Kung-Fu) olmak üzere üç ayrı hocadan ders aldım. Asıl uzun soluklu hocalarım Cemal Ünal ve Ahmet Kaya’dır. Bu iki hocanın benim üzerimde sportif anlamda emeği büyüktür. Rabbim kendilerine hidâyet ve âfiyetler versin. Bu hocaların yanında asistanlık yaparak antrenörlüğe de adapte oldum. Cemal hocamın işleri nedeniyle spor salonunu Ahmet hocaya devretmesiyle birlikte minikler ve gençlerin antrenörlüğü bana devredildi. Yetişkinlerde de hocamın asistanı olarak çalıştım. O dönemlerde insanlar beni izlemek için spor salonuna gelirlerdi. Cemal hocam, bacaklarımı sıfır açtığım, döner tekme de dâhil olmak üzere bütün tekmeleri sağlı-sollu rahatça attığım için bana “takma bacak” derdi. Lise birinci sınıfta antrenörlüğe başlamıştım. İlk antrenmanda asistanlık, birkaç sene sonra antrenörlük… İnsanların gıptası ve alâkası çok büyüktü. Ama beni yakından bilen insâf ehli tanır ve çoğu da itiraf etmiştir. Asla kibre kapılmadım. En büyük meziyetin efendilik ve güzel ahlâk olduğuna inandım. Kavgayı ve kavgacıları sevmedim. On yıl boyunca hiçbir müsabakada yenilmedim. Hatta antrenmanlarda gruplar hâlinde, süreli müsabakalar yapıp, hocanın işâretiyle sıralar kayarak eşlerin değiştiği müsabakalarda benim karşımdaki grupta olanların -daha sonra benimle müsabaka etmemek için- benim bulunduğum sıraya girdiklerini bilirim. Beni izleyen gençler teknik olarak Bruce-Lee ve Jackie Chan ile kıyâslarlardı. Hatta antrenman programı yaptığım bir defterimi okuldayken Kur’ân hocamız Hüseyin Kaya görmüştü de, benim orada yazdığım “amacım, Bruce Lee gibi olmaktır” yazısına ince ve nezâketli bir ifadeyle “bizim amacımız Peygamberimizi örnek almaktır” diyerek cevap vermişti. “Spor ve teknik anlamda” dedimse de, o bu sözünü tekrar etti ve farklı bir şey söylemedi. Sonra o söylemi hemen terk ettim. Gerçekten de o dönemler kendi klasman ve kilomda sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da bile en üst seviyelerde bir tekniğe sahiptim. Bunu, beni bilen bütün hocalar itiraf ederlerdi. O yıllarda bu spora nasıl ağırlık verdiğimi beni yakından tanıyanlar görmüşlerdir. Yatarken, kalkarken, yemek yerken, yolda yürürken, okulda, teneffüste, beden derslerinde, bir arkadaşımla birlikteyken, açık havada, kapalı havada, yazın, kışın ve her nerede olursa olsun, el veya ayak teknikleriyle meşgul olurdum. Arkadaşlarım da zaman zaman bundan nasiplarini alırlardı. : ) Kung-Fu’ya çok büyük bir sevgim ve de başka branşlara geçmeyecek kadar da vefâm vardı. Hatta Kung-Fu’da geçmişte birlikte asistanlık yaptığımız Hilmi Türktaş sonraki yıllarda kendi branşım olan Shaolin Danlang branşından Muay Thai’a geçmemi teklif ettiği halde kabul etmemiştim. O arkadaş o dönemler Türkiye’de kurulan Muay Thai birliğinin ikinci başkanı konumundaydı. Bu arkadaşla o yıllarda spor anlamında güzel bir geçmişimiz bulunmaktadır. Hatta okuldan, spora benim yanımda başlayan bir arkadaşımı da yanına asistan olarak almıştı. Sonra o arkadaş sanırım Avrupa şampiyonluğu gibi şeyler kazanmıştı. Hilmi hoca, yaşım küçük olduğu için bana “abim” diye hitap eder ve “bırak Kung-Fu’yu, Taekwon-Do’ya geç. Taekwon-Do’nun federasyonu var. Gir şampiyonalara, seni kolay kolay kimse yenemez, altın madalyalar, arabalar, yatlar kazanırsın” derdi. Evet, bu konuda lafı açıldıkça bana bu telkinlerde bulunurdu. Fakat ben vefâya öyle bir önem veririm ki, vefâ göstereceğim kimsenin insan olmasını bir kenara koyun, spor bile olsa vefâdan ödün vermem. Hatta yıllarca bana hizmet etmiş bir eşyaya veya yıllarca kullandığım saatime veya telefonuma bile daha pahalı ve son model şeyleri tercih etmem. Buradan bereket doğduğuna inanırım. Neyse, Kung-Fu orijinli biri olarak Taekwon-do’ya geçme tekliflerini kabul etmedim. Çünkü benim için önemli olan ideallerdir, dünya veya dünyalık değildir. Rızık ise Allah’a aittir. Rızık insanı tıpkı gölgesi gibi, eceli gibi takip eder. Devam edersek, bana bir nevi ağabeylik yapan ve çok değer veren Ahmet hoca “Sport Akademy Lee” spor kompleksini Hilmi Türktaş’a devredip kendisi Alanya’ya gidip orada spor salonu açınca benim de hocayla birlikteliğim son buldu. Hatta bir iki yıl sonra karşılaştığımızda salonu bana devretmediğine pişman olduğunu itiraf etmişti. Alacak gücüm olmadığını söylediğimde, “paranın ne önemi var, aldığım para nerede sanki?” demişti. Devretmemesi veya bunu düşünememesi bile aslında Allah’ın bir lütfu idi. Çünkü spor salonu bana geçerse, sporla bağlarımı koparmam ileriki yıllarda zor olabilirdi. Bu da Allah’ın bir yardımıdır diye düşünüyorum. Nitekim üniversiteye başladığım yıl içinde Allah'a öyle samimi dualar ettim ki, sabah-akşam o dualarımda “Yâ Rabbi, bu Kung-Fu sevgisini kalbimden at” diye yalvardım. Herkesin can attığı şeyden ben kaçıyordum. O samimi dualarım kabul edilmişti. Bir sene sonra, Kung-Fu’ya yönelik kalbimde hiç sevgi kalmamıştı. İnsanlar benden hâlâ özel ders vesâir şeyler beklerlerken, karşılarındaki kimsenin aynı kişi olsa da, kalbinin çok farklı olduğunun ve o kalpte artık Kung-Fu sevgisi bulunmadığının farkında bile değillerdi. Yeri gelmişken, bu birkaç satıra da yer vermek istedim. Evet, bana bir abi şefkatiyle ve sevgisiyle yaklaşan, bürosunun bir anahtarını da bana veren, bürosunu bana kendi bürom gibi açacak kadar güvenen, o yokken onun koltuğunda oturduğum bir esnada girdiğinde ben kalkmaya teşebbüs ederken, "otur otur" deyip kendisi normal bir koltuğa oturan, kantinde yeme-içme noktasında bana tam bir serbestlik ve haklar tanıyan ve bana sevgisini herkesin yanında göstererek beni onore eden hatta bir ara "gençlerden Kick Thai Box'a çok talep var, acaba Kung-Fu'yu bırakıp, sadece Kick Box'a mı ağırlık versek?" dediğinde, benim, "Kung-Fu'dan vazgeçmem" sözüm üzerine Kung-Fu'ya devam kararı alan Ahmet hocam artık yoktu. İstisnâlar bir yana, bunları Müslüman kardeşlerimizin çoğu bu devirde yapmaz! Peki, Kung-Fu’da kendisiyle itibarlandığım ve değer kazandığım kişi yok diye artık benim için bir gariplik dönemi mi başlayacaktı? Hayır, hemen o yılda Taekwon-Do milli takım sporcusu ve üniversite hocası olan Sadettin Yıldırım, spor salonlarında Kung-Fu’ya çok talep olduğunu söyleyerek, salonlarında antrenörlük yapmamı teklif etti. Ben de kabul ettim. Zaten kendi talebelerim vardı. Onlar da çok istiyorlardı. Orada antrenörlük yaparken kantini de çalıştırmamızı teklif etti. Süleyman ismindeki bir kardeşime söyledim, onunla birlikte ortak olarak kantin işini de üstlendik. Belirli bir süre sonra oradan kendi isteğimle ilişiğimi kestim. Ama talebelerim ders almak istiyorlardı, özel ders vermemi teklif edenler bile oluyordu. Hatta normal bir maaşın üç katını vereceğini söyleyen bir genci hiç unutamam. Ama tabii ki, fırsatçılığı da, fırsatçıları da sevmeyen bir karakterde biri olarak bunu kabul etmedim. Biliyor musunuz, normal maaşın üç katı demişken yıllar sonra İslâmî ders vermem noktasında da bu ifadeyle biri bana teklif yapmıştı. Allah bazen insanı aynı şeyle tekrar deniyor! Râzı olduğu bir amelin tekrar edilip hayırların artırılması için... O dönemde de medrese ilmimi ikmâlle meşgul olduğum için onu da kabul etmemiştim. Bir de maddiyat ve para devreye girince daha doğrusu öne geçip de bir işte ağız para ile açılınca o iş pek hayırlı sonuçlanmıyor. Çoğu insan maddiyat ve menfâatin kokusuna bile takip etse de, ben hesâbîliği değil, hasbîliği severim. Başarılar da hasbîlik ve hassâsiyetle elde edilir. Ânılarımı ara ara duygularımla da tezyîn ediyorum. Evet, talebelerimin ders alma isteklerine de kayıtsız kalamadım demiştim. Onun için de harekete geçtim. O an en meşhûr ve halk nazarında itibarlı spor salonu Erhan Çakırer’e aitti. Aslında Ahmet hoca gelinceye kadar öyleydi. Ahmet hoca gidince de o rakipsiz kalmıştı. İşin aslı bu. Onu ziyâret edip, salonunda antrenörlük yapmak istediğimi, talebelerimin ricalarının bu yönde olduğunu söyledim. Aslında ayağınla bir yere gitmenin dezavantaj olduğunu bilirim. Ama dik durursan zorluklar kolay olur. Neyse, hocanın bürosuna girdim. Çay söyledi. İçerken merâmımı ifade ettim. Dediği şey, hatırladığım kadarıyla aynen şöyleydi: “Bizim dört tane hoca talebemiz var. Onlar da beklemedeler. Siz buraya gelip gidip, bakarız, konuşuruz.” Anladım ki, ayağımızla gittiğimiz için yoğurdumuza ekşi muâmelesi yapılıyordu. Bu cevap şekline, vâkıanın bütünlüğü dikkate alındığında 'blöf' denir. Ben de dedim ki: “Siz beni tanıyorsunuz. Ben Ahmet Kaya’nın talebesiyim. Tekniğimi de bilirsiniz. Size sadece şu kadarını söylüyorum. Ben bu kapıdan çıkarsam, bir daha gelmem!” Bu sözüm üzerine Avrupa kırış rekortmeni Erhan hoca ne karşılık verdi dersiniz? Aynen şöyle dedi: “Yarın gel, başla…” Ardından da “sporcu aidatlarında yüzde elli, yüzde elli” dedi; kabul ettim. Ne olursa olsun, onun bu teveccühü nedeniyle satırlarda da olsa kendisine teşekkür ediyor, kendisi için hidâyet, selâmet ve âfiyet diliyorum. Ahmet hocamın önemi şuradan geliyordu. Kung-Fu, Kick Thai Box ve Taekwon-Do sporlarını Almanya’da Kore asıllık Keun Thai Lee adında muhtelif Uzakdoğu sporlarında yüksek dan’larda bulunan ve Avrupa'da ve ülkesinde çok tanınan ve sevilen bir ustadan öğrenmişti. Onun ismine izâfeten de, spor salonumuzun adı "Lee Spor Akademisi" idi. Erhan hoca bunu bildiği için kapıyı hemen açtı. Neyse, bir süre onun spor salonunda çalıştıktan sonra bana İHL müdürü Hasan Küçükçopur aracılığıyla bir mahallenin yeni yapılan bir camisinde fahrî imamlık teklif edildi. Öteden beri ilimle iç içe olduğum hatta ilimle sporu birlikte götürdüğüm halde ilme yönelik tercihler benim için hep ön planda idi. Erhan hocaya durumu anlatıp, spora zaman ayıramayacağımı söyledim ve ayrılmak istediğimi belirttim. Beni ayrılmamam hususunda ikna etmeye çalışsa da, ben karar vermiştim. Çünkü bazen bir koltukta iki karpuz taşınmaz. Bazı şeylerin sevgisi ve meşguliyeti insanın performansını etkiler. Müstakil olarak camide birkaç ay görev yaptım. Müftü toplantılara iştirâk etmemi söyledi. Oraya da gidip müftüye İslâm’ı anlattım. Bazı konularda tartıştık. Bu da hayırlı oldu. Daha sonra fahrî imamlıktan ayrılmam icap etti. Zaten "cami cemâati” olarak bilinen emekli hacı amcaların bir kısmı da öyle istiyordu. Ereğli’nin en büyük camisi Ulu Camii idi. Oradan sonra benim bulunduğum cami ikinci sıraya yükselmişti. Çoğunluğu gençlerden ve üniversite talebelerinden olmak üzere tıklım tıklım doluyordu. Sabah namazlarından sonra erkeklere, hafta sonralarında da erkeklere ve perde gerisindeki kadınlara tefsîr ve akîde dersleri yapıyordum. Bir günü nasıl daha hayırlı ihyâ edebiliriz derdinde idim. Cemâatin ve mahallelinin çoğu bunun farkında idi. Akşam yemeğine beni davet edip de “önce ben davet ettim, sen davet ettin” kavgaları bile yapanlar oluyordu. Ama her nedense, caminin yaptırma ve yaşatma derneği başkanı olan kişi beni istemiyor; kendisi gibi emekli bir imam istiyordu. Oğlu ise talebem idi. Bir yatsı vakti oğlu motoruyla camiye geldi. “Hocam, babam cami derneği üyelerinden birkaç kişiyi bizim evde topladı. Sizin, camiden uzaklaştırılmanız hususunu görüşüyorlar. Hadi motora binin, hemen gidelim” dedi. Allah, mü’mine işte böyle yardım eder. Hem de bir kimsenin öz oğluyla bile olsa! Ben de o kardeşe dedim ki: “Ben yatsı ezanını okuyayım, onlar beni camide sandıkları bir anda geleyim” dedim. Güldü, “çok akıllıca” dedi. Ezânı okudum, bir kardeşime namazı kıldırmasını söyleyip, yola çıktım. Arkadaşın evine gittim, kapıyı çaldım. Bana haber veren kardeşimiz kapıyı açtı. “Hocam, ortalık çok fena, hemen girin” diyerek karşıladı. “Benim yanımda da konuşsunlar bakalım” dedim. Yüksek seslerle konuşmaların geldiği odaya girdim, o vâveyla ve tantana bir anda kesildi. Başkan öyle bir koltuğa oturmuştu ki, herhalde Kanûnî Sultan Süleyman öyle koltuk görmemiştir. Başkan ayağa kalktı, koltuğuna buyur etti. Normalde asla kimsenin yerine oturmam ve mecliste başucunda özel yer de istemem, verilse de kabul etmem ama bu ortam farklıydı. Vakarla başkanın koltuğuna oturdum. “Buyurun, birlikte konuşalım. Sanırım benim hakkımda konuşuyorsunuz. Siz çağırmayı unutmuşsunuz ama hamdolsun bir şekilde gelebildim” dedim. Hiçbirisi konuşamadı. Muhtemelen, nasıl haber aldı diye şaşkınlık yaşıyorlardı! Hâsılı, detaylarla uzatmayalım. Dedim ki: “Sizin istememenizle ben imamlığı bırakacak değilim. İstediğiniz kadar konuşun, benim için bir şey ifade etmez ama benim yolum ilim yoludur. O yolda yürürken yollarımız kesişti o kadar” dedim. Şunu da ekledim: “Ben istenmediğim bir yerde durmam. Siz beni gönderemezsiniz, ben ayrılıyorum. Siz de belki hayatınızın ilerleyen zamanlarında bu yaptığınızı düşünüp vicdan azâbı çekersiniz” dedim. Sonra camide bu düşüncemi açıkladım. Ben ayrılmak isteyince kadınlar ve erkekler ayrı ayrı benim ayrılmamam için imza kampanyaları başlatmak istediler. Hatta başlatanlar olmuş sanırım. Bana, “her yerde herkesin sevmeyeni olur. Sizi istemeyenleri saysan, on kişi çıkmaz ama sesleri çok çıkıyor. Hanımları ve çocukları bile onlar gibi düşünmüyor” dediler. Dediler ama bu noktaya gelen bir şey için ısrâr etmenin gereği yoktu. Zira hayır yolları bir değildi. Rabbimiz lâyık olanları hayırlara muvaffak kılardı, ayağına kadar gelen kısmeti tepenler için de yapacak bir şey yoktu. Daha sonraki yıllar, üniversite yılları ve medrese eğitimi vesâir uğraş ve çalışmalar ile devam etti. Satırlarımızı hüzünlendirici şu gerçekle bağlayalım. Sporla meşgulken hiç tanımadığım insanların ilgi, sevgi, hayranlık ve teveccühüyle karşılaşırken hatta yolda-sokakta hiç tanımadığım bazı gençlerin elimi öptüklerine bile şâhit olurken, ilimle meşgul olurken maalesef ki, ilmi, faziletleri ve mü’min kardeşlerini çok sevmeleri gereken ve sevdiklerini söyleyen kimselerin ilgisizlik ve vurdumduymazlıklarına şâhit oldum. İslâm’ın ve Müslümanın garipliği bu olsa gerek! Şikâyet de keder de yok; biz dünyaya tâlip değiliz ki, dünya ehlinin vefâsızlığı bizi üzsün! Allah bize yeter. Evet, ne yazık ki, pratikte ilme dünya kadar, dünyalık kadar ve dünyevî makam ve itibarlar kadar değer verilmediğini gördüm. Hele hele bir grubun müntesibi değilsen, allâme-i cihân olsan, ağzınla kuş tutsan bile, o kuşun ya cinsini ya da cinsiyetini beğenmezler ve her hâlükârda seni sevmemeye veya eleştirmeye bir sebep bulurlar! Bu eleştiriler açıkça olmasa da! Hakikatte sevgiler çoğu zaman dildedir ve yapmacıktır! Yine de sıkıntı yok!.. Zira sevmek ve sevebilmek de bir erdemdir ve liyâkat ister. Benzer şeyleri yaşayanlar üzülmemelidirler; çünkü vefâsız sevgiyi kim ne etsin? Maalesef günümüzde i’tikâdî veya amelî câhiliyye’den etkilenen ve Müslümanlık iddiasında olanların veya gerçekten Müslüman olanların çoğunun yanında ilim; dünyevî makamlar, mallar ve itibarlar kadar bir değer ifade etmiyor! Yaşayanlar bilir. Bu noktayı tecrübe eden bütün ehl-i insâf ve akl-ı selîm’in ma’lûmudur bu üzücü tabloların olumsuz örnekleri! Tadımlık bile olsa, hayatımın bazı kesitlerinin internet günlüğümde yer almasını istedim. Rabbim rızâsından ve kendi yolundan ayırmasın. Rabbimden, hüsn-ü istikâmet, hüsn-ü âkıbet ve hüsn-ü hâtime dilerim. 31 Aralık 2020 – Perşembe Maskeli Balo Değil, Maskeli Hayat!
Kimileri Âhirete Göç Etti, Kimilerinin Ömürlerinden Bir Yıl Daha Gitti! Genel kanâatin, laboratuvar ortamında üretildiği ve küresel bir tehdit olduğu varsayılan virüs salgını nedeniyle 2020 yılı, Türkiye ve dünyada maske takılarak ve salgınla mücâdele kapsamında bir takım tedbirlere başvurularak geçti. Çeşitli kaynaklarda, dünyadaki küresel vaka sayısının 83 milyonu aştığı bildirilen virüs nedeniyle ölenlerin sayısının bir milyon sekiz yüz bini geçtiği ifade edilmektedir.
Türkiye’de ise iki milyon iki yüz binin üzerinde vaka olduğu ve yaklaşık yirmi bir bin de ölüm vakası gerçekleştiği söylenmektedir. Anlaşılan odur ki, 2021 yılında da maskeli hayat devam edecek gibi gözüküyor. Bu konudaki çelişkili olayları ve gündeme dair polemik ve değerlendirmeleri zikretsek söz uzar. Buna gerek görmüyoruz.
Psikolojik ve sosyal yönden insanların normale dönmelerini, dünya ve âhiret saâdeti bakımından hidâyet ve âfiyet bulmalarını, İslâm ve insanlığa kastedenlerin ise plan ve programlarının kendi aleyhlerine dönmesini dileriz. İnşâAllah, 2020 yılının bizim adımıza hayırlı şekilde geçtiğini söyleyebiliriz. Kısaca özetlemek gerekirse; Allah'a hamdolsun ki, 2020 yılında ilk olarak Sahîh-i Müslim'in Îmân Kitâbı'ndan -belli bir düzen içinde- seçtiğimiz bazı bâblardan oluşan program çerçevesinde İmam Nevevî'nin orijinal şerhini esas aldığımız Hadîs derslerimizi tamamladık ve 8 adet videoyu youtube'da yayınladık. "İman" bölümünün ilk ders videosunu 2 Aralık 2015'te paylaşmıştık ve en çok izlenen/dinlenen videomuz olmuştu. Bu çalışmayı, 2020 yılındaki paylaşımlarla birlikte 9 adet video olarak ikmâl ettik. Daha sonra, bir senedir yayına hazır olan iki cilt ebâdındaki "Putperest Çağlarda Müslüman olmak" adlı Akâid kitabımızın Temmuz ayında ikinci baskısını gerçekleştirdik ve yayınevinin bize ayırdığı pay da -hamdolsun- kitapları teslim aldığımız üç ayrı gün içinde tükendi.
Son olarak da, 2020 yılının son iki ayından itibaren "Putperest Çağlarda Müslüman Olmak" adlı kitabımızın teknolojik imkânlar vasıtasıyla daha geniş kitlelere ulaşması duasıyla seslendirmeye başladığımız "Sesli Kitap" çalışmamızı youtube'da yayınlamaya başladık. Mîlâdî yılbaşından önce 7 adet bölümü youtube kanalımızda paylaştık. Rabbim, tamamına erdirsin. Bütün bunların yanında, sene boyunca sosyal medyada çeşitli konularda makaleler ve yazılar yazdık. Rabbimiz, bütün çalışmalarımızı ancak kendisi için kılsın ve lütf-u keremiyle mükâfâtlandırsın. 5 Ocak 2021 – Salı Sokak Hayvanlarını Unutmayın! Çevrenize biraz daha farkında gözlerle bakın, hayvan sevmeyenleri geçtik, hayvan düşmanlarını bile göreceksiniz. Bazı insanlar hayvan sevmez ama hayvana düşman değildir. Hayvan düşmanları ise, hem hayvana eziyet ederler hem de onlara yapılan iyi davranışlardan rahatsız olurlar. Onların soğuktan korunması, yedirilmesi veya içirilmesi bu kimselerin karnını ağrıtır. Hatta bu kafa ve kalp yapıları sebebiyle insanlarla bu hususta tartışırlar ve “kedileri/köpekleri beslemeyin” bile derler! Allah insana akıl vermiş ama o aklı kullanmayıp, aklı olmayan zavallı hayvancıklarla uğraşacak zillete düşebilmektedir. Tabii bazı insanlar… Ne yazık ki, bazı insanlar sevgisizliklerini davranış ve söylemleriyle gösterip, âdeta kalplerinde rahmet olmadığını haykırırlar! Oysa bilmiyorlar ki, her canlıya, diğer bir ifadeyle kalp ve ciğer taşıyan her varlığa yapılan iyilik bir sadakadır. Bundan dolayı mü’mine sevap vardır. Hatta Allah dilerse, mü’mini bu ameli karşılığında affedebilir bile. Bu anlayış, şuur ve fazilet ancak Allah’a ve âhirete iman ile kazanılabilir. Aksi takdirde bu derece merhametsizlik ve sevgisizlikten ancak mahrûmiyet doğar. Az önce apartman kapısında “kedileri beslemeyin. Biraz önce kapıyı açtım, içeri girdi” yazısı üzerine karalandı yukarıdaki güzel satırlar. Böyle boş ama cevap verildiğinde de fayda vermeyeceği düşünülen laflara annemin güzel bir karşılığı vardır. Ben de sadece onu söylüyorum… “Tüh, napsak ki?!” Eskiden “hayvan sever” ifadesine itiraz ederdim. Sevginin tanımı ve kapsamı bellidir, hak eden herkes bundan nasibini alır diye düşünür, bu şekilde ayrıca tabir kullanılmasını, daha doğrusu ayrıştırmaları yadırgardım. “Hayvan sevmez ve hayvana eziyet eder” kimselerin olduğunu görünce bu söze itirazım kalmadı. Çünkü -çoğumuz gibi- yıllardır apartman hayatında yaşarım. Apartmanda kedilerle uğraşmayan birilerinin olmadığı bir sene hatta bir mevsim henüz görmedim. İşin ilginç yanı, bu kimseler, kendi merhametsizliklerine bakmazlar da, bizim gibi duyarlı kimselerden rahatsız olurlar. Kediye süt verdiğimiz veya ilgilendiğimiz için laflar da işittik, aralarında tartışanlar da oldu. Bu sebeple sosyal medyada uyarıcı yazılar da yazdık. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!.. Sevgisiz, merhametsiz ve duyarsız birkaç insan istedi, o halde biz de şu kediler için onlarla kötü olmayalım diye sevgi, merhamet ve duyarlılığı terk edecek değiliz! Kediler, köpekler ekmek yedikleri kapıya sâdık olup, nankörlük etmezlerken; akıl sahibi birçok insan, kendilerini yediren, içiren, yaşatan ve sayısız nimetler veren Yüce Rabbimize bile nankörlük etmektedir! Kısa bir anımla bitireyim. Belki düşünüp ibret alanlar olur. Birkaç gün önce markete gitmek için dışarı çıkmıştım. Bir kedi yanıma geldi, miyavladı. Şöyle bir sevdim ve “aç mısın?” dedim. Öyle bir miyavladı ki, içimden, “Allah nutuk verip konuştursa, ‘açım’ derdi herhalde” diye geçirdim. Eve gittim, biraz peynir alıp yanına döndüm. Peyniri buzdolabından çıkardığım için soğuktu ve kedinin yanına varıncaya kadar hohlayarak soğukluğunu gidermeye çalıştım. Beni elimde peynirle görünce hızla yanıma koştu. Peyniri bölerek atmama bile tahammül edemeden elimdeyken yemeye çalışıyordu. Ben yine de peyniri bölüp, parçalar hâlinde önüne attım. Hepsini yedi. Peyniri bölerken elime peynir parçaları yapışmıştı, onu silmek veya yıkayıp atmak isrâf olurdu. Onun için kediye parmağımı uzattım. Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamış olmalı ki, acemice -peyniri alayım derken- dişi parmağıma geldi. Ama akılsız dediğimiz hayvan dişini vahşice ve kontrolsüzce saplamadı, sadece peyniri alayım derken parmağıma isâbet edince durdu. İkinci hamlesinde ise dişini geri çekip, diliyle kalan peynir parçalarını alıp yedi.
Ertesi gün aynı saatte yine markete gitmek için çıktım. Aynı kedi, “hayvan bile ekmek yediği kapıyı bilir” sözünü haklı çıkaracak şekilde aynı yerdeydi. Beni görünce, tanıdığına seslenir gibi miyavladı ve hemen yanıma geldi. Sen biraz bekle deyip, evden peynir getirdim. Beni elimde peynirle görünce iki ayağının üstüne şaha kalktı. Anlaşılan o ki, çok açtı ve hemen yemek istiyordu. Önceki gün gibi peyniri parçalar hâlinde önüne attım. Hepsini yedi. Bir gün önceki yaşanılanları hatırlayarak, elimdeki peynir kırıntılarını yemesi için parmağımı kediye uzattım. Naptı dersiniz? Bu sefer, önceki gibi dişini parmağıma hiç vurmadan, sadece diliyle, o kalan parçacıkları yedi bitirdi. Evet, akıl yok ama kalpsiz de değil! Kediler böyle duyarlı, dikkatli ve vefâlı iken, akıllı insanların cephesinde acaba neler oluyor?! 6 Ocak 2021 – Çarşamba Geçmişten Bir Nostalji: Yıl: 1995 Ali Küçük hocanın bürosunda birkaç arkadaşın katılımıyla özel ve istişâreli Tefsîr dersi yapıyoruz. Özellikle o yıllar, benim Hadîs ilminde çok mesâî harcadığım ve ispat gerektirmese de hemen her meseleyi teberrüken bile olsa Hadîslerle delillendirdiğim yıllar… Tefsîr dersinde Âyetlerin müzâkere ve mütâlaası esnasında da böyle hareket ediyorum. Dersimizin sonuna doğru büronun kapısı çaldı ve içeriye bir adam girdi. Sonradan tanıştığımıza göre, bu kişi Saffet Bakırcı idi. Ali hoca ile yeni tanıştığımız halde Saffet hocayı henüz tanımıyorum. Benim için yabancı biri yani. Dersi bölmek istemedi. Ali hoca ise, dersin bittiğini söyleyerek onun da muhabbete dâhil olmasını istedi. Dersin sonunda aramızda konuşmaya başladık. Ben, sohbet esnasında sözlerimi genelde Hadîslerle delillendirerek ve imkânım ölçüsünce müdellel konuşmaya çalışıyordum. Zaten böyle konuşma tarzını da sever ve gıpta ederim. Fakat o kişinin toplum nezdindeki konumunu ve kim olduğunu bilmiyordum. Giyim kuşamındaki sadeliğine bakarak toplumdan herhangi biri olarak düşünüyordum. Ali hoca da ders tam bitmediği için böyle bir tanıştırma faslına girmedi. Açık sözlü olması ve prensipli söylemleri dikkatimi çekti sadece. Hatta öyle açık sözlüydü ki, Ali hocaya hitâben kaset çalışmaları ile teblîğ yapılamayacağını, bunun Sünnet’e uygun olmadığını söyledi. O yılların teknolojik imkânlarına göre, teyp ve kaset çok yaygındı. Ali hoca da derslerini kasetlere kaydettirip piyasaya sürüyordu. O kasetler de özel radyolarda yayınlanıyordu.
Küçük bir anekdot düşmek gerekirse, daha sonra bana da Ali hocanın bu çalışmasının aynısı teklif edilmişti. Hatta Ali hoca ile birlikte görüşmeye bile gitmiştim ama kasetleri kaydedip dağıtımını yapacak kimselerle yaptığım görüşmeden sonra olumsuz karar vermiştim. Saffet hoca işte bu kaset yönteminin İslâmî olmadığını söylemişti. Bu sözün karşısında ben susamazdım. Kendisine, “nasıl câiz değil?” dedim. “Peygamberin hayatında böyle bir şey var mı?” dedi ve ekledi: “Peygamberimiz kasetle mi teblîğ yaptı? Hatta kitap yazarak da teblîğ olmaz. Var mı bunların delilleri?” dedi. Bu sözlere cevap vermemek olmazdı. Kendisine öncelikle, “o dönemde kaset var mıydı ki, böyle bir yöntem var mı diye soruyorsunuz” dedim. “Bu, teknolojiyle, âlet, araç ve gereçlerle ilgili bir durum” dedim. O: “Ben bilmem. Peygamberimde görmediğimi yapmam ve yanlış bilirim” dedi. Varsa delilim, söylememi istedi. Ben de: “Evet, delilim var. Delilimi söylemeden önce şunu ifade etmek isterim ki, siz yakın bir zaman sonra bu yanlış fikrinizden dönersiniz ve dönmek zorunda kalırsınız. Çünkü böylesi fikirler temelsizdir ve terk edilmeye mahkûmdur” dedim. O ise: “Benim bir fikri benimsemem veya terk etmem; doğruysa da yanlışsa da benim tercihim olur. Önemli olan delildir” dedi. Ali hoca bizi tebessümle ve sessizce dinliyordu. O anda kendisini tanımadığım Saffet hoca delil hususunda ısrâr etti. O sohbet esnasında Saffet hocanın mücâdeleci bir tabiatta olduğunu ve bu hususta Ali hocaya benzemediğini gördüm. Ali hoca asla tartışma ve mücâdele sevmezdi. Saffet hocanın delil isteğine cevaben: “Peygamberimiz o günün şartlarında çevre ülkelerin krallarına ve liderlerine İslâm’a davet mektupları göndermiştir. O günün şartlarındaki o mektuplar, bugünün kitapları ve kasetleridir” dedim. Saffet hocanın mücâdeleci olduğunu söyledim ama şunu da eklemem gerekir. Hak bildiği şeyin müdâasında mücâdeleci idi. Fakat delil karşısında tartışmaya devam etmiyordu. Bunu ilk sohbetimizdeki cevabıma verdiği tepkide açık şekilde gördüm. Ben kendisine, Peygamberimizin davet mektuplarını hatırlatınca hiç cevap vermedi. Sadece Ali hocaya dönüp: “Beni bu gençle görüştür. Bu gençle görüşmek istiyorum” dedi. Ali hoca da, “inşâAllah” dedi. Evet, bazen yeri geldiğinde söylerim. Biz, Saffet hoca ile tartışarak tanıştık. Ama görüşmelerimiz Ali hoca gibi sık olmadı. Çünkü görüşme olarak biz Ali hoca ile daha samimi idik. Ali hoca ile yakın olunca da, aramıza girmek istemedi. Doğru tercih… Onu da beni de yakından tanıyanlar, ortak noktalarımızın çok olduğunu söylerler. Söylerler... Allah A'lem. Allah hayra çevirsin. Ali hocanın efendiliği, tevâzuu ve fedâkârlığı; Saffet hocanın ise prensipliliği ve kararlılığı temâyüz eden yönleri idi. Ali hoca vefât etti, Saffet hoca ve abisi Mehmet Bakırcı için sahîh iman ve hüsn-ü hâtime dilerim. Bitirirken sözümü bağlamak adına ifade edeyim ki, sohbetimiz sonunda da kendisine söylediğim gibi, Saffet hocanın kısa süre sonra radyolarda kasetleri dönmeye ve kitapçıların raflarında da kitapları yer almaya başladı... Sonra da Saffet hoca bölgesel televizyonlarda ve şimdilerde ise internet platformlarında... Teknolojiden kaçmak mümkün mü? Bu karalanan satırlar veya anılarımızda ismen bir kimseden bahsetmemiz, onların her konudaki görüşünü külliyyen kabul etmemiz anlamına gelmez. Sözü lâyık-ı vechi ile anlamayan câhil kimseler, söylenenleri ve duyduklarını hakikati üzere anlayamazlar. Onun için bu şerhi düşmek bazen gerekli olur. Elbette tanıdığımız kimselerin insânî, ahlâkî, İslâmî, îmânî ve kişiliksel yönlerini de biliriz ama kendisinde bir fayda olmayan söylem ve yaygaralardan, kesret-i kelâmdan, boş, gereksiz ve yersiz sözlerden sakınırız! Hikmet ehli, konuşurken veya yaparken her şeyi yerli yerine koyar, adâleti gözetir ve yeri geldiğinde ve mecrâsında her konuda ancak hakkı söyler ve Hakk Teâlâ’nın rızâsını gözetir. Akîde ve teslimiyetine akrabalık ilişkileri, insânî ve insancıl yaklaşımlar yön vermez. Biz, Hakk Teâlâ’yı ve O’nun rızâsını her şeyden çok severiz ve her şeye tercih ederiz. Rabbimiz bizleri hakkı hak bilip ona uymakla ve bâtılı da bâtıl bilip, ondan sakınmakla rızıklandırsın. Allah bizden râzı olduğu halde bu dünyadan göçüp sâlihlerin arasında haşredilmemizi nasip buyursun. 8 Ocak 2021 – Cuma Ziyâret Âdâbını Biliyor muyuz? Öyle hakikatler, hikmetler, faziletler ve edepler vardır ki, onları ne anadan ne babadan görmüş veya duymuşuzdur. Onları Allah için nasihat eden nasihatçi mü'minlerden duyarız. Bu noktada ebeveynlerin açığını ve kusurunu nasihatçiler ikmâl eder ve kapatır! Onlardan biri de şudur. Özellikle uzak veya yakın akrabalar arasındaki ziyâretleşmelerde bize yakın olan kimseyle vakit geçirip, evin büyüğünü, reisini ve erkeğini yok saymak, onunla ilgilenmemek ve onunla vakit geçirmemek! Yani âdeta seni ziyârete gelmedim; ben yakınım için geldim dercesine bir hâl ortaya koymaktır. Bu mesele eğer öğrenilmediyse, yaş ilerlese de insan yanlış üzere devam eder. Tâ ki usûlsüzce kral çıplak dercesine kendini eleştiren bir kimseye yani bir nevi sert kayaya çarpana kadar. Bugüne kadar bu meseleyi anlayamayan kimseler açıklamadan da bir şey anlamayabilirler. O nedenle ben kendimden örnek vererek misâllendirme yöntemiyle doğru ne, yanlış ne ifade etmeye çalışayım. Örneğin; ben halamı veya teyzemi ziyârete giderdim ama evin reisi olarak kocalarıyla veya erkek çocuklarıyla birlikte otururdum. Ben halamı veya teyzemi ziyârete geldim diyerek, enişteleri yok saymaz, onlarsız şekilde ziyâretimi tamamlamazdım. Ablamı ziyârete giderdim ama eniştemin yanına oturur, onunla muhabbet ederdim. Ben ablam için geldim diyerek, eniştemi yok saymaz, ablamla bir köşeye çekilip muhabbet etmezdim. Zaten ablam da yanımıza gelirdi. İnsan doğru yaparsa, o amelin devamındaki ameller de doğru olacaktır. Bu misâlde doğru olan da, benim doğrumdan sonra, ablamın yanımıza gelmesi ve böylece eniştemin dışlanmamasıdır. Nitekim hep böyle güzel ve muhabbetli olurdu ziyâretimiz. Allah, devamını öncesinden hayırlı kılsın. Hatta şu minik anımı hiç unutamam. Ablama telefon ettiğimizde gerek ben ve gerekse abim, telefonu açan eniştem bile olsa hep, "ablamla görüşebilir miyim?" dermişiz. Eniştem bu tavrımıza haklı olarak o kadar içerlemiş ve kırılmış ki, "ben neyim, ben adam değil miyim?" şeklinde duygularını ifade etmişti. Bu hâdisede o zaman on beş yaşlarında olduğumu bahane edip de kendimi savunacak değilim ama şunu söyleyebilirim. Ben bu şekilde birkaç kez davranmışımdır. Çok fazla değildi yani. Diğerleriyle tağlîben, bir sonucun ve vâkıanın öznesi olduğum da bir gerçekti. Allah affetsin. Hangi maksatla yaptıysam da, eniştem haklıydı. İnanır mısınız, o gün bu gündür, ister cep telefonundan, isterse de sabit telefondan eniştemleri arayıp da, telefona eniştem çıktığında, ablama bir şey söyleyecek bile olsam asla eniştemle uzun uzadıya muhabbet etmeden "ablamla görüşebilir miyim?" cümlesini söylemedim. Küçük yaştaki uyarı bana fazlasıyla yetti. Hâlâ telefonda neden öyle konuştum diye utanırım. Ama ev ziyâretinde eniştemi çiğneyip ablamla haşir neşir olmazdım. Telefon ile sosyal amelim birlikte anlaşıldığında mesaj ve mânâ çok açıklık kazanacaktır. Son bir örnek. Annem yıllar sonra bir adamla evlenmişti. Annem benim canımdır. Onun için hiçbir zaman hayır dualarımdan geri kalmadım. Rabbim onu sâlihalardan yazsın. İşte o annemi ziyârete gittiğimde, kocasıyla oturur, onunla muhabbet ederdim. Oysa benim kendisiyle zaman geçirmek isteyeceğim kişilerin başında ve ilk sırada annem gelir. Buna rağmen hikmet ve âdâbı gözetir, görgüsüzlük etmezdim.
Akraba, eş dost ziyâretlerinde bu dediklerimin tam aksine davrananlar! Anadan ve atadan gördüğünüze, duyduğunuza veya geleneklere değil, hikmete ve âdâba uyun! Bu tür nasihatleri bazen babanız bile yapmaz. Bir kardeşiniz veya abiniz olarak -ecrini Allah'tan bekleyerek- ben ifade ediyorum. Umarım anlatabilmişimdir! Ve inşâAllah, bilmeyenler de anlamışlardır! Vesselâm. 26 Ocak 2021 – Salı “Taaabi Canım!..” Yıllar önce karakter olarak çok farklı olduğumuz bir arkadaşla bir konuda konuşuyoruz. O arkadaş her şeye itiraz ettiği için tartışıyoruz gibi gözüküyor. Ne desem, "yok canım, öyle şey mi olur?!", "hayır ya, ne alâkası var?!" gibi sözlerle habire muhâlefet edip duruyor. Durdurmak ne mümkün?! Bu şekilde ikna olmamaya adam yemin etmiş âdeta! Fakat karakterini çözdüğüm için onu hemen durduracak bir şey buldum. Dedim ki: "Mevdûdî bu hususta böyle diyor..." Ne cevap verdi dersiniz? "Taaabi canım" dedi. : ) "Tabi" derken, "t" harfi ile "b" harfi arasında kaç tane "a" olduğunu tam tespit edemedim ama en az üç tane vardı. Belki de dört. Farkına varmasalar da, işte insanların çoğunda bu şekilde ön yargı, ön koşullanma ve taassup vardır. Bu kişiler, mâ kâle'ye yani muhâtaplarının dediğine/denilene değil; men kâle'ye yani sadece söyleyene/diyene bakarlar... Bir veya birkaç kişinin söylediğine itibar ederler... Böylece anlayış ve ufuklarını daraltırlar. Oysa hikmet, mü'minin yitik malıdır. Çin'de bile görse, bulsa, duysa; onu alır/almalıdır. Maalesef ki, taassup birçoklarının hakkı duymalarına ve ona uymalarına engel olmaktadır. Bitirirken; Rabbim Mevdûdî'ye rahmet etsin, o arkadaşa da hidâyet versin. 28 Ocak 2021 – Perşembe Hastanedeydim… Dün gece annemin yoğun bakımda olduğunu -gecikmeli de olsa- öğrenmiştim. Annem Pazartesi'den bu güne kadar yoğun bakımda yatmaktaydı. Ben de, dün geceki iki saatlik bir uyku ile bu sabah hastaneye gittim. Akşama kadar, Abdullah kardeşim ve büyük yeğenim Mehmet'le birlikte oradaydım. Tahlillerin incelenmesinden sonra doktor, annemin yoğun bakım odasından yoğun bakım servisine çıkabileceğini söyledi. Fakat hastanelerde pandemiden dolayı boş yatak bulmak çok zor. Biz hastaneden ayrılınca, birkaç saat kadar sonra gece vakitlerinde boş yatak bulunabildiği için servis odasına almışlar. Hamdolsun. Yeğenim sabaha kadar hastanede kalacak. Hastane ziyâretimizde aklımda kalan şey, oradaki görevli arkadaşın, Allah rızâsı için ve bize iyilik yapmak maksadıyla anjiyoya giren annemi gösterip, iç odaya kadar refakat etmemize müsâade etmesi ve benim de, annemin yanına vardığımda, ona sedyedeyken selâm verdiğimde; hasta bakıcısına, elbiselerini isteyip fırça atma merhalesine bir son verip, vakar ve olgunlukla selâmımı alması oldu. Onun selâmımı alması o kadar izzetliydi ki, o an konuşma ve ses kalabalıkları bir anda kesilip sadede gelmek gibiydi. MâşâAllah. Nice insanlar var, Allah korusun, selâm versen derdiyle meşguldür, duymaz veya selâm almaya rûhen ve zihnen hiç hazır değildir. O halde öyle yaşayalım ki, ameliyat sedyesinde veya tıbbî müdâhale masasında dahi, iman ve İslâm söz konusu olunca, gerisi teferruat olsun. Anjiyodan kısa sürede çıkması bizim için sevindirici ve ümit verici olmuştu. Nihâyetinde, akşam hastaneden ayrıldık. Abdullah kardeşle birlikte, gece sokağa çıkma yasağının başlama saati olan 21:00'a kadar olan iki saatlik vakti sıla-i rahimle değerlendirmek istedik. İnşâAllah, az ama gönüller bir olduktan sonra öz bir ziyâret yaptık. İçtiğim üç bardak çayla da günün yorgunluğunu attım. Rabbim, ziyâret ettiğimiz hâneyi bereketlendirsin; kendilerine dirlik ve düzenlik ihsân etsin. Anneme ve tüm hastalara da âcil şifâlar versin. 30 Ocak 2021 – Cumartesi İstemek Elde Etmenin Yarısıdır! Bir kardeşimiz, bugün bize gönderdiği bir mesajda çok istediği kitabımıza bugün ulaşmış; sevincini ve mutluluğunu belirtip, elinden düşüremediğini söyledi. Ne yalan söyleyeyim, ben de elimden ve kalbimden düşüremiyorum. Ve sürekli okuma ve daha da iyileştirme adına uğraşıyorum. Adâletinde kıl kadar sapma olmayan, lütuf ve kereminin de Celâl, azap ve intikâmının da bir hudûdu bulunmayan, Rahmân ve Rahîm olan, Celâl ve İkrâm sahibi Rabbimiz, lâyıkı ve nasibi olana lütfetmektedir. Fakat bunun için de kulun imanla ve ihlâsla, gerçekten istemesi gerekiyor. Kardeşimizin cümlesinde "...çok istediğim..." ifadesinde olduğu gibi. Sözlerin doğru fıkhı, bazı anahtar kelime ve cümleleri kavramaya bağlıdır. Burada da anahtar budur. İnsan, Hâcer annemiz gibi isteyecek, elinden geleni yapmak adına yerinden doğrulup yola koyulacak, başaramazsa bir kereden sonra vazgeçmeyecek, gerekirse yedi kez tekrar deneyecek ve elinden gelenleri yapıp Allah'a el açıp "Yâ Rabbi, ..." diyecek... Emin olun, duamız bitmeden, hatta biz duaya başlamadan bile bu süreçte Rabbimiz imdâdımıza en hayırlı karşılıklarla yetişecektir. Yani eskilerin tabiriyle, "istemesini bilmek" yani istemenin şartlarını ve sorumluluklarını samimiyet ve azimle taşımak gerekir. Cümlelerimi sonuçlandırmak gerekirse; kitabım çıktığı anda abim, ablam, eniştem, yeğenlerim ve gelinler olarak hepsinin istifâde etmeleri için kitabımdan birkaç tane yakınım olan kimselere -mu'tâd bir âdetim üzere- gönderdim. Gönderdikten sonra, ulaşıp ulaşmadığını kontrol ettim, ulaşmamıştı! Tekrar gönderdim. Tekrardan sonra ulaşmış olduğuna zann-ı gâliple ihtimâl verdim. Veya öyle temennî ettim. Tekrar ulaştı mı diye de aramadım veya arayamadım. Belki de onların ulaştı diye dönüş yapmalarını daha ma'kûl buldum. Ayrıca, ikinci kez gönderdiğimizde artık bir zahmet ulaşsın, değil mi kargocu arkadaşlar?! Dün gece telefon görüşmemde annemin yoğun bakımdaki durumuna rağmen, konunun bir yerinden açık kapı bulup, kitap konusunu sordum. Ulaşmadığını söylediler. SübhânAllah. Çok üzüldüm. Maalesef ki, bugün kargoculuk; istisnâları vardır elbet ama genelde tok satıcı mantığıyla yapılmaktadır. Müşterinin mağdur olabileceği hususlarda alternatif çözümler, kargo sahibini bilgilendirme veya durum ve şartlara göre duyarlılık ve titizlik bulunmamaktadır. İktisâd ilminde, bulunmayan bu şeyin veya olması gereken ma'kûliyetin gözetilmesine "iş ahlâkı" denmektedir. Kargonun ulaşmama nedenini araştırdım. Yeğenlerimden biri bana adresi verirken eski kapı numarası olan 11'i söylemiş, oysa yeni numaralandırmalara göre kapı numaraları 5 olmuş. Aman da ne büyük sorun! Değil mi, bahaneci kargocular! Elinizdeki adresin sonunda yer alan, gitmeniz gereken adresin telefonunu size süs için vermemiştik! Arayabilirdiniz! Bahane oldukça sorumsuzluk ve aksaklıklara müsebbib olma yolu da hep açıktır! Madem telefon etmediniz, birkaç numara ötedeki evi insan o komşudan bulamasa, ötekisinden bulur. Ama tabi ki anahtar kelime, Hâcer annemizin amelinde söylediğimiz gibi, "istemek" kelimesidir. Buraya kadar neden bir kompozisyon oluşturdum? Tefekkür etmemiz, ibret alıp, kendi hesâbımıza dersler çıkarmamız ve -varsa- eksik veya aksak yönlerimizi ıslâh etmemiz için. Bilelim ki, sonuçta, nasipte varsa, gelir Çin'den, Yemen'den; nasipte yoksa, ne gelir elden?! Ayrıca nasıl ki âlimler avâmın sırtındaki birçok yükü hafifletirse; sorumsuzlar ve bahaneciler de bilsinler ki, siz bahanecilik sığınağına sıvıştıkça sizin eksik/gedik ve nâtamam bıraktığınız işleri de sorumluk ve duyarlılık sahibi bir başkaları itmâm edecektir! Tam yapmadığınız işlerde siz suçu veya sorumluluğu birilerine attıkça akl-ı selîm insanlar sizin işinizden "iş ahlâkı" bakımından emîn olmayacaklardır! Eliyle yaptıklarından veya yapacaklarından, diliyle söylediklerinden ve söyleyeceklerinden emîn olunmamak ise insanın izzet ve şerefi adına ne büyük bir lekedir! Hem de bahaneyle silinip temizlenemeyecek kadar büyük leke!
Sözlerime veya mini makaleme son verirken, selâm eder; mü'minlere selâmet, rahmet ve bereket, inancı ne olursa olsun tüm insanlığa da hidâyet ve sahîh iman dilerim. Rabbim evvelen özelde bu satırların yazarına, sonra kitabımıza ulaşan kardeşimize, yakın akrabalarıma, dünya ve âhiret hayrı adına muhtaç oldukları her ne varsa, hepsini vermesini dilerim. Sâniyen de, bu satırları okuyup da içtenlikle "âmîn" diyen arkadaşlarım/kardeşlerim için aynı dua, dilek ve temennîlerimi Allah'a arz ederim. Kullarını ve neye muhtaç olduklarını en iyi O bilir. Rabbim! Bize âfiyet ve selâmet ver! 9 Şubat 2021 – Salı Ereğli’de… Geçen Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece ablamlardayız. Tevhîd ve îmânî konularda sohbet ediyoruz. Mâneviyat üst düzeyde. Hatta ablam sağ olsun ve Rabbim ona ebedî hayırlar versin, iki kez çay demledi ve finalde de Türk kahvesi yaptı. Daha ne olsun? Hem muhabbet, hem de çay ve kahve. Şükürler olsun… Annem hastaneden yeni çıktığı halde, yatıp istirâhat etmiyor, yanımızda sohbeti oturarak dinliyor. Anneme, "en azından uzanarak dinle" diyorum. İyi olduğunu ve bu ortamın her zaman olmayacağını söylüyor; yatmıyor ve uzanmıyor. İnsan edebi başta annesinden öğrenir. Annem bile bizim yanımızda uzanmıyorsa, ben nasıl büyüklerimin yanında ayağımı uzatırım veya onlara saygısızlık edebilirim?! Bu, bir karakter ve edep meselesidir! İnsan için her şey, aile terbiyesiyle başlıyor. Ne kadar yaşarsa yaşasın ve nerelere gelirse gelsin, insanı tanıtan ve tanımlayan şeylerin başında çocukluk dönemi ve aile terbiyesinin keyfiyeti gelmektedir. Neyse devam edersek; sohbetin bir yerinde annemin bizim üzerimizdeki emeklerinden ve bize çok şeyler öğrettiklerinden bahsettim. Bunu o kadar etkili şekilde söyledim ki, ablam anneme döndü, “anne, bana niye öğretmedin?” diye sordu. Ben de, annemden önce, “öğretmiştir” dedim. Annem de, “hepinize öğrettim” dedi. O noktada aklıma şu geldi ama hikmet açısından dile getirmedim. Bir hoca sınıftaki birçok kişiye bir şeyler öğretir ama hepsi aynı ölçüde almaz. Bazıları öne çıkar. Bunun nedeni, azim ve çalışmanın yanında, yetenek, dikkat ve odaklanmadır. Hepsinden önemlisi, annemin tabiriyle, insanın içinden gelmesidir. İnsan bir şeyi gerçekten isterse, o işi, işin başında yarı yarıya başarmıştır. Bir de çocukluk döneminden bahsettiğimizi unutmayalım. O dönemde çocukça hayaller ve yönelişler insanın hayatını doldurabilir. Böylece, ablam ve eniştemin olduğu bir mecliste eskilere gittik. O zamanlar, annemin, tarlalarda çalışmaya gittiğinden arta kalan zamanlarda “gün” adı altında sohbete gittiğini yâd ettik. Aslında kadınlar arasında “gün” denilen oturumlar bugün de var. Ama günümüzde kadınların bu tür oturumları daha çok pasta, kek ikrâmlarına, ziyâfet yarışlarına ve gösterişe evrilmiştir. Eskiden ise ikrâmlar sıla-i rahmi ve sohbeti teşvik için olurdu. Ben ilkokul öncesinde bile kalem, kitap, okuma, yazma, dinleme, tefekkür ve ibret gibi hususlara çok önem verirdim ve odaklanırdım. Yaşlı ve tecrübeli amcaları pürdikkat dinler ve onlardan istifâde etmeye çalışırdım. Hatta efendilik ve edep çerçevesinde onlara kulak vermeyi bir fazilet sayardım. Yaşıtlarım, oyun ve oynaşta bağrışıp çağrışırlarken ben büyüklerin yanında kemâl-i edep ile otururdum. Ve bundan gerçekten mânevî bir haz alırdım. Annemi de bu hâlet-i rûhiye ile dinlerdim. Annem olması hasebiyle de, “hiçbir ana ve baba çocuklarının kötülüğünü istemez” sözü kulaklarımda çınlar, ne söylerse, hayrıma olacak hak, hikmet, fazilet, ibret ve tecrübeleri havsalama kaydederdim. Benim çocukluğum işte böyle geçti. Daha sonraki yıllarda da, nasıl ki küçükken annem bana öğretti ve beni terbiye etti ise, ben de öğrendikçe anneme öğretmeye ve ona saygı ve edepte kusur etmemeye gayret ettim. Onun için de her dâim dua ettim ve edeceğim. Meclisimizdeki diyaloga dönelim. Konuşmanın bir yerinde ben bir atasözünü hatırlayamadım. Hatırlatmak için de, “bir şey bir şey yapar, o da başka bir şey yapar” dedim. “Bu söz nasıldı?” diye ekledim. O esnada bulunanları tek tek saymayayım ama o andaki hâzırûn’un yüzünde, “ne diyor bu adam?” bakışı vardı. : ) Cevap kimden geldi dersiniz? Önce mâşâAllah deyin. On gündür yattığı hastaneden birkaç saat önce taburcu olmuş annemden… MâşâAllah. Dedi ki: “El eli yıkar, el de yüzü yıkar…” Evet, tam da aradığım cevap bu idi. Dilimin gerisinde değil, tam da ucunda olmasına rağmen, kimse dilimin ucundakini çıkaramazken ve bilemezken, “ana gibi bir yâr olmaz, Kâbe gibi diyâr olmaz” sözünün doğruluğunu ispat edercesine annem yardımcı oluyordu. Rabbim ona dünyada ve âhirette muhtaç olduğu her hayrı lütfetsin. Daha sonra ben, annemin bizim üzerimizdeki muallimeliğiyle alâkalı sözlerime delil bâbından ablama, “işte tam da bunu anlatmak istiyordum… Şekilde de görüldüğü gibi, annem bize çok şeyler öğretti” dedim. Rabbim âdeta söylediğim sözde beni haklı çıkarmıştı. O’na hamdolsun. Şunu genel olarak söylemek isterim. Hayat tecrübelerime göre; insanların çoğu, karakter, kapasite, yetenek, kâbiliyet, ilgi, sevgi, dikkat ve odaklanma gibi özelliklerinin durumuna göre istifâde edebiliyorlar. Çoğu zaman ibretlik ve istifâdelik çok önemli şeyler duyulur ve görülür ama insanların çoğu hiç farkına varmaz! Bu noktada Rabbimizden basîret ve firâset dilerim. Sohbetimizin ana konusunda zikrettiğimiz gibi, Rabbimiz bizi Tevhîd ve İslâm üzere yaşatsın, müslimîn olarak canlarımızı alsın ve sâlihlere ilhâk etsin. 23 Şubat 2021 – Salı Her Şeyin Bir Haddi Vardır! Kerâmet Kavukta Değildir! Her değer kıymetlidir, her değerin yeri ayrıdır ve her değer yerinde ağırdır. Misâl olarak; Osmanlıca'da asrın teki, biriciği bile olsan, Arapça bilmiyorsan, su içer gibi okuyup anladığın Osmanlıca satırlar arasına serpiştirilmiş Arapça kelime ve deyimleri okuyamazsın! Oralara geldiğinde o sarp yokuşları geçemezsin, tökezlersin! Ancak önceden ezberlediğin ve âşinâ oldukların müstesnâ. Osmanlı devrinde doğmuş ve bir asırdan fazla yaşamış bir yakınımız vardı. El yazması Osmanlıca'da mükemmeldi. Ben başlangıçta matbû' Osmanlıca öğrendiğim için, el yazması metin okumalarında zorlanırdım. Bu yakınımızla, onu sıkmadan ve daraltmadan Osmanlıca hakkında hasbıhâl eder ve bazı metinler okurduk. Ayne'l-yakîn gördüğüm bir husus şu ki, bu kişi en zor el yazmalarını okuduğu halde, -önceden bilmediği- Arapça bir kelime, tabir ve deyime geldiğinde tökezler ve bir kelime öteye gidemezdi. Hatta onun akraba ve sevenleri onun Arapça'yı bildiğini sanırlardı. Ben, Arapça'yı bilmediğini defalarca söylediğim halde bana inanmazlardı. Bu konuyu, konuşarak, iddia ve ısrâr ederek ispat etmenin mümkün olmadığının farkındaydım. Bir gece akrabaların ziyâreti esnasında evdeyken, elimde Arapça bir metnin olduğu kâğıt bulunuyordu. "Dedem, Arapça'yı mükemmel bilir" diyen gençlerden birine, al şu kâğıdı dedene ver de, okusun" dedim. Verdi, amca, fıkraya göre, Farsça bilmeyen Nasreddîn Hoca'nın koca kavuğu ile Farsça mektuba bir tersinden, bir düzünden, bir uzaktan, bir yakından bakıp da okuyamadığı gibi, o da kâğıdı sağa sola çevirdi, okumaya kendini zorladı, ağzından, emin olmadığı bazı sesler çıkardı, sonra da, "bu yazı Osmanlıca değil; Arapça" deyip, kâğıdı geri verdi. Evet, işte böyle! Her sahanın ehli ve mütehassısı vardır. Bir kimse âlim de olsa, uzmanlık alan(lar)ı vardır, hekim de olsa! Her alanın kendi içinde bölümleri ve dalları bulunur. İslâmî ilimler de böyledir, ilm-i tabâbet de, diğer bilim ve fen sahaları da! Bunu şunun için anlattım. İlmin ve öğrenmenin kıymetini bilelim. Ama kimseyi olduğundan fazla abartmayalım. Peygamberimiz bile, kendisinin haddinden fazla övülmemesi gerektiğini; Yahûdî ve Hristiyanların, peygamberlerini aşırı överek, övgücülük hastalığıyla yoldan çıktıklarını bildirir. Aşırı övgücülükten bâtıl veya en azından yanlış doğar! Kimse, teoride de olsa, bâtıl ve yanlışı sevmez! Pratikte de sevmeyenlerden olmamız duasıyla.
Okuyan ve düşünen insanlar için birkaç satır, sesli düşünce, ibret ve ders... 26 Şubat 2021 – Cuma Neden Tartışmamalıyım? Benim babam iyi bir hatip ve etkili bir tartışmacı idi. O günün insanlarının tabiriyle, avukatları bile yanıltırdı. Birçok fıtrî özellik gibi, bu özellik de, hayırlısıyla inşâAllah, irsî olarak bana geçmiş. Özellikle yirmili yaşlarda, o yaşların da verdiği yüksek enerjinin tesiriyle; fıtrî olarak, hiç yorulmadan ve zahmet çekmeden baskın bir şekilde tartışabilirdim. Her ne kadar tartışmayı -niyet ve prensip olarak- asla nefsim için yapmasam, hak ve hayır bildiğim şeyler uğruna tartışsam da, daha doğrusu yüksek viteste yol almak misâli, biraz hızlı ve heyecanlı konuşsam da, tartışma vasfıyla ön plana çıkmak -genel çerçevede- hiç de rağbet edilecek bir haslet değildi. Zira bilmeyen, seni tartışmacı sanır! Haksız da olsa, tartışmada yenilen kimse genelde nefis yapar ve senin galip geldiğin şeyden istifâde etmez. Hikmet ve basîret üzere tartışsan dahi, insanların çoğu nefs-i emmâreleriyle hareket ederler. Seni eleştirecek hiçbir şey bulamasalar dahi, senin iman ve ihlâsından kaynaklanan heyecanını eleştirirler, -maddî bir felâket karşısında insanın sesinin yükselip feryat etmesi misâli- mânevî felâket karşısında senin sesinin yükselmesini anlayamazlar, nefsî konuştuğuna sû-i zan ederler, kibirli olduğun iftirâsında bulunurlar, söyleyecek sözleri olmadığı/kalmadığı için, "kızma, niye kızıyorsun?" gibi ucuz laflarla senin kızgın olduğun sataşmasında bulunurlar ve bunları senden sonra, senin gıyâbında da yaygara malzemesi yaparlar! Hâsılı, tartışmada yenilmek insanların çoğuna ağır gelir ve topu taca atmak veya bel altı vurup faul yapmak kâbilinden gayrimeşrûluklardan medet umarlar! Hatta sen ilkeli bir mü'min olup sadece şirk, bid'at ve fısk ehliyle ve bunları savunanlarla tartışsan; normal şartlar altında asla mü'min kardeşinle tartışmasan ve hikmeti elden bırakmasan bile durum böyledir! Nefis, hevâ ve gaflet ehli her hâlükârda seni -haksız yere- eleştirecek bir şey uydurur! Bu eleştirilerin hiçbirisi asıl mevzu ile alâkalı olmasa da, insanların zihnini bulandıracak şekilde câhillerin ağzına çiğnemeleri için sakız gibi laf vermek yeterlidir! Çünkü her lafa, ihtilâfa, anlaşmazlığa ve kargaşaya, düşünmeden balıklama atlayacak ve olur olmaz fikir beyân edecek insan potansiyeli nasıl olsa çoktur! İşte bu gibi sebeplerle gün be gün -sınırlı şekilde hayat içerisinde zaman zaman yaptığım- tartışmadan uzaklaştım. İstisnâî durumlar dışında, "ben, din kardeşimle tartışmam" sözümü prensip edindim. Şimdi merak ediyorum. 15-20 yıl öncesinde tartışma konusunda beni eleştiren birkaç hevâ ehli zevât, on yıldır şu internette bir kişiyle bile tartışmama şâhit olabildi mi? Dün de, yeri geldiğinde tartışmadan başka çare olmadığını düşündüğüm için tartışmaya icâbet ettiğimi göremeyenlerin ömrü tartışmacılıkla geçmektedir. Hatta o tür kimselerin birçoğu sahîh akîdeyi de kaybetmişlerdir! Çünkü bazı kimselerin konuşması da, cevap vermesi de, tartışması da, tartışmaya verdiği tepki de, az veya çok nefis içindir! Rabbimiz ne güzel buyurmuş! وَكَانَ الْإِنْسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلاً “...İnsan ise, cedeli/tartışması her şeyden çok olandır (insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür).” (Kehf: 54)
İnsan, tartışmacılıkla yükselmez; tartışmaya hevesli olmamakla da alçalmaz! İnsanı mükerrem hatta en mükerrem kılan şey takvâdır. Hidâyete de, takvâya da erecekleri ancak "el-Hâdî" ve "el-Kerîm" olan Allah Sübhânehu ve Teâlâ bilir. Rabbimizden, faydalı ilim, hilm, tahkîkî iman ve takvâ dileriz. Âmîn. 3 Mart 2021 – Çarşamba “Hoca Dallas’a Yetişecek!” 80’li yıllarda Türkiye’de tek televizyon kanalı olan TRT vardı. O zamanlar, 80 yılından itibaren televizyonda Pazar akşamları “Dallas” adında bir dizi yayınlanmaya başlamıştı. İhânet ve entrikalarla dolu bu dizi ile Batı’nın ahlâkî çözülmüşlüğü temiz yürekli nesillerin vicdanlarına empoze ediliyordu. Bir anlamda, ahlâk ve mâneviyat karşıtlığı adına bilinçaltlarına tohumlama ve aşılama çalışması yapılıyordu. İnsanlar aslına dönmesinler, İslâm’la tanışmasınlar; yeni nesiller, Batı’nın ve bâtılın, iman ve fazilet değerlerinin hiçe sayıldığı yaşam tarzına adapte olarak, bu kokuşmuşluk içinde erisinler, öz benliklerini unutup, geçmişlerine yabancılaşsınlar, kültür ve değerlerinden kopsunlar isteniyordu. Hem de mâneviyatın hiçe sayıldığı, özgürlük ve eşitlik yâveleriyle! O yıllarda televizyon sadece zenginlerde bulunur, sadece bazı evlerde olurdu. Halk, televizyonu olana zengin gözüyle bakardı. Çünkü herkes alamazdı. Hatta tanısın-tanımasın, dizi veya film olduğu akşamları, davetsiz, çat kapı şeklinde televizyonu olan kimselerin evine gidilirdi. Televizyonu olanlar genelde bu durumdan hoşnut olmasalar da, o devirlerin anlayışı ve toplumsal değerleri açısından bu rahatsızlığı açıkça ifade edemezlerdi. En fazla, film geç saatlere kadar sürerse, misâfirler artık kalksınlar diye, yatakları sermeye başlarlardı. Yani sözün özü, televizyon insanları o dönemlerde toplar, bir araya getirirdi. Televizyonun etki ve câzibesine bakın! Misâfir sevmediği için kapı çalınınca lambayı söndürenler bile olurdu. Hem de televizyonun sesini kapatmaya bile fırsat bulamadan. Televizyonlarını kıskanıp; gelen misâfirlere çaktırmadan yılan gibi tıslayanlar ve cadı gibi homurdananların akıllarına şu hiç gelmemiş olmalı! O da şudur: O kadar insan bir araya toplanmış… Hazır cemâat… Ev sahibi hayırlı olanı tercih etsin, televizyonu kapatsın ya da hiç açmasın ve eline Kur’ân-ı Kerîm’i alıp, bir sûreyi önce meâlinden, sonra da tefsîrinden okusun. Ya da bir Hadîs kitabını açıp, oradaki Hadîsleri sırasıyla okusun. Tabii açıklamalı olursa daha güzel olur. Zaten o kadar insanın vakti müsait… O halde iman-küfür, Tevhîd-şirk, hidâyet-dalâlet, itâat-isyân, sâlih-tâlih, ma’rûf-münker, adâlet-zulüm, iyilik-kötülük, dünya-âhiret, ölüm, kabir, haşr-u neşr, hesap, mîzân, defter-i a’mâl, mahkeme-i kübrâ, sırât, cennet-cehennem, rızâ-gazap, rahmet-azap, nimet-ateş gibi konulardan uzun uzadıya bahsedilebilir. Bu sohbete kulak veren kimse, ölümü, âhireti, kabri, hesabı, cehennemi bir kenara atıp da, Dallas mı düşünür? Hâlâ düşünen varsa, dizi bitmeden kaçırmamak için, zaten abdesti (!) sıkışacak ve müsâade alıp gidecektir. Hem de kovmadan; kalksın diye yatak sermeden, “siz eve gittiğinizde ne yapacaksınız?” deyip, “yatacağız” cevabını alınca da, “siz gidince, biz de yatacağız” gibi ucuz, soğuk ve imalı esprilere gereksinim duymadan! Hem misâfir kovmak da neyin nesi?! Misâfir baş tacıdır. Yeter ki, misâfir misâfirliğini bilsin; ev sahibi de ev sahipliğini! O zaman çaylar muhabetle tatlanır! Ne ikisi ne üçü, insan şeker bile istemez. Baldan tatlı sohbetle, mânen gıdalanır. Ağzının tadını bulur. Kısaca kendimden de birkaç cümle yazayım. Ben televizyon, film veya dizi gibi şeylerden hoşlanmazdım. Babam da öyleydi. Ablam ve abim televizyona çok düşkün olup, film olan akşamları komşulara gittikleri için babam onları caydırmak için “orada oynayanlar kâğıt, karton… Gerçek değil onlar” derdi. Çizgi film yönüyle hakikat olan bu söz, tağlîb yapılamasa da, mübâlağa ve mecâz kâbilinden doğru kabul edilebilir. En azından, sakındırma gibi mühim bir amaca ma’tûfen… Sadede geleyim… Bahsettiğim o yıllarda bir camide namaz kıldıran biri vardı. Tabii ki ezân okuduğu ve namaz kıldırdığı için maaş da alırdı. “İmam” kelimesinin güzelliğine istinâden, o kelimeyi kullanmak istemiyorum. Mecâzen söylemek gerekirse bu hoca, akşam namazı vaktinde başlayan haftalık “Dallas” dizisine yetişmek için akşam ezânını 10-15 dakika önce okurdu. Hızlıca da namazı kıldırır ve dizi başlamadan hevâsının arzusuna yetişirdi. Yaşım küçük olduğu için çok detaylı olmasa da, ondan önce başka bir hocanın olduğunu hatırlıyorum. O cami, tarihî bir cami olduğundan, sade ve otantik bir yapısı bulunduğundan, orada huzur bulduğum için o camiye sıkça gider, orada namaz kılardım. Adı da, eski camilere dendiği gibi, “Ulucami” idi. Eskiden buralara “Câmi-i Kebîr” denirdi. O camide müezzinlik de yapardım. İnsanlar kibirli değillerdi. Hatta bir kez hoca olmayınca, o esnada küçük bir çocuk olmama rağmen, bana imamlık bile yaptırmışlardı. Herhalde, müezzinlik yapan, imamlık da yapar diye düşündüler. Hâsılı, bu hatırladığım zamanlar, oldukça güzel ve mânen de huzur verici an(ı)lardı. Bu süreçteki hocadan sonra o camiye başka bir hoca geldi. Ben özellikle gündüzleri o camiye aralıklarla da olsa yine gittim. Fakat bir Ramazan ayında, o camiden akşam ezânı okunduğu halde annem orucu açmadı ve “o hoca, Dallas’a yetişmek için erken okur” dedi. SübhânAllah. Çocukların zihinleri ve dikkatleri bir noktaya odaklanınca her şeyin farkında olurlar. Çocukların, hayat enstantanelerini görüntülemeleri, büyüklerden daha net, objektif ve temizdir. Dikkatimi çeken bu durumdan sonra, ister istemez buna odaklandım. Gerçekten de herkes, o hoca akşam ezânını okurken, “hoca, Dallas’a yetişecek” diyor ve onun okuduğu ezâna itibar etmiyorlardı. O hoca, o okuduğu ezân karşılığında maaş alsa da, durum bu idi! Adamın adı bu şekilde çıkmıştı. Rabbimiz, bizleri dünyada da âhirette de rezil-rüsvâ olmaktan korusun. O hoca, vakti girmeden yıllarca akşam namazı kıldırmıştı. Bazı kimseler de “günahı, hocanın boynuna” diyerek, arkasında namaz kıldılar. Belki de, onunla beraber namazı hızlı hızlı kılıp, Dallas’a yetişmek için! Dallas’a yetişmek isteyen kimselerin orada namaz kıldığı bile söylendi. “Dallas’a yetiştiren hoca” nâmıyla… Allah daha iyi bilir. O hoca şu an hayatta ise, el-Hâdî olan Rabbimiz ona hidâyet versin. Kendisini görüp sohbet etmek isterdim. Yeni nesiller, kavram karmaşası içinde bazen veya genelde meseleleri birbirine karıştırabilirler. Cami’ye dair söylediğimiz bu hâdiseleri yaşadığımda en fazla 10 yaşında idim. Ve o dönemlerde, ideolojilerin camiler üzerinde etkinlikleri zayıftı, bazı yerlerde hiç yoktu. O zamanlar bir köye gittiğimizde, ezân okumanın, müezzinlik veya imamlık yapmanın ya da kürsüye çıkıp vaaz vermenin önünde hiçbir engel yoktu. Hatta cami imamı ve cemâat bu tür hayırlı adımları, amelleri ve talepleri memnuniyetle karşılarlar ve takdîr ederlerdi. Ben çocukluğum boyunca, yirmi yaşıma kadar hakkı söylediğimde karşı çıkan bir insan prototipine hiç rastlamadım. İnsanlara Âyet ve Hadîs söylediğinde dinlerler, itiraz etmezlerdi. O dönemlerde insanları Âyet ve Hadîs durdururdu. Âyet ve Hadîs karşısında konuşma, diklenme ve dikbaşlılık etme kültürü o zamanlar henüz yoktu. Ya da ben, yaşadığım yerlere göre konuştuğuma göre, genel anlamda da fazla yaygın değildi diyebiliriz. Örneğin; ben hiçbir zaman tarîkatçı, şucu ya da bucu olmadım. Ben sadece mü’min ve müslim’im ama buna rağmen bir tarîkatçı ile karşılıklı efendilik ve saygı çerçevesinde konuşulur ve gerekirse hakâret etmeden tartışılırdı. Âyet ve Hadîse itiraz edilemezdi. O vâkıada sapanlar, saptırıcılar tarafından kandırıldıkları için bilgisizce ve düşünmeden bir takım yanlışları savunurlardı. Deliller sunulup, akl-ı selîm’e ve düşünmeye çağrıldıklarında bocalarlar ve fikren tıkanırlardı. Ben buna geçmişte defalarca şâhit oldum. Farklı fikirlere rağmen, taassuptan ve şartlanmışlıktan uzak şekilde, insanların birbirleriyle tanışıp konuşmalarının ve gerekirse edep kuralları çerçevesinde tartışmalarının çok önemli olduğuna inanıyorum. Tabii ki hikmet ve basîret üzere… Şimdi ise, heyhâte heyhât! Taassup, şartlanmışlık, asabiyet, grupçuluk, tarafgirlik ve iltimâs almış başını gitmiş! Bu hengâmede, sapanları, ne Âyetle, ne Hadîsle durdurmak mümkün! Bazılarına, değil birkaç Âyet, yanında hâtim insen; “bana mısın?” demiyor, durup düşünmüyor, “belki hayrıma söylüyor” diyemiyor! Eskiler, "zaman kötü" derlerdi. Gelen gideni arattığı için bu zaman dünden de kötü! Yine eskiler “zaman kötüye gidiyor” derlerdi. O eskiler, içinde bulunduğumuz zamanı görseler ne derlerdi acaba?! “Kıyâmet koptu da haberimiz mi yok?! Dünyanın çivisi çıkmış! Başımıza taş yağacak!” Ecdâd, bu sözleri yarım asır önce de kısmî ve ferdî ma’siyetler, münkerâtlar ve fuhşiyatlar karşısında söylüyorlardı! Ya bugün için ne demeli?! Allah beterinden korusun; katından bize rahmet ve âfiyet lütfetsin. Artık şu soruyu sorabiliriz: “Ne zaman uyanacağız?” İnsanlar büyük kıyâmeti beklerken ve onu uzak görürken, küçük kıyâmetleri olan ölümün ansızın geleceğini unutuyorlar! Dünyada kıyâmet koparsa, başka gezegenlere taşınıp, kıyâmetten kaçabilecekleri sanan câhiller de hiç az değil! Kıyâmete dayanıklı yer altı şehirleri ve kıyâmet ambarları da dünyadaki çözümleri! Yani diyorlar ki: “Şimdilik dünyada yaşamaya devam… Kıyâmet kopacak olursa, onun işâretlerini alırsak, ya yerin dibine ineriz ya da göğe çıkarız!” A, B, C planları hazır yani! Hem de Allah'ın hükmüne karşı; öyle mi?! Cehâlet, insana neler yaptırıyor?! Cehâlet, insana, gücünü, enerjisini, vaktini ve imkânlarını nasıl boşa harcatıyor ve çarçur ettiriyor?! Oysa bilseler, kıyâmet sadece dünyayı değil; semâyı da, semâdaki gezegenleri de yıldızları da kapsayacak! Bütün bu boş uğraşlar karşılığında ömürlerini hebâ ederler mi hiç?! Allah hidâyet versin. Hâsıl-ı kelâm; ne Dallas ne Mars! Ne Şark, ne Ğarb! İman, İslâm ve istikâmet… 11 Nisan 2021 – Pazar Cüz Parası! Talebelik bir ömür boyu bitmez de, bazen anlaşılsın diye de bazı cümleler kurulur. Talebelik dönemimde bir arkadaşımla bir yere davet edildik. Gittiğimiz yer, yakın zamanda bir yakınlarını kaybetmiş olan ve o ölünün arkasından hatim indirmek için herkese birer cüz dağıtma programı yapan bir aileydi. Bunu, misâfir olarak vardığımda yani elimize birer cüz tutuşturulduğunda anladım. Yanımdaki arkadaşa dedim ki: "Şimdi biz bu Kur'ân'ı ne maksatla okuyacağız? Ölen kişi kim? Ona nasıl dua edeceğiz?!" Arkadaş da: "Oku işte!" deyip kestirip attı. Yahu, neremizi düzeltsek, öbür yan eğri! Kendi kendime, "ortamı boşver, Kur'ân'ı Allah için oku" dedim. Sonra düşündüm, "bu kadar genç ve yetişkin misâfir bir arada iken, çözmeye çalıştığımız şu problemden ve rûh hâlinden sıyrılıp, Kur'ân'dan birkaç Âyet okuyup anlatıp vaktimizi değerlendirsek ne kadar iyi olur" dedim. Başladım, elimdeki cüzden bazı Âyetleri sesli olarak okuyup izah etmeye... Ortamda farklı bir ses ve renk olduğu için herkes dinlemeye başladı. Sonra sanırım ev sahibi olan kişi sesleri duymuş olmalı ki, geldi ve "cüzlerin şu saate kadar yetişmesi gerekir" cinsinden bir laf etti. "Ne münâsebet!" diye düşünebiliriz ama bu cür'etin nedenini birazdan anlayacağız! Yanımdaki arkadaş da: "Bırak, cüzü oku" dedi. Yahu, ben mi yanlış düşünüyorum yoksa bu kadar insan mı? Tabii ki, bu ifadeler tefekkür içindir. Yirmi sayfalık bir cüzü hızlı okursan yirmi dakikada biter. Daha da hızlı okurum diyene de, "Allah'tan kork" derim. Zaten yirmi dakikada okurken de Allah'tan korkalım. O da, ayrı bir şey! Neyse, bulunduğum ortama hayır bildiğimi ulaştırmakta ancak tek başıma bu kadar başarılı olmuştum. Bu tür ortamlarda bir tek destekçi kâfîdir ama hayra destek de bir sâlih ameldir ve fazilettir. Çoğu zaman, buna herkes muvaffak olamaz. Hâsılı, Allah rızâsı için, yani ölen o kimseye sevabını gönderme amacıyla falan değil, Allah'ın emrettiği şekilde o cüzü okudum. Bütün mü'minler için de dua ettim. Odadaki diğer gençler de okumalarını tamamladılar. Sonra bir adam geldi, elindeki paraları göstere göstere cüz okuyanlara para dağıtmaya başladı. Bana sıra geldi. "Bu ne parası?" dedim. Adam biraz şaşırdı. Herhalde böyle bir itirazla daha önce karşılaşmadığı içindir. Adama, "para için Kur'ân okumadık; Allah için okuduk. Eğer tasadduk etmek istiyorsan, bunun daha güzel ve daha temiz yolları vardır" dedim. Adam nasıl cevap vereceğini bilemedi. Bilemedi ama imdadına yanımdaki arkadaşım yetişti. "Sen almıyorsan, ver bana" dedi. Ne güzel çözüm! "Yani anladım ki, mevzu bahis olan para ise..." diye bir cümleye başlayacağım ama bu cümlenin devamı çok tehlikeli görünüyor! Onun için hayır konuşalım, hayrolsun! Dolayısıyla da, Allah'tan hidâyet, âfiyet, takvâ ve iffet dileyerek sözümü bağlamak isterim.
İnsanların değer yargılarını değiştiremezsen de, onurlu ve haklı dik duruşunu ve Allah için güzel sözünü insanlara duyurabilirsin. Nasibi ve hidâyeti olan istifâde eder. Kimse etmezse bile, senin için ecir olur. Vesselâm. 24 Nisan 2021 – Cumartesi Heyecanlı Konuşmak: 15-25 yaşları arasında heyecanlı ve yüksek sesli konuşmayı, konuştukça heyecanlanmayı ve heyecanlandırmayı marifet sanırdım. Hatta meşhûr hatipleri dinler, onlar gibi konuşmaya özenirdim. Bazılarından ayırt edilemeyecek şekilde de hitap ederek kasede kayıtlar yapar, sonra dinler ve eşe dosta dinletirdim. Gençlik işte! Gençlik, heyecanı seviyor. Her ne kadar heyecanımız Allah için olsa da, hikmet; sükûneti, teennîyi, tefekkürü, düşünerek hatta kelimeleri seçerek tane tane konuşmayı gerektirir. Özel ve genel hitap arasında mahsûr kalmamayı icap ettirir. İlmi ve hakikatleri heyecana ve hitâbete mahkûm etmemeyi gerekli kılar. Bunlar gözetilerek hareket edilse dahi, insan, hız yapan bir araba misâli mutlaka az düşünür, acele karar verir ve trafik kazası misâli, söz ve mânâ kazalarına, iltibâslara ve karışıklıklara neden olur. Okumadan ve karakter oturup olgunlaşmadan da insan ne kadar bilse, bilmediklerini hesaba katamaz. Onun için 20-25 yaşına kadar samimi ama çocuksu bir heyecan ve üsluba sahip olan kimseler ma'zûr görülebilir ama bu yaşlardan sonra artık insan büyüdüğünü görmeli, kendini geliştirmeli, bu gelişim süreci aklına, fikrine, söz ve üslubuna, amel ve ahlâkına yansımalıdır. Bazen bir saat konuşacağına bir tebessümle iktifâ etmeli, bazen mahzûn bir nazar yetmeli, bazen de tasvîb etmeyen bir yüz çeviriş ile yetinmelidir. Güzel ahlâk, hikmet, olgunluk ve oturaklılıkla bu hal ve davranışlar, alıcıları açık ve hikmeti görebilen gözlerde ve gönüllerde biiznillâh karşılık bulacaktır. Hem de fitne, husûmet ve kırgınlıklara neden olması bir yana, saatlerce konuşmadan elde edilemeyen fayda, güzel ahlâkın da bereketi ve mâneviyatıyla birkaç saniyede elde edilecektir. 4 Haziran 2021 – Cuma Çorbacı, Pilavcı Hatta Tahta Kaşıkçı! Lakap takmayı ve takanları sevmem ama İHL sonuncu sınıfta iken hatta bazen hoca varken ders esnasında bile bazı arkadaşlar arasında "çorbacı" şeklinde sataşma ve lakırdılar duyardım. O tür konuşma tarzlarını sadece bugün değil, o zamanlarda da sevmediğim için ilk başlarda pek kulak kabartmaz ve ne maksatla dendiği üzerinde hiç düşünmezdim. Sonraları fark ettim ki, âmiyâne tabirle otlakçı, beleşçi ve yiyici kimse anlamında kullanılıyormuş. Psikolojide yansıtma diye bir savunma mekânizması vardır. Buna göre, belki bu lakabı takanlar ve bu yaftayı diline dolayanlar daha beleşçi ve çorbacıdırlar! Kim bilir?! Konya'da da pilavcıları gördük! Hatta pilav tahta kaşıkla yenir diyerek pazar günleri yanlarında özel tahta kaşığını taşıyan kaşıkçıları bile gördük ve duyduk! Neden tahta kaşık? Çünkü pilavın üstündeki etleri kepçe gibi iyi alırmış! Kaşık yarışı yani! Konya'ya başka şehirlerden gelip de Konya'nın yemek davetlerinde ardı arkası kesilmeyen yemek çeşitleri karşısında ve hafta sonları düğünlerde yedikleri etli pilavlar ve denizaltı pilavlar karşısında değişmeyen ve bozulmayan insan gerçekten çok azdır! Bir zamanlar kuru ekmek ve acı soğana bin kez şükredenler, çeşit çeşit yemeklerle karşılaşınca sonradan gurme oluverdiler de artık yemek beğenmez hâle geldiler! Allah'ın nimetlerine burun kıvıranlara çam sakızı, çoban armağanı ikrâm et edebiliyorsan! Daha doğrusu, beğendirebilirsen!.. Bu konuda o kadar çok şeyler söylenir ki! Akıllı kimse bu kadardan da fazlasını anlar deyip geçelim. Peki, nerede kaldı, kanâat ve şükür?! Allah'ım, bizleri koru! Bu tür kötü örneklere uydurup, nefislerimizi azdırma! Âmîn. Bilelim ki, çok yemek nefsi azdırır. Nefis terbiyesi de hikmet ehli olmak da az yemekten, kanâat ve şükürden geçer. İnsanın canının istediği her şeyi yemesi de -bir Hadîse göre- bir nevi isrâftır. Çünkü lükstür. İnsan, ehline yedirdiğinden yemeli, ehliyle yediğini de eşine dostuna, işçisine, çalışanına yedirmelidir. Takvâ ve kanâate tâlip olan mü'minin karnı birkaç lokmayla doyar. Aç olan gözü ise ancak kara toprak doyurur! Açgözlü olup da yemeğe, mala ve dünyalığa doymuş bir kimse görüp duydunuz mu? Mümkün değildir!
Birçok zaman yemek veya düğün davetlerine gidince milletin çoğunun yemek hırsı ve açgözlülükleri karşısında iştahı kaçıp doyamadan eve gelen ve evde ne bulursa onu âfiyetle yiyip, bin kez şükreden garip bir kul... Vesselâm. 10 Haziran 2021 – Perşembe Dua Talebi... MâşâAllah. Sadece İmam Hatip Lisesi'nde değil; ilk, orta, lise ve üniversite hayatımdaki bütün hocalar içinde, insanlığı, efendiliği, ciddiyeti, otoriterliği, ta'vîzsizliği, titizliği, sâkinliği, sabırlılığı, tevâzuu, arkadaş canlılığı, vefâ ve samimiyeti gibi özellikleri nedeniyle en sevdiğim, beni en çok etkileyen, birçok hususta örnek aldığım hocam/öğretmenim Şaban Ünlü olmuştur. "Her zaman da en sevdiğim hoca" demişimdir. Çünkü o, ciddiyeti, samimiyeti, efendiliği, derse hâkimiyeti ve son derece titizliği ile dikkat çekmeyecek bir insan değildi. Onun sessiz, sâkin ama en zaptedilemez ve en cür'etkâr kimseleri bile, karşısında bir duruşuyla, bir bakışıyla hiç konuşmadan muma çevirdiğini görüp de bunu dile getirmeyen ve şaşırmayan pek kimse olmamıştır. Ben gıpta edip, örnek alanlardan idim. Okulda hocalığını yaptığı ders de Arapça idi. Gerek İHL'lerde ve gerekse de bütün ilmî çalışma alanlarında en temel, en gerekli, kimine göre en önemli ders idi. Okulda, bu önemli derste okul birinciliğini -hamdolsun- yıllarca taşıdım. Dersi sevmek ile hocasını sevmek arasındaki bağı da unutmamak gerekir. Onun için, "okulda en sevdiği talebesi benim" dediğimde bana gülenler olmuştu. Şimdi o gülenler hayatımda yok! Fakat az önce Şaban hocam arayıp benimle kırk dakika hasbıhâl etti. Neredeyse babam yaşındaki adamdaki vefâyı görebiliyor musunuz? Ben bu kişi karşısında ilmî konuşmaktan teeddüben hayâ ediyorum. Kendisini ezmemek, üzmemek veya "ben bilirim" der gibi bir fütûrsuzluğun içine girmiş olmamak adına! En azından, kendi hissiyatımda... Edep ve vefâ ne kadar ehemm ve elzem şey, insan yaşadıkça tekrar tekrar anlıyor. Olumlu veya olumsuz örneklerle... Vefâlı olmak için dünyevî anlamda menfâatleşmek gerekmez. Sevmek ve sevilmek yeterlidir. Yetim olarak, baba sevgisinden, şefkatinden ve korumasından mahrûm büyüyen bir kalp, vefâyı da bilir, vefâlıyı da, vefâsızı da! Zira yetimin hissiyat ve hissetme terazisi hassâstır. Hayatınıza giren veya hayatınızın bir döneminde yollarınız kesişen vefâlı kimseleri dualarınızdan eksik etmeyin. Hidâyet, âfiyet ve selâmet adına hayır olarak her neye muhtaç iseler, Yüce Allah'ın onları buna muvaffak kılıp, müstefîd ve mesrûr eylemesini dileyin. Zaman zaman insanların yanında yâd edin ki, vefânız, duyanlara teşvîk ve terğîb vesîlesi olsun. İnsan bazen bir şeye sevinirken, belki bin şeye üzülüyor ve hüzünleniyor. İlk, orta, lise ve üniversite yıllarında edindiğimiz onca samimi bildiğimiz dostlarımız, dost sandığımız arkadaşlarımız neredeler?! Burada bile vefâlı olanın kıymeti daha çok anlaşılmıyor mu? İnsan, hüzünlenirken bile sevinecek bir yön görüyor ve teselli buluyor. Vefâlı ve duyarlı olun/olalım ki, bizi de gıyabımızda güzellikle yâd edenler ve hayrımız için ardımızdan dua edenler çok olsun. Kardeşlerim! Sizden ricam, Şaban hocama Yüce Rabbimizin, hidâyet, âfiyet, selâmet ve şifâ adına her neye muhtaç ise, kendisine onu vermesi ve hüsn-ü hâtime ile bu dünyadan göçmesi için husûsî dua edin ve bu duama "âmîn" deyin.
Umûmen de, Rabbimiz tüm ehl-i imandan râzı olsun. Bizlere hüsn-ü hâtime nasip etsin. Âkıbet-i dâr-ı dünyâmızı cennet eylesin. 11 Haziran 2021 – Cuma Saygı ve Tevâzudan Hayırlar Doğar! Büyüklerini saymazsan, hürmet etmezsen, sözlerine kulak vermezsen, aralıklarla da olsa onları ziyâret edip dizlerini kırarak efendilik ve edep içinde nasihatlerine kulak vermezsen, sustuklarında da o sükûnet, huzur ve sessizlik ortamında içten içe tefekkür edip mâneviyat depolamazsan, kendi başına elli yıl da okusan, gezsen, konuşsan, yazsan, tartışsan, bir şeyler üretmeye çalışsan, en iyimser bir ifadeyle envai çeşit çiçekten çiçek tozu (polen) toplayıp hâlis bal yapan arılar gibi olmak yerine, önüne şeker konup da kendi kabuğuna/kovanına çekilip şekerden bal yapan arıya benzersin! Benim okumaya ve ilme rağbetimi 6-7 yaşlarında iken kendisini ziyâret edip de okumasını, yazmasını ve kitaplarla meşgul olmasını hayranlıkla izlediğim ve yanında sessizce oturmaktan huzur bulduğum ve mâneviyat dolduğum, notlarını Osmanlıca ve Arapça olarak tutan kapı komşumuz Ali hoca isminde komşumuz tespit etmiş idi. Eski insanlar, insan sarrâfı idiler. Küçüklükten itibaren bir çocuğun yetenek ve ilgi alanını hemen keşfedebiliyorlardı. Şimdilerde ise, insanlar birbirlerini kırk senede tanıyamıyorlar! Merhûm Ali hoca, oğluna, ilkokulu bitirdiğimde bana velilik yapıp, beni -o günün şartlarında müfredâtı oldukça iyi olan- İHL'ye yazdırmasını tembihlemişti. İşte büyüklere hürmetin ve sıla-i rahmin kazandırdığı şey! İlim yolumu açan kişi odur! Fiilî vesîle anlamında da, velim olarak beni okula kaydettiren oğludur. Oğlu hayatta ise onun için hidâyet ve hüsn-ü hâtime dilerim. Evet, biz ilmi sevdik... Mütevâzı şekilde... Makam, maaş, diploma, itibar ve riyâset talebi ve beklentisi olmadan! Bu zamanda, ilmî tahsîli olmadan veya nâkıs iken hocalığa ve riyâsete heveslenen gençleri gördükçe çok üzülüyorum!
Takvâ, efendilik, tevâzu, vefâ ve saygı! Bunlar mutlaka olmalıdır. Keşke, ilim sahibi veya ilmî vukûfiyeti olmasa bile ilmi seven, haddini bilen, gıybet, magazin, polemik, televole ve nefsîlikle bir alâkası olmayan, umûr görmüş, tecrübeli ve hikmetli büyüklerimiz olsa da, onları aralıklarla, sevinçle ve heyecanla ziyâret etsek! Onlara bilgiçlik taslamadan, ukalalık yapmadan; edep ve tevâzu içinde nasihatlerine kulak versek! Onları ziyâretlerimiz esnasında meclislerinde geçirdiğimiz vakitler bizim için nefis terbiyesi adına mektep olsa! Bu değerler az yetişir ve sözünü bilerek, tartarak hikmet ve basîretle sarf eden büyükler elmaslardan daha kıymetlidirler. Kıymet bilmek de ne büyük vefâdır ve akl-ı selîmliktir! 24 Haziran 2021 – Perşembe Boğazlar Sorununu Çözememiş Ye-Câhidler! Bugün arkadaş ortamında acıktığımızda "ne yiyelim?" sorusu veya düşüncesi karşılığında "simit, tost, çorba veya sulu yemek" gibi mütevâzı rızıklar hatıra gelmiyorsa, daha da kötüsü, bu türden bir öneri sunan bir kimse olduğunda o şey kabul edilmiyorsa, bundan da kötüsü, kaliteli denebilecek yemek ikrâmı bile eleştirilip, "armudun sapı, üzümün çöpü" deniyorsa; bunu yapanlar ya çocukluklarında yokluk görmemişler, bisküviyle ve çikolatayla büyütülmüşler ya da sonradan değişip nefislerini azdırmışlar, fazilet ve erdemlerde memnuniyet çıtasını yükseltmeleri gerekirken, nefsâniyet, yiyicilik ve kanâatsizlikte beğenî ve tatmin çıtalarını yükseltmişler ve sonradan gurmeler olmuşlardır. Kendilerini bozup değiştiren arkadaşlar, inanın, sizi anlayamıyorum! Size kanâat mi zor geliyor yoksa şükür mü? Ne kadar hevesliymişsiniz nefislerinizi azdırmaya, sultanlar gibi dünya zevklerinin en yükseklerine göz dikmeye! Ne kadar bıkmışsınız, sadelikten, mütevâzılıktan, mürüvvetten ve îsârdan! Biz çocukken çay bulsak şeker bulamazdık, şeker bulsak çay bulamazdık! Katık bulsak ekmek bulamazdık, ekmek bulsak katık bulamazdık! Un bulsak, yağ bulamazdık, yağ bulsak salça bulamazdık! Tuz bulamadığımız zamanları bile bilirim! Kahvaltıda zeytin yemek bizim için lükstü! Nâdiren zeytin yerdik! O zeytini de en az üç ısırmayla tüketirdik. Çocuk olarak zeytinin çekirdeğini tükürmeyip ağzımda emdiğimi bile bilirim, tıpkı bir hurma gibi! Zeytin tadı var diye! Peyniri kolay kolay göremezdik! Zengin bebelerinin beğenmedikleri yemeklerin çoğunu binde bir yerdik! On iki yaşıma kadar bir gün aç, bir gün tok değil, üç gün tok ise dört gün aç yattık! Haftanın dört günü tok yatmak bile bizim için farklılık olurdu! Annemize "açız" dediğimizde, defalarca, "aç yatarsan, tok kalkarsın" sözünü duyup, açlığımızın gitmesi için biran önce uyuyan çocuklardık! Yetim çocuklarına bakmak için yaz-kış demeden, ayaz-soğuk demeden tarlaya tapana giden, İvriz'in buz gibi suyunun içinde havuç yıkayıp dolduran anneme, aynı işi yapan erkeklere verdikleri yevmiyenin yarısını veren çavuşlar, belki çoğunuz ölmüşsünüzdür, peki yeriniz rahat mı?! Aile terbiyesi derken âcizâne ben dağlar kadar anlamlar kastederim. Biz küçüklüğümüzde sabır ve şükürle, tevekkül, tevâzu, kanâat, teaffuf ve dik duruşla, böyle bir terbiye mektebinde okuduk, yoğrulduk, piştik. Daha küçükken büyüdük! Küçük değil, büyük hayaller, hisler ve duygular taşıdık! Yaşıtlarımızın bakmadığı açılardan hayata baktık! Hisli olduk, titiz olduk ama hiçbir zaman onursuz ve insanlara el açan, ağız eğen olmadık! İç hâlimizi bilmeyen herkes dışarıdan bizi zengin/ihtiyaçsız bildi! O hâlimize rağmen, isyân değil, şükürlerle büyüdük! Mâneviyatın maddiyattan üstünlüğünü anladık! Bunca imkânlarına rağmen, insanların, yetim ve muhtaç ailelere hiçbir faydalarının olmamasından, dünya makamlarının ve fırsatlarının genelde gönül eğlendirmekten ibâret boş avuntu olduğunu gördük! Gördük ki, vali olmak ya da zengin olmak değil, adam olmak mahâretmiş! Dünyanın bütün zenginliklerini elde etme karşılığında bile onur da adamlık da adam da satılmazmış, bunu anladık! Ve hiçbir yüce değer maddiyatla satın alınamazmış, bunu gördük! Ulvî ve mukaddes değerlerin fevkinde bir kıymet ve fazilet olmadığını ayne'l-yakîn ve yaşayarak müşâhede ve tecrübe ettik! Bu nazar, ibret, tefekkür ve tecrübe fırtınaları içinde, karnın aç olması veya midenin hangi leziz yemek ile dolduğu/doyduğu bizim hayatımızda teferruatlar arasında yer aldı! İdealler ve hedefler seviyesine çıkamadı! "Nimet nimettir" anlayışı kalplerimize nakşedildi. Kuru ekmeğe bile kuru kuruya değil, gönülden gelerek, içtenlikle ve ihlâs ile bin kez şükrettik. Et bulamadık diye mızmızlanmadık. Tüm çocukluğumda bir veya iki kez iki yüz elli gram et aldığımızı hatırlarım! Ben on beş yaşıma kadar sadece yarım etli ekmek yediğimi biliyorum! O da babamın sağlığında idi. Evet, biz yemek eleştirmedik. Eleştirmek, suçlamak değil, bize şükretmek, kanâat ve tevekkül öğretildi! Bizim hayatımızda "yemekte ne var?" biçiminde bir soru yer almadığı gibi, böyle bir sorunun cevabını da merak etmedik! Yemek varsa, o zaten sevinilecek ve şükredilecek bir durumdur diye düşündük ve soframızda yemek gördüğümüzde, o ânı ziyâfet saydık! Açları ve daha zor durumda olanları düşündük. "Açlıktan kimse ölmemiştir" sözüyle teskin olduk. Vesâire vesâire... Söz uzar gider... Peki, şimdi sormak lazım! Eti, çok yağlı veya az pişmiş ya da çok pişmiş diye eleştiren, pilavda kusur bulan, bamyanın kıvamsızlığından dem vuran, önüne başlangıcından itibaren bin bir zahmetle gelmiş her nimeti eleştirip, burun kıvıran kimseler beni anlayabilirler mi? Ya da ben onları anlayabilir miyim?
Ne dersiniz? Şükrü, kanâati, tevâzuyu, sadeliği, kefâfı, paylaşımı, ferâgati, fedâkârlık ve îsârı bırakıp, biraz fazla ileri gitmediniz mi?! Mide yarım ekmekle doyar ama siz aç gözünüzü ve hırslı gönlünüzü nasıl ve neyle doyurmayı düşünüyorsunuz?! Dost, nefse azap verse de, rûha tat veren kıvâmda ve lezzette söz söyler. Vesselâm. 5 Eylül 2021 – Pazar Aile Terbiyesinin Önemine Dair… Yıl 77 ya da 78. İlkokula yeni başlamıştım. Annem bizi haramdan ve kul hakkından sakındırmak ve bu hususta ciddi bir hassâsiyet kazandırmak için küçüklüğümüzden itibaren hep bize: “Yolda bir şey bulsanız, alınmaz. Ellerin bağından, bahçesinden bir çöp bile alıp diş kurcalanmaz” derdi. İmtihân bu ya, okula başladığımın ya ilk günü ya da ilk günlerinden birinde yerde bir yüzük gördüm. Sanırım öğretmenlerden birine aitti ve altın idi. O anda annemin sözü aklıma geldi. Yerde bulunan bir şey alınmazdı. Bu yüzük başkasına aitti. O anki çocuk aklımla ve almadığımda ne olur safhasını düşünmeden yürüdüm, geçtim, görmemişim saydım. Nereden bilebilirdim, annem “alınmaz” derken; “aşırılmaz, üstüne yatılmaz ve âmiyâne tabirle cebellezi edilmez ve indiregandi yapılmaz” gibi anlamlar kastettiğini?! Daha sanra bu hâdiseyi anneme anlattım. Annem de bir yandan niyetimi ve duyarlılığımı takdir etti, diğer yandan da “oğlum, alıp öğretmenine veya müdüre falan teslim etseydin” dedi. Evet, yeni bir şey daha öğrenmiştim. Hatta dağ gibi iki büyük hazineye sahip olmuştum. İlki, haramdan ve kul hakkından sakınmak. İkincisi ise hikmet. Daha sonra bir şey bulduğumda nasıl hareket edeceğime dair de basîret kazanmıştım. Küçüklükten alınan aile terbiyesi işte böyle insanı şekle ve kalıba sokar. Küçüklükte öğrenilenler kalbe işler ve ileride hayata yön verir. Aile terbiyesi insanı adam eder, ona şahsiyet ve mürüvvet kazandırır. Bu aile terbiyesi sebebiyledir ki, şimdi bile bir şey bulsam, o bulduğum şey babamın malı gibi açıp, sayıp dökemem, inceleyemem. Hatta başkasına ait olan bir şeye göz ucuyla bile bakıp, insanların elindekini ve yanındakini merak etmem! Daha da kötüsü, insanların elde ettikleri, kazandıkları ve yeni aldıklara şeylere asla haset etmem aksine onlar adına içtenlikle sevinir ve hayrını görmelerini cân-ü gönülden isterim. Kalbimde ve benliğimde hasede yer vermem ve hasetçinin şerrinden de Allah’a sığınırım. Bilelim, sakınalım ve sakındıralım ki, İslâmî ahlâk istikâmetinde şekillenen aile terbiyesinden mahrûm yetişen kimseler kaypak karakterli, tutarsız, bencil, çıkarcı, açgözlü ve mürüvvetsiz olacaklardır! Bu hengâmede hakkâniyet, hikmet, kanâat ve iffet Hak getire! Yani yoktur!
Onun için ey Müslümanlık iddiasındaki ebeveynler, aileler! İslâm ahlâkını öğrenin, o ahlâkı kuşanın ve aile terbiyesi olarak çocuklarınızı onunla te’dîb edin. Yoksa o çocuklarınızın kötü huy ve ahlâkları, hâl ve istikbâlde önce kendileri, sonra da çevrelerindekiler aleyhine ezâ ve zulüm olacaktır! 21 Kasım 2021 – Pazar Biz Üç Gün Düşündük; Şimdikiler Üç Dakika Düşünmüyorlar! Yıl: 1995… Bütün hızıyla ve heyecanıyla ilim talep ediyorum. İlmin heyecanı hiç bitmez de, o yaşlar ve yıllar daha bir farklı tabii. Günlerden bir gün, ayakkabıcılık yapan bir abiyi işyerinde ziyâret etmiştim. Sohbet ve çaydan sonra, “şurada biri var, seni onunla tanıştırayım. Gel, ziyâret edip, çayını içelim” dedi. Ben de, “Uzakta mı?” dedim. Yakın olduğunu söyledi. Gittik, arkadaşın bürosunda uygun yerlere oturduk. Birkaç kişi daha vardı. Aralarında tartışıyorlardı. Konu da, kimlik taşıyanın kâfir olduğu ve bununla irtibâtlı bazı meseleler. Tanışacağımız kişiyi tanımıyordum ama bu kişilerin fikirlerini çok iyi biliyordum. Çünkü bu düşüncenin fikir babalarını ya şahsen ya da gıyâben tanıyordum. Hatta onların ileri gelenleriyle, bir arkadaşımızın gereksiz iyi niyeti sebebiyle bir süre aynı evde bile kalmıştık. Her akşam gece geç saatlere kadar tartışırdık. Âdeta tartışma canavarı gibiydiler ama hiçbir tartışmada üstün gelemediler. Hatta baskın bile olamadılar. Neyse, büroya dönelim. Dolayısıyla, orada ağızları çok laf yapan ve Âyet meâlleriyle sesleri çok çıkan bu arkadaşların zihniyetini biliyordum. Tanışmaya gittiğimiz kişi de, onlar karşısında mahkûm durumdaydı ve tartıştıkları konuda onları durduramıyordu. Ben yapı olarak bir meclise gittiğimde o anda konuşulan mevzuya hemen dalmam ve dinlerim. Öyle de yaptım. O kişiler konuşmalarını teblîğ olarak algıladıkları için beni de muhâtap alarak konuşmaya devam ettiler. Bu kadar rüzgâr yeterliydi. Sonra söze girdim. O kişilere birkaç şey söyledim. O esnada hâlâ ziyârete gittiğimiz arkadaş tartışmanın taraflarından biri durumundaydı. Benim konuşmalar ona yani o esnada konuşulan ve onun haklı olduğu meseleye destek mâhiyetinde devam ediyordu. Fakat ben devreye girince onlar beni muhâtap almaya başladılar. Tartışmacı ve kaosçu değilim ama gerekli olduğunda Allah için tartışırım. Hem de o yaşlar… Kanımızın hızlı aktığı ve haksız bir söz duyduğumuzda usûlünce ve hakâret etmeden mutlaka yanlışa müdâhale ettiğimiz zamanlar… O zamanlar, sonunda tartışma da çıksa, “kaçmıyoruz ya” modundayım… Tartışmaysa tartışma! İnsanın bu satırda gülesi geliyor. Bugünün gençleri bu noktayı bayağı ileri taşıdılar. Keşke bu masum çizgi aşılmasaydı! Bazı şeyler anlatılmaz aslında. Yaşanır ve şâhit olunur… Hâsılı, o kimseleri bâtıl fikirlerinde susturduk. Kur’ân meâlciliği ve akılcılıktan başka tutar dalları da yoktu zaten. O iki özellikleri de kendilerine bir fayda sağlamadı. Zaten hak geldikten sonra bâtılın tutar dalı mı kalır? Yıkılmaktan başka! Artık o mecliste kendi fikirleri adına bize söyleyecekleri sözleri kalmadı. Ben de konuyla alâkalı bir Hadîs söyledim. Yaklaşık yarım saat o Hadîsi açıkladım. O kişiler de dinlediler, ziyâretine gittiğimiz kişi de, ayakkabıcı abi de. Böylece bu, Allah için bir teblîğ oldu. Sonra o kişiler gittiler. Biz üçümüz kaldık. Tanışmaya gittiğimiz arkadaş o yıllarda “Tevhîdî” bilinen “İslâmcı” bir radyonun genel yayın yönetmeniymiş. “İslâmî” demiyorum, “İslâmcı” diyorum; çünkü Türkiye’deki Hadîs inkârcılığı furyasının temsilcilerinden bir kişinin takipçileriymişler. Bunu sonradan öğrendim. Reklam olmasın diye de radyonun ismini vermiyorum. Zira hâlen yayındalar. Neyse, o radyocu arkadaş, kendisini o harâretli gençlerden kurtardığımız için bana sempati duydu. Bir de, Allah’ın hikmetinden suâl olunmaz; Hadîs inkârcısı bir furyanın içinde olmasına rağmen anlattığım Hadîs’ten çok etkilenmişti. Hem Hadîs inkârcısı hem de Hadîs’ten etkileniyor; nasıl oluyor diye düşünülebilir. Şöyle ki; onların Hadîs kabul etmeleri, Usûl ilmi açısından değildir. Aksine, kendi Kur’ân anlayışları ve akılcılıklarıyla Âyet ve Hadîs meâllerini ya da metinlerini karşılaştırıp, Âyetlere aykırı olduğunu düşündükleri Hadîsleri reddetmekten ibârettir. Kabul ettikleri Hadîsleri bile akîde ve ahkâmda delil saymıyorlardı. Yani kabul ettikleri Hadîsler, Şer’an delil getirme bakımından müstakil bir hüküm içermiyor, sadece Âyetleri daha iyi anlamayı sağlayan bir tevdîh gibi görüyorlardı. Hadîs inkârcılarının reddettikleri şeyleri onlar da reddediyorlardı. Modernizm’in çıkış noktasının Hadîs inkârcılığı olduğunu bilmeden! Dediğim gibi, bunları aylar sonra öğrendim. O esnada bilmiyordum. Hatta daha sonra Ankara’dan bir hoca getirip benimle tartıştırdılar. Zerre ilmi olmayan, fikren zavallı biri idi. Büyük laflar etmeye çalışırken, âdeta konuştukça batıyordu. Onunla tartışma da ayrı bir anı. Onu geçiyorum. Ziyâret ortamına, büroya dönelim. Kısaca söylemek gerekirse; genel yayın yönetmeni arkadaş bana kendini tanıttı. Radyolarında ders vermemi teklif etti. Sözün burasında, şimdilerde hocalık, makam, itibâr, şöhret, mikrofon, kamera, hava, caka, çevre, alkışlanmak için kırk takla atanlar hatıra geliyor ister istemez! Kimseye danışmadan arzularının istediği yola giren kimseler! Küçükken büyüyenler, büyükleri varken, onların önüne geçip sahne alanlar! Aslında Hadîs inkârcılığının daha genel bir başlıkla ele alınması gerekir ki, Müslümanlar içindeki yozlaşmaların da farkına varılsın. O başlık da, -az önce de zikri geçen- Modernizm’dir. Gençlik her asırda ilim, iman, ihlâs, ihtisâb ve istikâmet ile yenilenmelidir; modernize olup fazilet ve hikmet değerlerinden ve mü’minlerin edebinden ve yolundan uzaklaşmamalıdır! Peki, radyoda ders teklifine ne dedim? Ona, ilim talebesi olduğumu, ki, bu tabiri o yıllarda -arkadaş çevrem dışında- sanırım Konya’da benden başka kullanan yoktu. Bazı hoca olarak bilinen kimselere bile bu kavramın anlamını açıklıyordum. Neyse, ilim talebesi olduğum için de vaktim olmadığını, olsa bile mikrofon ve ekranların âlimlerin hakkı olduğunu söyledim. Çünkü câhiller ve yarım mollalar konuşursa, halk sapıtır. Fakat o ısrârlıydı. “Biraz önce yarım saat Hadîs anlattınız, Hadîs anlatabilirsiniz veya başka şeyler konuşabilirsiniz” dedi. “Neyi ve nasıl anlatacağıma karar vermek zor değil de, böyle bir teklif ne bekliyordum ne de bana sevimli geliyor” dedim. O kadar çok ısrâr etti ki, “bana üç gün müsâade et, sonra kararımı bildireyim” demek zorunda kaldım. Bu üç günlük süre içinde arkadaşlarla istişâre ettim. İnsanlar bu tür makam ve şöhret işlerine zaafları olduğundan mıdır, nedir bilmem, biri dışında hepsi olumlu karşılık verdi. Âdeta “hemen kabul et” dediler. O bir kişi de, yapısı itibâriyle bazı hususlarda başlangıçta olumsuz yaklaşım gösteren biri. Evet demesi için iknâ olması lâzım. Hatta biri, “ilim öğrenmek istiyorum” dese, “ne gerek var?”, biri “Arapça okuyacağım” dese, “nereden icap etti?” gibi kendisince fikren altyapısı olan ama insanların çoğuna tuhaf gelecek bir düşünce serdeder/di Onun için ona, “buna itiraz eden tek kişi sizsiniz” demekle yetindim. Ayrıca istihâre yaptım, içimde ferahlık, huzur ve radyoda ders vermeye karşı sıcaklık hissettim. Aslında istişâreden sonra istihâreye gerek yoktu ama itiraz eden abi, yaşça benden büyük olduğu ve kendisine değer veriyor olmam nedeniyle kararımı istişâreden sonra istihâre ile de perçinlemek ve delillendirmek istedim. Evet, başkasını bilmem ama nâçizâne ben böyleydim. Nerede dünyevî bir makam var, şöhret var atlamadık, nerede bir kürsü var, mikrofon var, oturup nutuk çekmeye başlamadık, nerede bir köşe var, herkesten önce biz dönelim demedik! Şimdikiler, -iyi istisnâlar olmakla beraber- ne istişâre biliyor, ne danışma! Ne büyük biliyor, ne nasihat! En kibar şekilde eleştirsen bile küsüyorlar! Çünkü şimdikiler bir şeye önce karar veriyorlar, sonra delil arıyorlar, daha sonra da yaşıtlarıyla, akranlarıyla ve arkadaşlarıyla sözüm ona istişâre edip fikir birliğine varıyorlar! Al sana, sâlih amel ve istişâre! Sanki bizim arkadaşlarımız yoktu veya yok. Biz bir şeye karar verip, birkaç kişiyi etkileyip ikna edecek şekilde bir tiyatro sergileyemeyiz! Çok şeyler söylenebilir ama sadece “olmuyor” diyorum! Asıl hikâyemize dönersek, yayın yönetmeninin yanına vardım. Ona, yapacağım programların isimlerine ve içeriklerine, Kur’ân ve Sünnet’e uygun olduğu sürece kimse karışmayacak. Bu şartımı kabul ederseniz, ben de teklifinizi kabul ettim” dedim. “Tamam” dedi. Hemen birkaç gün geçmeden programlara başladım. Radyoda, “Pazar günleri -yaz ve kış saati uygulamasına göre- 20:00 veya 21:00’dan itibâren önü açık şekilde canlı telefon bağlantılı “Pazar Sohbetleri”, hafta içinde yine akşam saatlerinde Kur’ân’ın nüzûl sırasına göre Tefsîr dersleri ve hafta sonları ise öğle vakitlerinde canlı telefon bağlantılı Arapça dersleri yaptım. Türkiye’de ilk özel ve yerel radyolar 1992’de kurulduğu için “Radyo ile Arapça” programımız, Türkiye'yi bilmem ama Konya’da bir ilk olma özelliği taşıyordu. “Pazar Sohbetleri” de, Âyet ve Hadîslerle Tevhîd’in teblîğine hasredilmişti. Fakat Hadîs ilmine yönelik bazı önyargıların ortaya çıkmaya başladığı o dönemde Âyetlerden sonra Hadîslere yer vermemiz, Hadîslere ön yargılı zihniyetteki başta yayın yönetmeni olmak üzere o çevreden bazı kimseleri rahatsız etti. Yayın yönetmeni, derslerde Hadîslere yer vermemem konusunda telkin, tavsiye ve ısrârda bulundu. Hatta O bizden ta’vîz istedi ama biz asla ta’vîz vermeden, Kur’ân ve Sünnet yolunda programlarımıza aynen devam ettik. O ise Hadîs noktasından rahatsız idi. Kur’ân ve Sünnet’e uyduğum sürece karışmayacağını söylediği halde sözünü çiğniyor ve ahdini bozuyordu! Buna rağmen, o zaman yirmi dört yaşında olmama rağmen, birçok meşhûr hocadan daha donanımlı olduğumu ve derslerimin onlarınkinden daha ilmî olduğunu söyleyerek benimle uzlaşma ve dostluk zemini arıyordu. Ama ta’vîz vermem karşılığında! Bilmiyordu ki, ta’vîzkâr insan kaypak insandır ve ben bundan berîyim. Bana, “Arapça ve Tefsîr derslerine devam et. Onlarda sorun yok” diyordu. Sorun yokmuş!.. Sanki Hadîs’te sorun var! Ben Hadîs’i satma pahasına senin bana lütfedeceğin radyoda ders verir miyim hiç, bre beyzâde! Aile terbiyesiyle adam satmamak içimize öyle bir işledi ki, eşyaya bile vefâlı olmak, emektarlığını takdir etmek adına, ihtiyacımız olan ve ticârete konu olmayan eşyayı bile biz satmıyoruz! İhtiyacı olana veririz, hediye ederiz ama satmayız! Biz buyuz! Durum böyleyken, değil mi ki, -hâşâ, sümme hâşâ- Hadîs satalım, Âyet satalım! Neûzü billâh! Yaşanmışlıklar romanvârî de anlatılabilir ama söz uzar. Buna gerek yoktur. Hâsılı; uzun lafın kısası, ta’vîz vermemek adına radyo derslerinin tamamına son verdim. Buradan, ta’vîz vermeden câhilî makamlarda nasıl durulabileceğini de sorgulamak gerekir! Ayrıca ne ilginçtir ki, tanışmamız esnasında yarım saatlik süre içinde izah ettiğimiz bir Hadîsle girdiğimiz yolda Hadîs konusunda imtihânla karşılaştık. Hamdolsun, Rabbimin yardımıyla tâ o zamanlar Hadîs müdâfaasının içinde bulundum ve makam, imkân, fırsat ayağıyla insanların nefislerinin arzusunu değil, Allah ve Rasûlünün sevgisini tercih ettim. Hadîslerin yanında durdum. Allah bizlere iman üzere istikâmet versin, ayaklarımızı hak yoldan kaydırmasın. Onlara ve onların durumunda olanlara da hidâyet versin. 22 Aralık 2021 – Çarşamba Kar Tefekkürü: Son günlerde kar kendisini eski zamanlardaki kış mevsimi gibi iyice gösterdi. MâşâAllah. Kar, kış ve ayaz. X kuşağı ve öncekiler bilirler, köy ve kasabalarda kar yağdığında sabah kapıyı açtığımızda adam boyunda karla karşılaşırdık. Karların arasından tünel kazıp, yol açıp öyle geçebilirdik. Ama hiçbirimizin aklına "kar çilesi" demek gelmez, bize rahmetini indirdiği için Rabbimize hep şükrederdik. Çünkü biz çıtkırıldım yetişmedik, hiçbir şeyi beğenmeyen mızmızcı çocuklar olmadık, her şeye yerimiz yoktu, her şeyde gözümüz de yoktu, tok gönüllü idik, yokluğu gördüğümüz için küçük şeylerle çok mutlu olan insanlardık. Bisküvi bebesi değildik, çikolata bebesi hiç değildik. Her dışarı çıktığımızda kar, su ve çamur sebebiyle ayağımızdaki -bir yerlerinde deliği bile eksik olmayan- kara lastik ayakkabılarımız vardı. Bizim ayaklarımız iskarpin/kundura ve spor ayakkabısı hiç görmedi. Ama bunların yokluğunu bile fark etmedik. Şikâyet etmedik. Ebeveynlerimize saygısızlık hiç etmedik. Karşılarında çen çen konuşmadık. İçinde bulunduğumuz şu atmosfer sebebiyle işte o günlerin karını, kışını, yokluğunu ve yoksulluğunu düşününce, şimdi elindekileri görmeyip, eksik olanlar için bir ton tantana çıkarıp geçimsizlik için âdeta bahane arayan kimselerin hâli insanı üzüyor! "Neyimiz varsa o!" şükründen "neyimiz eksik?" noktasına gelmeyi level atlamak sandık. Sonra da ondan şikâyet et, bundan şikâyet et, onu beğenme, bunu beğenme! İnsan, Allah'ın nimetlerine şükretmeyi öğrense, az konuşur, öz konuşur, pişer, olgunlaşır, söz söyleyecekse tok söz söyler, eleştirecekse de kendi nefsinden başkasını bulamaz, göremez, kınamaz. Minnacık da olsa tefekkür edelim istedim. Kar, kış, ayaz önce bizim Rabbimize olan iman ve teslimiyetimize, hakka vefâmıza ve tefekkürle birlikte olgun akıllılığımıza vesîle olmalıdır. Bizi yoktan yaratıp, yaşatan ve rızkımızı veren Rabbimize isyândan, nankörlükten sakınmalıyız. İnsan Rabbine nankörleşirse, bazen hayvanların derekesine, bazen de onlardan da aşağı derekelere yuvarlanabilir. Allah korusun! Hani bazı kimseler zaman zaman, kedilerin nankör ve vefâsız olduğunu söylerler ya! Biz bu sözün yanlışlığına/bâtıllığına ortaokul sıralarında itiraz etmişken, hâlâ canlıların kendilerine hâs fıtrat ve tabiatlarının olduğunu kavrayamayan kimseler var. Bu mantıkla, akrebin yuvasına elini sokanı akrebin sokması sebebiyle akrep de zâlim midir?! Ya da yılanı düşünün! Yahut da aslanı, kaplanı, ayıyı vesâir vahsi tabiatta yaratılmış hayvanları! Bilelim ki, her canlı türünün kendisine özel yaratılış özelliği vardır. Bu davranış biçimleri gayr-i tabîî değil; tabîî'dir, doğaldır. O hayvanlardan farklı olarak kendisine akıl verilmiş insanın bunları bilerek ona göre hareket etmesi de akıllılıktır. Akıllı insan hoşlanmadığı bir şeyle karşılaşınca kendi nefsinden başkasını suçlamaz! Tekrar kedilerin nankör veya vefâsız olmadığına dönelim. Kedi yiyor ve uyuyor diyenlere sormak lazım. Napsın uçsun mu, yüzsün mü ya da konuşsun mu? Bunu diyenler ne yapıyorlar acaba? Takip edenler bilir, bazen hayvanların gözetilmesini teşvik için paylaşım yaparım. Hatta apartmanımızdaki bir kedimizin de resimlerini paylaşmıştım. Her ne kadar her apartmanda kedi sevmeyen bir veya birkaç kimse çıksa da, bu hayvanları çaresiz bırakamayız. 2-3 senedir özellikle bir kediyle ilgileniriz. Kedi nankör insanlar gibi değil! Yemek yediği kapıyı gerçekten biliyor. İşte o bilme davranışı, vefâ ve sadâkattir. Bu incelikler, fedâkârlık ve duyarlılık ameli ortaya konulmadan bilinemez ve görülemez. İhsân ve iyilik adına elini taşın altına koymayan kimsenin eleştirileri de hâriçten gazel okumak olur! Son 2-3 üç gündür çok etkili kar ve soğuk olunca dün "Minnoş" diye çağırdığımız ve iki tane de boyunca yavrusu olan "Kedi Hanım" -mâşâAllah- kapımıza gelmiş. Tir tir titriyor, öksürüyor. : ( Hiç hâli ve mecâli yok. Âdeta adımını atarken zorlanıyor. Bir kedinin şiddetli soğukta yedi saat susuz kaldığında ölebileceğini düşündüğümüz zaman hemen içeri aldık, altına bir şeyler serdik. Önüne su ve yiyecek bir şeyler koyduk. Az bir su içme dışında, hiçbir şey yemedi. Saatlerce zavallı şekilde dizlerini kırıp oturma pozisyonunda bekledi. Yatmadı bile. Buraya kadar okuyanlar endişe etmesinler. Sözümü kötü bir sona bağlamayacağım. Hava kararınca dışarı çıkmak istedi. Dışarı derken, apartmanın içinde yine. Normalde bazı kimseler apartmanın içine almıyorlar ve görseler atabilirler de ama Âlemlerin Rabbi yarattıklarından habersiz değildir. Hamdolsun O'na. Sanırım kömürlüklere falan gitti. Belki tuvalet ihtiyacı vardı. Bugün tekrar kapımıza geldi. İçeri aldık. Bu sefer düne nispeten bir şeyler yedi ve daha iyiydi. Tefekkür... Tezekkür... Aklı olmadığı halde bir kedi bile ekmek yediği kapıyı biliyor ve o kapıya âmiyâne tabirle pislemiyor, vefâsızlık etmiyor. Kendisine akıl verildiği halde Allah'a nankörlük edenler, birbirlerine vefâsızlık ve sadâkatsizlik edenler veya can ve ciğer taşıyan hayvanlara kötü davrananların yaratılış fıtratları ve özlerindeki tabiatları asla bu değildi/r. Ma'siyetlerle kalplerini ve gönüllerini kirleten insan vefâ ve duyarlılıktan da uzaklaşır. İnsanın Tevhîd ve Allah'a teslimiyet fıtratı üzerinde olduğunda icmâ vardır. Buna "İslâm fıtratı" denir. İnsan fıtratı İslâm fıtratıdır; onu isyânkârlığa ve nankörlüğe tağyîr etmeyelim, özümüzden, aslımızdan ve insanlığımızdan uzaklaşmayalım! Bırakalım, her canlı cinsi kendi tabiatına göre yaşasın. Doğal olan da budur! Anormal olan, insânîlikten ve İslâmîlikten uzaklaşmaktır. Bu iki patentin vurulmadığı her amel günah, kötü ve ayıptır. Vesselâm. 1 Ocak 2022 – Cumartesi Hayat Bir Koşudur! Bir anıdan bin tefekkür... Hiç maraton koştunuz mu bilmiyorum. 83-85 arası bir sene... Hoca maraton koşusunda seçmeler yapıyor. Ereğli İHL'den İvriz'e kadar koşulup, dönülecek. İlk gelenler ve belli bir dereceyi yakalayanlar seçilmiş olacak. Koşmaya başladık, bir kilometre, iki kilometre... Yol bitmiyor... Ve koştukça da insan yoruluyor. Bazı arkadaşlar yanımızdan mercedes gibi geçiyorlar, bazılarını da biz geçiyoruz. İleriki kilometrelerde yorulup dinlenenler, koşudan vazgeçenler var. Bazıları da birkaç kişi bir araya gelmişler, bana, muhtemelen arkadan gelen herkese aynı şeyi söyleyip, "biz burada bekleyelim, nasılsa hoca görmüyor. Öndekiler dönüp gelirlerken onlara katılırız. Biz dinlenmiş olduğumuz için de ilk sıralarda oluruz" diyorlardı. Kendilerine, "hoca görmüyorsa Allah da mı görmüyor?" deyip devam ettim. Derece falan beklentim yoktu. Kendimi sonuna kadar zorlayıp bu koşuyu en azından tamamlayacaktım. Dönüş noktasına varıp, okula doğru koşmaya başladım ve sonunda okulun sağ tarafındaki kapıdan içeri girdim. Hoca ve birçok arkadaş ve meraklılar orada bekleşiyorlardı. Hoca hemen beni elindeki deftere maraton takımı listesine kaydetmeye başladı. Ben şaşırdım. Ben bunu hak edecek bir performans ortaya koymamıştım. Sadece maratonu tamamlamak için dişimi tırnağıma takmıştım. Fakat hoca başarılı olduğumu düşünüyordu. Takıma girmek istemediğim halde kaydetti. Gerçekten yeterli başarı gösterdiğimi düşünmemiştim. Ben bu hâdiseden şu dersi çıkardım... Bazı insanlar hayatta, hayat maratonunda başarılıdırlar. Fakat onların sayıları azdır. Bazı insanlar başarı için dişlerini tırnaklarına takarlar; azim, sebât, istikâmet ve istikrârla başarılı olurlar. Bunlar çok başarılı kimselere nispeten biraz daha çokturlar. Bazı kimseler de hayat koşusundan, imtihândan el etek çekerler, fırtarlar ki, bunlar başarısız olanlardır. Sayıları ise çok fazladır. Başarısız kimselerin içinde bir de yalan, aldatma ve sahtekârlıkla kendini başarılı göstermeye çalışanlar vardır ki, bunlar da münâfık tıynetli insanlardır. Kendilerini gizledikleri sürece sayılarını Allah'tan başka kimse tam olarak bilemez. Önemine binâen... Dünya maratonlarında, koşu, köşe dönme ve rekabetlerde birilerini geçmek, bazı skorlar ve dereceler elde etmek şart olsa da, Allah için imtihânda Allah'ın emrettiği şekilde bir iman ile yolda olmak, yoldan çıkmamak ve o yolda ölmek bile bir başarıdır.
Allah'ın râzı olduğu hak yolda olanlara ve o yolda ölenlere selâm olsun. 19 Ocak 2022 – Çarşamba “Hoca” ve “Hocam” Arasındaki “M” Harfinin Önemi! Yirmili yaşlarda iken, İHL’den hocam olan birinin evine ziyârete gidecektim. Hem müsait olup olmadıklarını ve hem de müsaitlerse ziyâret düşündüğümü söylemek için eskiden cep telefonları olmadığı için bir dükkândaki sâbit/kontörlü telefondan ev telefonlarını aradım. Hocamın hanımı telefona baktı. Ben de, “Şaban hoca var mı?” diyerek söze başlayıp, merâmımı anlattım. Yenge hanım da beni gıyâben tanıyıp hayırla yâd ediyor olmaları sebebiyle olsa gerek, benim “Şaban hoca” ifadem onun dikkatini çekmiş ve yadırgamış. Eşi eve geldiğinde de aradığımı söyleyip, kendisinden “Şaban hoca” diye bahsettiğimin altını çizmiş. Daha sonra o hocamla karşılaştığımda yanıma sokuldu, kimsenin duyamayacağı kısık bir sesle, kendisini aradığımda “Şaban hoca” dediğimi, “Şaban hoca” ile “Şaban hocam” arasında fark bulunduğunu, oradaki “m” harfinin çok önemli olduğunu belirtti. Aslında bu uyarısı, sevgi, samimiyet ve hassâsiyete teşvikten başka bir şey değildi. Ben de mahcûbiyetle, “Haklısınız hocam, dikkatsizliğime verin” dedim. Benim mahcûbiyetim karşısında hemen mahcûbiyetimi giderici sözler söylemeyi de ihmâl etmedi. Çünkü amacı, beni utandırmak değildi. Rabbim kendisini sevip râzı olduğu yola muvaffak kılsın ve bu hayatın sonunda da hüsn-ü hâtime ile âhirete göç etmesini/etmemizi nasip buyursun. Gerçekten “hoca” ile “hocam” arasında çok fark vardır. O “m” harfinin varlığı veya yokluğu hitapta, kitapta, bahiste ve söylemde çok şeyler anlatır. Birinde samimiyet, saygı, sevgi, sahiplenme ve gönül birliği vardır; ötekinde ise soğukluk, mesâfe ve resmiyet! Bu olaydan sonra bu hususta çok titiz olmaya başladım. Sevgi, saygı ve samimiyete en azından misliyle karşılık veren ve bir şekilde hoca olarak bilinen kimseden “hocam” diye bahsetmeye gayret gösterdim. Hitap hâricinde normal cümleler kurarken pek “hocam” denmemesi sebebiyle o hususta dahi, iyelik eki olan “m” harfini söylemediğim veya unuttuğum durumlarda o kimsenin kırılıp incinme ihtimâlini düşünerek keffâret ve diyet bâbından tekrar cümle kurup “hocam” ifadesini bir şekilde zikrettim. Bu paylaşım hassâs, hisli, duyarlı, nâzik, anlayışlı ve prensipli kimseler veya bunlara tâlip olanlar için bir ibret nişânesidir. Zira hayata ibret nazarıyla bakanlar küçük-büyük demeden ibretler(in)den büyük dersler çıkarırlar.
Ayrıca paylaşım sadece istifâde edebilecek ve etmek isteyenler içindir. Ma'lûm, bu tür hassâs ve dakîk hususlar birçoğunun ilgi ve ihtimâm alanına girmeyebilir. Onaylamamakla beraber, tabii ki o da bir tercihtir! Fakat hassâsiyet ve duyarlılık kişinin benliğinin bir parçası olduğunda bir hususta değil, her hususta elinden geldiğince hassâs, hisli, duyarlı, merhametli ve anlayışlı olur. Rabbim lütfetsin... Muhtaç olduğumuz her hayrı. Vesselâm. 21 Ocak 2022 – Cuma Fırsatçılık Yapmayanlar da Var! Dünden... Uzun yıllardır kullandığım bir saatim var. En yenisini ona tercih etmem. Çünkü bu kadar zaman bana faydası olmuş bir eşyaya bile vefâ ve kadirşinaslık gerekir. Başkalarının farklı tercihleri de beni ilgilendirmez. Demem o ki, belli bir zaman tık bile demeden bana hizmet eden saat de bir zaman sonra yaşlanıyor kendisi çalışsa da kordonu veya kasası sorun çıkarıyor. Saatimi birçok kez tamir ettirdim. Dün yine saatimin kasasında pin giren yer ve çevresindeki plastik kısım koptuğu ve saati takamadığım için tamirciye götürdüm. Saatçilik yapmış bir kimse olarak söyleyeyim. Bu tamiratı her saatçi yapamaz. İşin ehli, eski toprak biri olması lazım. Öyle birini de tanımıyorum. İşyerine gittim. Bir saatte halledeceğini; ister oturmamı, ister işlerime bakmamı söyledi. O mıntıkada saat tamirinden başka bir işim yoktu. İşlerim daha ötede idi. Ben de o bekleme sürecini çay ocağında çay içmekle falan değil, bir sıla-i rahimle değerlendirmek istedim. Bir abiyi dükkânında ziyâret ettim. Bir saatlik muhabbetten sonra çıkıp hızlı adımlarla saatçiye doğru yöneldim. Hızlı hareket etmeliydim, çünkü bu bir saatlik rötar diğer işlerimi akşamdan önce yapmamı riske sokmuştu. Saatçi abiye vardım. Saatimi alıp, ne kadar vereceğimizi sordum. "On beş lira versen yeter" dedi. Ben önemsediğim, hafızama aldığım ve ibret dersi çıkardığım şeyleri kolay kolay unutmam. Hamdolsun, mâşâAllah. Hemen en az bir sene önce aynı sorun sebebiyle kendisine bu saatimi yaptırdığımda yirmi lira aldığı hatırıma geldi. Ne düşündü bilmiyorum, bu sefer böyle bir tercihte bulundu. Bu durumu hatırlatmayı düşündüm bir an. Ama esnaf işini bilir, ona işini hatırlatmak uygun değildir diyerek geri durdum. Mânen ve hissen ne düşündüyse, onun o güzel düşünce iklimine girip kaos çıkarmanın anlamı yoktu. Demek ki, piyasa adamlarının çoğu, belki de istisnâlar dışında tamamı doları, dövizi, ekonominin kötü gidişatını, şunu ya da bunu bahane ederek deposundaki mallara bile yüzde yüze varan zamlar yapmışken, bu abinin fırsatçılık gibi bir derdi ve talebi yokmuş. Hatta bu pahalılık döneminde daha da ucuz bir fiyata yaptı. Ben üçe beşe bakmam. Önemli olan, mânâdır, muhtevâdır ve kalitedir. Sadece güzel duygu ve düşüncesi ve güzel ameli sebebiyle kendisi için en hayırlı duayı ediyorum: Rabbim ona hidâyet versin ve hüsn-ü hâtime ile bu dünyadan ayrılmasını nasip etsin. Yazdığımdan da, duamdan da habersiz olan bu abi lehine duamı kabul et Allah'ım. Âmîn ecmeîn. 28 Mayıs 2022 – Cumartesi Lise 1'deyim. O yaşta Kung-Fu antrenörüyüm ve İHL'de okuyorum. Havalı ve kendini öne çıkarmayı seven bir yapım fıtrat ve karakter olarak yok. Bu konuda bazı anılarımı da yazdım, yazmadıklarım daha çok. Nâçizâne ben doğallığı, sadeliği, mütevâzılığı ve efendiliği erdem sayıyorum ve seviyorum. Gösteriş meraklılarından ve kendilerini övüp vitrine çıkarma tutkunlarından ise haz etmiyorum. Öyle ama o esnada yaşım da 15-16 civarı. 15-25 yaş arasında insanların nasıl da ergenus hırçınlığında bir psikoloji ve atmosferde yaşadıklarını düşündüğümüzde de abartmadan ve ıslâh amaçlı hoşgörüden de yanayım.
Evet, okuldayım. Koridorda giderken, sevdiğim ve beni seven ve hâlâ görüştüğüm bir hocam yanıma geldi, elini uzattı ve gömleğimin bir düğmesini ilikledi. Gençler dikkat edin, iliklenen düğme ihtiyaç fazlası açık olan bir ilik sadece. O anda yaz mevsimi ve sıcak da olsa, o kadarına gerek yok dercesine hocam böyle davrandı. Siz ne düşünürdünüz? İnanın, abartılacak bir şey olmadığı halde utandım ve tek kelime söylemeden gerçekleştirdiği o pratik uygulamayı hayat boyu dikkate aldım. Acaba abartmadığımızı sandığımız durumlarda da abartıyor muyuz? Bize göre doğru olan şeylerin daha doğrusu da var mıdır? Bunları düşünmek zorunda mıyız? Tefekkürü size kalmış.. 7 Haziran 2022 – Şalı Bugünden... Allah'a Davetin Özel Bir Yeri Olmaz! Bugün bir ihtiyacımız için bazı esnafı ziyâret ettim. Piyasada fiyatlar uçuk olduğu için sanırım ikinci elini bulabilirsek almak üzere işimizi te'hîr ettik. Son vardığım yerde alacağımız ürünün fiyatının yüksekliğiyle açılan sohbet, ticârete, piyasanın durumuna, insanların ticâret anlayışlarına derken, fırsat oluştu teblîğe kapı aralandı. Benim konum, "insanın yaratılış amacı ve Tevhîd" idi. Karşılıklı iki saat sohbet ettik. Hacı abi Tevhîdî meseleleri hiç duymamış gibiydi. İdrâk ve kavrayış, fehm ve akl-ı selîm noktasında gönül okşayacak sözlerden bayağı uzaktı. Eleştiri için değil ama maalesef üzücü görüntü bu idi. Delikanlı torunları olan bir kimsenin en esaslı hakikatlerden habersiz yaşamış olması beni ziyâdesiyle üzdü. Sohbetin sonunda da toplum nazarında ilim sahibi kabul edilen bir kimseyle tanıştığını, görüştüğünü ve alış veriş yaptığını söyleyince daha da çok şaşırdım ve üzüldüm. Toplumun hocaları topluma sadece dünyalık için gitmemeli, onlara âhirete yönelik uyarıcı ve uyandırıcı, düşündürücü ve sakındırıcı şeyler de söylemeliler. Bu nasıl ve ne zaman olacak denilecek olursa, benim cevabım, "imkân ve fırsat olan ilk anda olmalıdır" şeklindedir. Az veya çok, kısa veya uzun, irticâlen veya tahkîken... Ama sadece Allah için, insanca, mü'mince, arkadaşça ve samimi duygularla... Bu sosyal münâsebet tefekkür ve ibret adına bana çok şey düşündürdü. Bu duygu ve düşünceler içinde aşağıya birkaç satır not ediyorum. Rabbim, o amcaya ve evlatlarına hidâyet versin, yazımız da okuyanlar için hayırlara vesîle olsun. Bir hakikat veya hikmet bazen insan gönlünde ve hayatında bir tohum mesâbesinde olabilir. Tanıştığınız, komşu olduğunuz, alış veriş yaptığınız, akraba ortamında bulunduğunuz kimselere fırsatını bulduğunuz ilk anda Tevhîd'i anlatınız! İnsanın yaratılış ve dünyaya gönderiliş amacının "Allah'a ibâdet" ama "yalnızca Allah'a ibâdet" olduğunu ve ibâdet kavramının çok iyi bilinmesi gerektiğini tanış olduğunuz, ekmek alıp su verdiğiniz, bir bardak çay içtiğiniz veya ikrâm etmediği için içemediğiniz kimselere Allah için öğretiniz! İnsana bu ömrün keyif çatsın ve gönlünce yaşasın diye verilmediğini, yaşarsa altmış yılın su gibi geçeceğini ve ölüm meleğiyle bugün olmazsa yarın, bu vakit olmazsa, şu vakitte karşılaşacağını ve bu dünyadaki imtihân fırsatının artısıyla eksisiyle, sevinciyle üzüntüsüyle, umutlarıyla hasretiyle bir gün son bulacağından bahsediniz. Ölüm ve ötesinden bahisler açın, inzâr edin, uyarın, düşündürün ve sakındırın! Kalpler, gönüller, ameller ve diller ne kadar virâne de olsa, umutsuzluğa düşmeden hakkı söylemeye devam edin! 1 Temmuz 2022 – Cuma Kıyâm Allah İçindir; Fânî ve Âciz Kul Kendisi İçin Kıyâm İste(ye)mez! Bir kimse için; haram, mekrûh, câiz ve mendûb ayağa kalkmalar olsa da, kibrinden dolayı kendisi için insanların ayağa kalkmalarını emreden veya isteyen kimse için ayağa kalkmak sahîh Hadîslerin delâletiyle haramdır. İlgili Hadîsleri şerhleriyle siz tespit edebilirsiniz. Ama konuyu birbirine karıştırmadan! Zira taksîmât vardır. Biz haram olanın üzerinde duruyoruz ki, sakınalım! Hiç unutmam... Ölse, yakında ölen şeyh kadar rahmet okuyanı ve cenâzesini dolduranı olması muhtemel bir şeyhin medresesinde iken sabah namazından sonra benim Kur'ân okuduğum esnada şeyh hazretleri (!) içeri girdi. O esnada herkes sesli ezber yapmayı, okumayı ve okutmayı ânında bırakıp ayağa kalktılar ve ellerini bağlayıp huzurda (!) dîvân durdular, kıyâm ettiler. Ben Kur'ân okuduğum için ayağa kalkmadım. Gerçi okumasam da kalkmıyordum ya. Zira şeyh her nereye gelse veya girse, oradakiler hemen ayağa kalkıyorlar! Devam edersek... Benim ayağa kalkmadığımı görünce gözlerini radar gibi bana dikti, ayakta durarak bir müddet baktı ve sonra odasına girdi. Hemen ardından bir talebesini gönderip beni çağırttı. Kibirle değil ama vakâr ve izzetle içeri girdim, bana neden ayağa kalkmadığımın hesabını sordu! SübhânAllah!.. Bu vesîleyle karşılıklı konuştuk, nasihat de ettim. Elhamdülillâh. İşte insanların çoğu bu kimselerin kibirlerinden habersizler ve onları allâme sanıyorlar! Sadece dil bilmek allâmelikmiş gibi! Kendisine: "Kur'ân okuyordum. Kur'ân okumak Allah'la konuşmak gibidir. Ya da Allah'ın okuyanla konuşması gibidir. O esnada Allah'la konuştuğum için sizin için kalkamazdım. Hem neden Kisrâ ve Kayserlerin kendilerinin ta'zîmi için emrettikleri gibi siz de kendiniz için kıyâmı istiyorsunuz? Sanki kral gibisiniz. Siz kral mısınız?" dedim. Şeyh haklılığına o kadar inanıyor olmalı ki: "Evet, kralım" dedi. Ben de: "Sizin gibi kral olmaktan Allah'a sığınırım. Ben, Rabbânî ilim ehli olmayı tercih ederim" dedim. Dikkat edin, size din adına akıl verenlerin çoğu bu tür kimselerin karşısında el pençe dîvân durup, neredeyse rükû'a varacaklardır! Bu şekilde hakkı söyleyebilmeleri hiç mümkün müdür?! Haddizâtında hakkı söyleyebilmek için bâtılı görebilmek gerekir. O da bu gibi durumlarda hak ehline zâhir/açık olur. Allah'ın tahkîr ettiğini ta'zîm ederek, bunu câiz hatta vâcip görerek gerçekleştirilen kıyâmın şirk olacağını da unutmayalım! Diğer üç ayağa kalkma çeşidine değinerek sözü uzatmak istemiyoruz. Bilmeyenlerin onları öğrenmeleri de kendi görevleri olsun. Biz en önemlisinden ve tehlikelisinden sakındırdık.
Ayrıca Hadîsleri "İslâmî temel eserler" olarak bilinen klasik kaynaklardan Rabbânî âlimlerin açıklamalarıyla okumaya gayret edelim! Bu ümmetin kurtuluşu evveline ihsân ile ittibâ ile olur. Evvelkilerden habersiz ve onlara sırt dönmüş âhirinin hevâ ve heveslerine uymakla değil! Vesselâm. 26 Ağustos 2022 – Cuma Analık Her Yerde ve Her Canlıda Analıktır! Bu sabah saat sekize doğru kedimize et götürdüm. Kedimiz, mâşâAllah bir ay, bir hafta önce üç tane yavru doğurdu. Üç tane bebesi var yani. Eti kendisine verdim. Eti ağzına aldı sonra yemek yediği kendi alanından ayrılıp yavrularına yakın, sergili bir yere gitti. Ağzındaki eti yere koydu. Bizim anlayamadığımız şekilde yavrularını çağırdı. Her üçü de hemen yanına geldiler. Minnoş Kedi Hanım etin kemikli taraflarını kırıp kolay yenilecek hâle getirdi. Bu arada da sanırım birkaç gündür yemek yemeye yeni başlayan yavrularına nasıl yiyeceklerini öğretiyordu. Daha sonra kenara çekildi. İki arka ayağının üzerine oturdu ve iki ön ayağı dik vaziyette ve asîl şekilde yavrularının eti yemelerini beklemeye başladı. Duruşu ve bakışı o kadar etkileyiciydi ki, anlatamam. Bazen göz göze geliyorduk. O, Allah'ın izni ve yönlendirmesiyle ne yaptığını çok iyi biliyordu. Hayvanlarda bizim için gerçekten büyük ibretler var. Aslında bu tür şeyleri biliriz ve zaman zaman görmüşüzdür ama işin içinde, bir ve beraber olmak çok farklı bir duygu. O kadar etkilendim ki. Ana kedinin kendisi de sabah vakti aç olmasına rağmen ete dokunmuyor, yavrularının yemesi için onlara götürüyor, kolay yemeleri için yardımcı oluyor ve yanlarında bekliyordu. Kedide asâlet, köpekte sadâkat derler ya, asâlet bu olsa gerek. Fedâkârlık ve ferâgat!
Minnaklar bir miktar yediler ve oynamaya başladılar. O zaman ana kedi kalan az parçayı yemeye başladı. O kadar azdı ki, bir dakika sürmedi kalanları bitirmesi. Yerdeki küçük parçaları arıyor ve et bulaşan yerleri yalıyordu. Rabbim, iman, ihlâs ve merhametimizi artırsın. O anda kelimelerin ifadeden âciz kaldığı duygular yaşıyorsun. Hemen evden bir parça et daha alıp yanlarına gittim. Bu eti ana kedinin tek başına yemesini arzu ediyordum. Eti önüne koydum. Ağzına aldı ve hemen yavrularının oynadığı yere gitti, yere koydu ve tekrar onları çağırdı, onlar da hemen geldiler ve yemeye başladılar. SübhânAllâh! Yâ Hû, kendisi aç ama yavruları iyice doymadan yemiyordu. Fedâkârlığı ayrı bir güzellik, onların henüz doymadıklarını bilmesi ayrı bir ibretlik! Yavruları doyup çekildikten sonra kalanları yemek hem kanâat hem de ferâgat! Binlerce kere mâşâAllah! İbret alacak çok şey var! Fe-TebârekAllâhu Ahsenu'l-Hâlikîn! 21 Aralık 2022 – Çarşamba Sırf Tartışmada Yenildi Diye Nefis Yaptı! Geçmiş zaman, yirmi dört yaşındayım. Bir tarîkatta asâleten, üç tarîkatta da vekâleten şeyh olduğunu iddia eden ve bazı mürîdleri de olan birisinin medresesinde Nahv dersi alıyorum. Sû-i zan ihtimâline set çekmek için burada sözümü balla kesip, kısa îzâhât yapayım. Ben medrese ilimlerini tek yerde ve tek kişiden ikmâl etmedim. Birçok medresede ve özel derslerle ikmâl ettim. Medreseden önce de yaklaşık on dört yıldır ilimle meşgul idim. Hemen belirtelim, medrese ilimleri önemlidir, alınmalıdır ve olmalıdır ama herşey değildir; kuşun bir kanadıdır. Kişi kendini hâricen de yetiştirmelidir. Hatta bu yön çok iyi ihyâ edilmelidir. Yoksa tek kanatlı kuş uçamaz. Devam edersek; birgün şeyhin sponsor, zengin, elit mürîdleri geldi. Şeyhin âdeti olduğu üzere misâfirler gelince veya biri kendisine soru sorunca genelde cevap vermez, sözü bana paslardı. Belki yanlış cevap vermekten endişe ettiği zamanlarda ve bir de "talebesi böyleyse şeyh nasıldır acaba?" dedirtmek için sanırım. Evet, hocanın odasındayız ve tasavvuf hakkında konuşuluyor. Bu mesele de öyle etraflı ki, serbest bir sohbetle konu açıldıkça açılır. Mürîdler şeyhe sorular sormaya başladılar. O da, beni bu sohbetin içine çekti. Ben konuşunca rahatsız oldu. Sözlerimi önce te'vîl etmeye çalıştı, olmayınca da ikili diyaloğa girip dediklerimi iptal etmeye uğraştı. Fakat başaramadı. Bu sefer misâfirler aramızdaki tartışmanın nasıl sonuçlanacağını merak etmeye başladılar. Zira reel hayatın gerçekleri ve doğal hayatın akışı içinde yapabilecekleri birşey yoktu. Onun için topa da giremiyorlardı. Neticede, hayatta gördüğüm en etkili konuşan ve en iyi demagoglardan biri olan şeyhi tasavvuf hakkındaki bu tartışmada delillerle yendim ve susturdum. O da yenilgiyi hâliyle ve tavrıyla kabul etti. Mürîdleri ise, şaşkındı. O günün ertesi, şeyh yanıma geldi. Ve bana, hayatında benim gibi bir talebesi olmadığını ama medreseden ayrılmamın uygun olacağını söyledi. Çünkü böyle yapmazsa, mürîdlerinin yanında kendisini bir anlamda susturmamın dedikodu olacağını ifade etti. Daha öncede bu konularda kendisiyle konuştuğumuz ve tasavvufa yönelik düşüncelerimi bilen şeyh aslında ters köşe olmadı. En azından, ben ters köşe yapmadım. O bile bile, havaya girdiği için ters köşeye yattı. Bu çerçeveden bî-haber olmadığı için de, "aramızda konuşsaydık sorun olmazdı" dedi. Bu bir anlamda anlayışlılık gibi gözükse de, beni sohbete, cevap vermeye ve tartışmaya kendisi çekmişti. Ben patavatsızlık, görgüsüzlük ve yabanilik yapmamıştım ki. Yapmam da zaten. O da biliyordu ve bu sebeple de benimle samimi diyalog kuruyordu. Dersle meşgulken yanıma gelip, muhabbet ediyordu vesâire... Ben de kendisine, "bir medrese ayarlayıncaya kadar müsâade var mı?" dedim. Aslında beni göndermek istemediğini, takdîr ettiğini falan söyleyip, yer buluncaya kadar müsâade olduğunu söyledi. Bu sefer de başka bir şeyhe bağlı bir müderrise ait bir medrese buldum. Medreselerin neredeyse yüzde doksanı sûfîmeşrep... Sözü uzatmayalım, medrese buluncaya kadar üç ay geçti. O dönemlerde medrese imkânları çok kısıtlıydı. Şimdilerde ise, varlıkta ve çoklukla insanlar kıymet bilmez oldular. Bu üç aylık sürede hocadan ders almadım. Okumakta olduğum Nahv kitabına medresenin bahçesinde ağaçların altında, çimlerin üzerinde kendim devam ettim. Hoca arada yanıma gelip, "nasıl gidiyor?" diyerek muhabbet ediyor ve gayretim için iltifâtlarda bulunuyordu. Hayat, öncesiyle sonrasıyla su gibi akıyor. Diyeceğim o ki, bir kişinin yüzüne karşı yiğitçe hakkı söyledik diye medreseden ihrâç edildik. Oysa yiğit insanlar sevilir; arkadan konuşanlar, yüze karşı iki yüzlü olanlar yerilir. Böyle olmalıdır... Yanında, edep, efendilik ve samimiyetle hakkı söyleyenden değil; arkadan konuşanlardan uzak durmak gerekir! Zira arkadan konuşan, kendisini savunacak ve cevap verecek durumda olmayan kimse hakkında yalan dolanla, abartarak ve kabartarak, yanlı, yanlış ve yönlendirmeli konuşur, kendisine yontar! En azından, sû-i zan ve gıybete girer! Yalan, iftirâ ve kul hakkı da cabası! Bunlar fâsık ve mücâhir olmayan mü'minlerle ilgilidir. Bu sözlerin bile fıkhı, şerhi, detayı ve taksîmâtı vardır. Sakınmamız ve müttakîlerden olmamız duasıyla... 15 Ocak 2023 – Pazar Bu Sabah Yaşadığım! Hayatta her şeyin, bir yaprağın düşmesinin bile mutlak bir irâdenin ilmi, izni ve kontrolü dâhilinde olduğuna dâir bu sabah yaşadığım bir ibret nişânesi... Bu tür bir paylaşım uzun zamandır yapmıyordum. İbret, i'tibâr, tefekkür ve şükür Allah'ın emri olduğu için bazen bu minvâlde de paylaşım yapıyoruz. Az önce fırına giderken, "kahvaltı için bir tane poğaça alayım" diye düşündüm. Sade tercîh etmediğim için patatesli mi yoksa peynirli mi olsun diye düşünüyordum. İkisini de severim. Ama bir tane alacaktım. Sırasıyla önce patatesli, sonra peynirli, en sonunda da tekrar patatesli uygun diye düşündüm. İlk etapta patatesli düşünüp, sonra vazgeçip, tekrar ona dönmemin nedeni, içinin az olmasıydı. Ben, içini bol severim. Nihâyet fırına girdim ama ekmek alınca fikrim değişti. "Kahvaltıda yiyeceğimiz birkaç lokma değil mi? Aldığım ekmeklerden birinin yarısını yesem, kâfî..." dedim içimden. Aslında hepimiz Allah'ın verdiği akıl, fikir ve irâde ile kendi iç âlemimizde bu tür şeyleri hep yaşarız. Anlık veya birkaç dakikalıktır. Bazen de karasızlıklarla daha da uzun sürebilir. Fakat yazıya dökünce âdeta hikâye çıkar ortaya. Neyse, bu hâlet-i rûhiye içinde kasaya geldim. Aldığım dört ekmeğin parasını verip çıkacaktım. Verdim de. Tam çıkıyordum, fırın sahibi: "Sevgili hocam, bir saniye bekler misin?" dedi. Bekledim ve ona döndüm. Bana küçük bir kese kağıdının içinde fırından yeni çıkmış bir şey uzattı. "Bu yeni ürünümüz, deneyin lütfen" dedi ve ekledi: "Herkes nasibini yer." Teşekkür ettim ve bereketli olması için dua ettim ve çıktım. İçimden, "et ürünleriyle yapılmışsa yemem" diye geçiriyordum. Eve geldim ve baktım ki, içi bol patatesli bir şey. Tıpkı eskiden köy evlerinin tandırlarında yapılanlara benziyordu. İçinde patates kavurması vardı ve boldu. Elhamdülillâh. MâşâAllah, lâ kuvvete illâ billâh. Şimdi düşünelim, içimden geçenleri o kimsenin bilmesi mümkün değil! Ama her şeyi, kalpleri ve gaybları bilen Rabbimiz bilmekte. Ve nasibimiz olan o şeyi bize vermekte. Hem de gönlümüzden geçene uygun şekilde... Hem patatesli, hem içi bol, hem de sıcak... Nasipten öte yol olmadığı gibi, nasipten kaçmak da mümkün değildir. İnsanın nasibi ve rızkı mutlaka kendisini bulur. Âdeta bir gölge gibi takip eder. Sebepler değişebilir ama mutlak irâde sahibi, sebeplerin de hâlıkı olan Allah'tır. Hamden lillâh. Bu ibret, hayatta hiçbir şeyin tesâdüf, rastlantısal, rastgele ve kontrolden çıkmış olmadığının açık bir delilidir. Bu tür şeyleri insanlar, farkedip, düşünüp, ibret aldıkları kadarıyla hayatlarında yüzlerce ve binlerce kez yaşarlar. Rabbimiz, âfâkî ve enfüsî delillerin farkında olmayı, şuûruna varmayı, imanı artırıp istikâmet üzere kalmayı ve İslâm üzere ölmeyi bizlere nasip etsin. 23 Mayıs 2023 – Salı Üzgünüm Çok... Minnoş'umuz, Mercan'ımız, asil kedimiz, bizlerle âdeta gözleriyle konuşan, akıllı, merhametli, fedâkâr, cefâkâr ve vefâlı kedimiz artık yok. L İki gün önce ısrârla dışarı çıkmak istedi. Çıktı ve uzaklaştı, o gece dönmedi. Ertesi gün ikindi vaktinde geldi. Arkasında dört beş tane erkek kedi vardı ve onlarla mücâdele ediyordu. Deponun penceresini açtık, girmesini söyledik ama girmek istemedi. Gece 12'de bile bahçede ve yollarda aradım ama yoktu. İkinci gece de gelmedi ve o gece yağmur yağdı ve çok soğuktu. O ise dışarıdaydı. İkinci gün ve gecesinde o erkek kedilerle ne mücâdeleler, ne köşe kapmacalar, ne kaçmalar, ne yüksek yerlere tırmanmalar ve ağaçlara çıkmalar yaşadı. O erkek kedilerden bir tanesi ile bile insan olarak biz mücâdele edemiyoruz, baş edemiyoruz. O güçlü kuvvetli hayvanlardan kedimiz tek başına neler çekti kim bilir! L Sabah 10 gibi komşumuz haber etti. Kedimiz gelmiş, sürünerek de olsa apartmandan içeriye kendisini atmış. Tepeden tırnağa ıslanmış, her tarafı çamur, ölü gibi yatıyor ve acı içinde inliyor. L Komşu, kedimizin evin önünde yattığını söyleyince bu görüntüyü tahmin etmemiştim. Hâlini görünce şok oldum. Çaresizlik ve elinden bir şey gelmemek! O ânın özeti! Allah'tan başka sığınak ve yardım istenecek merci yoktur. İnnâ lillâh... Biz O'na tevekkül ettik, O'ndan sağlık, şifâ ve âfiyet dileriz. Gözümüz gibi esirgediğimiz, yağa yatırıp, bala batırdığımız güzel kedimiz acılar içerisinde inliyordu. Arka sol bacağı da kırılmıştı. Nasıl oldu, Allah bilir! Kovalamaca, stres, yorgunluk, uykusuzluk, açlık ve susuzluk derken, o zayıf bedeniyle bir de acıyla mücâdele ediyordu. Hâlâ da diğer erkek kediler onu beş dakika rahat bırakmıyordu. Biz kedimizin başında bekliyor ve diğer kedileri kovuyorduk. O an insan tefekkür etmeden duramıyor, elli saat boyunca bu zavallı hayvan nerelerdeydi ve neler çekti onlardan?! Ne kadar veteriner aradıysak ağızlarını iki şeyle açtılar ve iki şeyle kapattılar. Para ve ayaklarına bekleme! Çünkü el âlemin hep işi gücü vardır! Paradan dem vurmasını bilirler ama âcil bir vak'a için tenezzül edip de hemen gelemezler! Veterinerlere telefon edip gelmelerini bekleyinceye kadar iki saat geçti. Kedimizin hayâtî tehlikesi var, bilmiyoruz belki de can çekişiyor. Cerrâhî müdâhale gerekiyor. Durumu îzâha çalışıyorsun ama kime ne anlatıyorsun?! Sonra belediyeden hayvanlarla ilgilenen bir ekip çağırdık. Onlar da hayvan barınağına götüreceklerini orada veterinerler olduğuna söylediler. Bize de kedimizi bir daha göremeyeceğimizi ve ayrıca arkasını aramayacağımıza dâir de bir tutanak imzalamamız gerektiğini ifade ettiler. Geldiklerinde hayvanı görür görmez, "bu hayvan ölüyor" demelerine rağmen, işi bu şekilde yokuşa sürmeleri gerçekten çok saçma! Kedimizi bırakmak istemiyorduk, onlara gitmelerini söyledik. Daha sonra Büyükşehir'den hayvanlara müdâhaleyi olay yerinde ambulansta yaptığı söylenen daha yetkili ve donanımlı bir ekip çağırdık. Bunların arasında veterinerler de vardı. Kısa sürede geldiler. Âcilen Tıp Fakültesi'ne götüreceklerini söylediler. Yani hemen tedavisi yapılacaktı. Önce 'sağlığı' dedik. Onlar da tedaviden sonra kedinin hayvan barınağına bırakılacağını ve bizim bir daha göremeyeceğimizi söylemelerine rağmen içimiz sızlayarak, gözlerimiz yaşararak, dualarla 'tamam' dedik. O sağlığına kavuşsun ve mutlu olsun da, biz onu hatıralarıyla da severiz. 🙁 Kendini perişan bir halde can havliyle kapımıza atan, tatlı, güzel Minnoş'umuz! Her türlü tehlikeden ve kötü insanlardan Rabbim seni korusun. Sen evimizden bir candır, bir nefestin, Yüce Rabbimizin dilsiz bir kuluydun. Gittiğin yerde mutlu ol! Bizim sana gösterdiğimiz sevgi, şefkat ve ilgiye muhtaç olma! Allah'a emânet ol; güzel, tatlı, şirin kedicik... 23 Mayıs 2023 - Salı Saat: 13:15 25 Mayıs 2023 – Perşembe Bir Kediden Daha Fazlası, Can Dostumuz Minnoş'umuz Öldü! بسم الله توكلت على الله ولا حول ولا قوة إلا بالله İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. L Göz yaşarır, kalp hüzünlenir ama biz Rabbimizin râzı olmayacağı bir şeyi asla söylemeyiz. Salı günü sabah saat: 10.00'da Minnoş'u o halde gördüğümden şu âna kadar tam 59 saat geçti. Ama 59 saattir ne üzüntüm ne de içimdeki sıkıntı geçti. Hep Rabbime dua ettim, hayırlısını istedim, kedimizin hayırlısıyla bize dönmesini diledim. Fakat ecel dolunca elden bir şey gelmiyor. İlk andan itibâren üzüntümün ve sıkıntımın geçmemesinin bir hikmeti varmış. Kedimizin durumunun kritik olması sebebiyle ölebileceğini kalbim demek ki hissetmiş. Üzüntümün devamı da ondanmış. O güzeller güzeli, akıl küpü, eve gelirken ve depoya inerken birkaç yerde beni bekleyen, ben yetişince benimle beraber yürüyen, yabancı biri gelirken olduğu yerde durup o geçtikten sonra yoluna devam eden, adam geçmez ve orada beklerse geri dönen, akıllı, asil ve hisli kedimiz Salı günü saat: 13.15'te buradan götürüldükten sonra o gün akşam vefât etmiş. Bugün bize bilgi verdiler, az önce haberim oldu. Arka ayağı/bacağı zaten kırıktı, bir de iç kanaması varmış, travma geçiriyormuş vs... Gerekli müdâhaleleri yaptıklarını söylediler. İşte buna da kalbim pek inanmıyor. Hayvan olduğu için, ihmâlkârlık ihtimâlini yüksek görüyorum. HasbunAllâh... Üzüntümü tariften kelimeler kifâyetsizdir. Bazı şeyleri yaşayanlar bilir; dostlar ve kalplerinde rikkat, hassâsiyet ve merhamet olanlar anlar. Çok üzgünüm. Yıllarca yaşanmışlık, güzel anılar geride bırakarak kedimiz öldü. L Kendisini acılar içinde gördüğümüz o son üç saati hiç unutamıyorum. O ma'sûm ve dünya tatlısı kedimiz çaresiz şekilde yerde yatıyordu. O, vücudunda küçücük bir toz, kir, leke olsa, onu temizlemeden rahat edemeyen tertemiz kedimiz acılar içinde yerde ıslak ve çamurlu şekilde inliyordu. Canının derdine düşmüştü. O anda üzerine konan sinekleri bile rahatsız etmesinler diye kovalayan biz, birşey yapamıyorduk. Üşüyor olabilir mi, üzerine örtü ortelim mi diye soran biz öylece üzülerek ve dua ederek veteriner bekliyorduk. Âcil çareler düşünüyor, orayı burayı arıyorduk. Kimimiz dışına, kimimiz içine ağlıyordu. Şu satırları zor yazıyorum. Sözcükler boğazımda düğümleniyor. Bazı âlimler; cennetliklerin cennette istedikleri ve canlarının çektiği her şeyin kendilerine verileceğini müjdeleyen Âyetlerin tefsîri sadelinde, dünyadayken çok sevdikleri hayvanların da buna dâhil olduğunu ifade ederler. Allahu A'lem. Rabbimiz bizleri şirkten korusun, iman selâmeti ve istikâmet versin ve hüsn-ü hâtime olarak da cennet ehlinden kılsın; sevip istediği ve canının çektiği her şeye nâil olanlardan, sevdiklerine kavuşanlardan eylesin. Dünya ve âhirette Rabbimizden af ve âfiyet dilerim. لله الأمر من قبل ومن بعد ويومئذ يفرح المؤمنون "Önünde de sonunda da emir Allah'ındır. O günde mü'minler sevineceklerdir." (Rûm: 4) Ve âhıru da'vânâ eni'l-hamdu lillâhi Rabbi'l-Âlemîn. 26 Mayıs 2023 – Cuma Minnoş'umuzun Ardından... Minnoş'umuz çok özel ve velûd bir kediydi. Beş kez doğum yapmıştı. Fıtratına müdâhale etmemek için kısırlaştırmamıştık. Kısırlaştırmayı gerektirecek bir sağlık sorunu da yoktu. Düzenli şekilde üç yavru doğururdu. Yavrularından birisi de kendisine benzerdi. İlk iki doğumunu yaptığında kendisiyle dışarıda ilgileniyorduk. Havalar soğuduğunda ona yuva yapıyorduk, üşümemesi için tedbirler alıyorduk. O da ara ara kapımıza gelirdi. İlk doğumdan olan yavrularını köpekler boğmuştu. İkinci doğumundan olanların da ikisini yine köpekler boğmuş; "Duman" isminde bir tane kalmıştı. Onu da köpek ısırmıştı. Yaralı olduğu için özel veterinere göndermiştik. Veteriner Hanım ilk tedavisini yaptıktan sonra orada bulunduğu süre içerisinde artık alıştı kaçmaz diye düşünerek bırakmış, kedi de fırlayıp kaçmış gitmiş. Şu acımasız dünyada hayatta mıdır, değil midir ancak Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz bilir. Kedimiz sonra üçüncü kez doğum yaptı. Yine üç taneydi. İkisi beyaz, birisi de tıpatıp kedimizin kendisine benziyordu. İki beyazı iki komşumuza; kendisine benzeyeni de bir kardeşe verdik. O da ona, âkıbetini bilmediğimiz, annesinin ikinci doğumundan kardeşi olan Duman'ın adını vermiş ve hamdolsun şu an yaşıyor. Komşulara verdiğimiz diğer iki beyaz kediyi ise maalesef köpekler parçaladı. Kedimizin dördüncü doğumundan da üç bebesi oldu. Onları da evimizin karşısında, bahçeli/tarlalı evi olan komşumuza verdik. Onlar da hayattalar. Hatta bir tanesinin birkaç ay önce dört tane yavrusu oldu. Minnoş anneanne de olmuştu. Bu üç yavruya ve onların yanındaki diğer kedilere düzenli olarak her gün yiyecek götürüyorduk ve götürüyoruz. Onların yanından geldiğimizde Minnoş onların kokusunu alır ve o kedilerin dokunduğu yerleri koklardı. Analık içgüdüsüyle kediler bile yavrularının kokusunu alıyorlar ve unutmuyorlar. Bunu defalarca tecrübe ettik. Bir yavrusunu sadece sağ elimizle sevdik, sol ile değmedik; Minnoş sadece sağ tarafımızı kokladı ve yaladı. Bazen de sadece sol elimizle ve sol tarafımızla sevdik, sağımıza iliştirmedik; bu sefer de Minnoş sadece sol tarafımızı kokladı. Hatta üçüncü doğumundan hayatta olan tek yavrusu olan Duman'ın bulunduğu eve misâfirliğe gittik. Bu kedi, Minnoş'umuzun kopyası gibiydi ve tam bir ev kedisi olmuştu. Kardeşimizin söylediğine göre, eve misâfir veya yabancı birileri geldiğinde kedi kanepelerin arkasına saklanıyor ve onlar gidinceye kadar çıkmıyormuş. Biz de bazı kardeşlerle misâfirliğe gitmiştik. Sohbet ediyorduk ve sol elim de kanepenin kenarında duruyordu. Kanepenin arkasında saklanan Duman bir anda zıplayarak sol elimde oynamaya başladı. Kardeşimiz şaşırmıştı. "Hiç böyle bir şey yapmazdı" demişti. Sohbet gereği takılmadık, devam ettik. Daha sonra da sağ elimi kanepenin kenarından uzatıyordum. Bu sefer de kanepenin arkasından çıkıp, elimin olduğu yere geldi ve elimi yalamaya başladı. Orada kardeşlere de söyledim, bu annesinin kokusunu almaktan başka bir şey değildi! İbret, merhamet, şefkat, fedâkârlık ve vefâ dersleri çıkarmamız için hayvan daha ne yapsın? Kaldı ki, ibret alabilenler için daha neler var neler?! Devam edelim. En son 10 Şubat'ta beşinci doğumunu yaptı. Yine üç tane yavru dünyaya getirdi. Şu içinde bulunduğumuz Mayıs ayının 10'una kadar tam üç ay o yavruların güzelce büyümeleri için hem Minnoş, hem de biz seferber olduk. Yavruları büyüttük ve birini bir yere, ikisini de şehir dışında bir yere verip sahiplendirdik. Onlar adına sevinmiştik ama daha sonra Minnoş sebebiyle üzüleceğimizi, hem de 13 gün sonra, nereden bilebilirdik? L Güzel kedicik, yavrularının büyümesini ve sahiplendirilmesini mi bekledin? 🙁 Şu an Minnoş'umuzun yedi tane yavrusu hayatta ve bir de dört tane torunu var. İkinci doğumundan olan ilk "Duman" isimli yavrunun yaşayıp yaşamadığını ise bilmiyoruz. Allah, yaşayan yavrulara ve tüm ma'sûm kedilere, hayvanlara yardım etsin; onları her türlü tehlikeden ve kötü insanlardan korusun. Rabbimiz bizlere de, dinimiz, dünyamız, ehlimiz ve malımız hususunda dünya ve âhirette af ve âfiyet versin. Allahümme âmîn ecmeîn, yâ Rabbe'l-Âlemîn ve yâ Erhame'r-Râhımîn. 26 Mayıs 2023 - Cuma
26 Temmus 2023 – Çarşamba Nostalji ve Anılar! √ Geçmiş zaman, orta üçüncü sınıftayız. Arapça dersinde hoca hepimize dönemin sonunda Arapça hikâyeler dağıttı. Ve: "Bu hikayeleri okuyun, on beş tatilde tercüme edip gelin" dedi. Tabii ben bu kısa zaman zarfında büyük bir gayret gösterip tercüme ettim. Ama hoca verdiği sözü unuttu. Ben hatırlatacaktım, sınıfta hiç kimse tercüme etmemiş. Parmak kaldırıp hocaya sözünü hatırlatmaya tevessül ettiğimde, arkadaşlar engel olmaya çalıştılar ve beni ikna etmek için de: "Hoca onu sadece okuyun pratiğinizi geliştirin diye verdi, ödev değildi, tercüme edilmeyecekti" dediler. Yani benim yanlış anladığımı söylemeye çalıştılar. Peki, o zaman benim hocaya hatırlatmama neden engel oldular? : ) Ben de yapı olarak inatçı ve ısrârcı bir insan olmadığım, özellikle de vitrin, gösteriş, şekilcilik ve oyunculuk sevmediğim için: "Tamam, öyle olsun" dedim ve üzerine düşmedim. Sebep bu değil ama zaten hocanın vereceği 10'a da ihtiyacım yoktu; çünkü Arapça'da okul birincisiydim. √ Tam hatırlamıyorum, İmam Hatip'te lise 1 veya 2. sınıfta iken Fıkıh hocamız on beş tatile gireceğimiz zaman bizlere "Emsile" dağıttı ve Emsile'yi ezberleyip gelene 10 vereceğini söyledi. Ben on beş tatilde ezberledim. Okul açıldığında bu hoca da verdiği sözü unuttu. Ben söyleyecektim, fakat sınıfta kimse ezberlememiş, benim de söylemememi rica ettiler. Onların hatırına 10'dan vazgeçtim. : ) Allah'ın adâleti; aynı hocanın dersindeyiz. Ben hırsızlıkla ilgili Âyetlerin (Mâide: 38, 39) tefsîrini yazmıştım. Bana okumamı söyledi, okudum. Tüm sınıf dinledi ve hoca çok etkilendi. Hemen not defterini çıkardı, bana sözlü notu olarak 10 verdiğini söyledi. O hocanın sözlü notu oldukça kıt olduğu için arkadaşlar çok şaşırdılar. Hatta sıramdaki yakın arkadaşım da dâhil, sesli şaşkınlık izhâr edenler oldu. Belki de kıskananlar... ( : Nasipte varsa mutlaka bir şekilde geliyor. √ Lise birinci sınıfta Matematik'ten yazılı olmuştuk. Okul genelinde totalde okul birincisi de sınıfımızda bulunmasına rağmen sınıfta benim dışımda herkes zayıf almıştı. Zayıf almayan tek kişi bendim. Bu benim için güzel ve anlamlı bir anı oldu. Hoca: "Demek ki, çalışan zayıf almıyor! Çalışan başarıyor" diye beni örnek göstererek, bütün istek ve ısrârlara ve soruların çok zor olduğunun söylenmesine rağmen yazılıyı iptal etmedi! ✓ Anı bitmez, fakat biz bir tane daha kaydedip, bu satırlara son verelim. İHL yıllarım boyunca benim sıra her zaman üç kişiydi. Ben de işin garip tarafı, üç kişi oturmayı sevmem. Fakat imkân olsa, dört kişi oturacaklar benim sırada. Millet ikişer ikişer otururken... Hâsılı; lise sondayız, benim Matematik notum 9. Yanımda da şu an bir üniversitede Fıkıh hocalığı yapan kadîm bir arkadaşım var. İmam Hatip'i benden kopyalarla bitirdi. : ) Sadede gelirsek, o arkadaşın dersleri genelde iyi değildi, aklı fikri futbolda, top oynamaktaydı. Benim yanımda oturduğu için benden aşırdığı bilgilerle bir şekilde yolunu buluyordu. Matematik dersinden yazılı olacağız, hoca da çok titiz. Sınıfı A, B ve C gruplarına ayırarak, her gruba farklı sorular hazırlamış. Kağıtları sıralara dağıtırken, bizim sırada üç kişi olduğundan mütevellit olsa gerek, hoca yanlışlıkla bana A grubunu verince, ona da A vermiş. Arkadaş bana sessizce söyledi ve çok seviniyordu. Ben hemen parmak kaldırıp hocayı uyaracaktım, arkadaş elimi tuttu: "Söyleme" dedi. O yaşlarda insan sanırım çocukluktan yeni kurtulmuş, gençliğin ilk yılları, arkadaş canlısı oluyor! Yani biraz duygusal hareket ediyor. Gençlik ve tecrübesizlik işte! Devam edersek, yazılı esnasında ben ne yazdıysam arkadaş aynen yazdı. Kağıdın üzerine elimi, kolumu koyuyorum diye fırça bile yedim. Benim yazdığım cevapları; ben kaçıncı sorudan başlıyorsam, cevapların sıralamasına hatta kağıdın hangi tarafına yazıyorsam onlara varıncaya kadar, her şeyi tıpatıp yazıyordu. Yâ Hû, bir tasarrufta bulun, kendinden bir şeyler kat! Nerdee?! Bu yüzden sessizce uyardım. Çünkü âdeta fotokopi gibi kopya çekiyordu. Kendisine "kopyacı" diyenleri haklı çıkarırcasına! Neyse, buraları hızlı geçelim. Yazılı bitti, ertesi gün veya birkaç gün sonra hoca yazılıları okumuş. Herkesi kaldırıyor ve kaç beklediğini soruyor, sonra da notunu söylüyor. Önce o arkadaşımı kaldırdı, kaç beklediğini sordu. Nereden bilsin kaç beklediğini, adam kopya çekti?! : ) Attı kafadan: 7, dedi. Hoca da: "Çok mütevâzısın, 9" dedi. Arkadaş sevincinden uçuyor. Sonra bana sıra geldi, kaç beklediğimi sordu. Ben de içimden, "Benden kopya çeken 9 alıyorsa, benim 10 almam gerekir" diye düşündüm ve 10, dedim. Ne dese beğenirsiniz? 8, dedi. Ben normalde derslerde 7-8 gibi notları değil; 9-10'u hedefler(d)im. Bu durum beni memnun etmedi. Hocaya itiraz etmeye kalktım. Ama arkadaş kendisi için riskli olduğunu düşünerek itiraz etmemem noktasında yalvardı. Arkadaşımı kırmadım; itirazdan vazgeçip, 8'e tamam dedim. Anılar bitmez de, bunlar öğrencilik yıllarımda hemen hatırıma gelen anılarım. Biraz daha detaylısını 2 Mayıs 2020 tarihinde internet günlüğümde yazmıştım. Rabbim, hâlimizi, istikbâlimizi ve âkıbetimizi hayreylesin! Bu günümüzü ve yarınımızı dünümüzden ve geçmişimizden daha hayırlı etsin! Bizleri Müslimler olarak yaşatsın, Müslimler olarak vefât ettirsin ve sâlihlere ilhâk buyursun! Hak ve hidâyet üzere olmayan yakınlarımıza ve tüm Ümmet-i Muhammed'e hidâyet nasip etsin! Âmîn. 18 Ağustos 2023 – Cuma Bir Yetimin Çığlığı! Biz küçük yaşta yetim kaldık, yetim büyüdük... Hüzünle arkadaş olduk... Şaka şamata bilmedik, erken yaşlarda olgunlaştık... Bakışımızda, düşünüşümüzde ve susuşumuzda hep bir mahzûniyet ve ibret vardı... Tevekkülü, şükrü, kanâati, tevâzuyu, onur ve iffeti küçüklükten itibâren ta'lîm ve terbiye ettik... İlkokul yıllarında bizim yetimliğimizi bilen bildi ve vefâsızlık etti ama hamdolsun orta ve lise dönemlerinde herkes bizi ihtiyaçsız bildi! Bunun birçok nedenleri var... Karakter, şahsiyet, ağlamamak, sızlanmamak ve şikâyet etmemek vs. anlamlarda onurluluk, derslerde başarı, sosyal aktivite olarak sporculuk hatta sporda antrenörlük, küçük yaşlardan itibâren spor salonlarında hocalık vesâire... Bu faslı üstünkörü ve kısa geçmek istiyorum... Annem küçüklüğümüzden itibâren bir söz söylerdi. "Bir erkeğin yaptığı işle kadınınki bir olmaz. Erkek hem güçlüdür hem de yaptığı iş bereketlidir" hatta "kadının kazandığından ve eve getirdiğinden ne olacak?!" derdi. Gerçekten de çalışma, gayret, azim ve sebât noktasında diyebilirim ki, mâşâAllah, Rabbim selâmet versin, annem gibisini görmedim. Hatta arkadaşlarımız alınmasınlar, erkeklerin bile çoğu annemin çalışma azmi ve sebâtına sahip değiller. Böyle çalışkan, sebâtlı, yapıcı, olumlu ve mütevekkil bir kadın bu sözleri söyleyebiliyor! Bu ve birçok noktaları bizzat bilmeden ve görmeden bu sözleri duysam belki bunlar bana da o kadar etkili olmazdı! Neyse... Sonuçta da, söylediği bu sözleri haklı çıkarırcasına, biz küçükken o yaz-kış tarlalarda, kendi ifadesiyle tarla tapanda çalıştı hatta kışın ayazında soğuk su içerisinde havuç yıkayıp doldurdular, daha neler neler... Fakat anneme -ve diğer kadınlara- erkeklere verdikleri yevmiyenin yarısını verdiler! Diğer kadınlar belki kendileri için harçlık olsun diye geliyorlardı; nasıl olsa evlerini kocaları geçindiriyordu. Ya annem ne yapsın(dı)?! Ben, İmam Hatip'e yazılırken okul müdürü Aydın Selay ile yaptığımız bir mülâkât esnasında yetim olduğumu ve durumumuzun da müsait olmadığını anladığı için, o anda okulda bulaşıkçıya ihtiyaç olması sebebiyle annemin yapabilirse bulaşıkçı olarak işe başlayabileceğini söylemişti. Annemin İmam Hatip'te bulaşıkçılıkla başlayıp, kısa süre sonra da aşçılıkla devam eden çalışma serüveni böyle başladı. Burada da zâlimler iş başındaydı. Zâlimlerin dünyasında (!) ancak onların sesi çıkıyor! Anneme bunlar bir erkeğe verilen maaşın yarısını bile vermediler, yarısından da azdı, belki de üçte bir idi. Ama karşılarında kanâat ve tevekkülde -kendi öğretmenlerine benzemeyen- âdeta muallime/mürebbiye olan annem vardı. "Aza kanâat etmeyen çoğu hiç bulamaz, çalışmayıp da ne yapacağım, rızkı Allah verir, sen çalış; kimsede alacağın kalmaz..." derdi o... Yıllar sonra SSK'dan sigorta dökümlerini çıkardığımda, yıllarca çalıştığı yerde en uzun sigortalı çalışma süresi sadece üç aydı biliyor musunuz?! Daha ilginci de var, bir senede sadece 15 gün sigortalı gösterdikleri yıllar da olmuş! Sadece merak ettiğim şu; bu zulmü yapanlar, bu haksızlığa seyirci ve sessiz kalanlar, "salla başını, al maaşını" öğretmencilik oynayanlar, acaba şu âhir ömürlerinde rahat uyuyabiliyorlar mı, öldülerse de rahat ölebildiler mi?! Yanında bakmakla yükümlü olduğu iki yetimi olan bir kadına bu zulüm revâ mıydı?! Bu yaptığınız boğaz tokluğuna bile çalıştırmak değildi! Hiçbir zulüm kimsenin yanına kâr kalmaz! Bir gün Allah onları ortaya döker! İşten atıverirsiniz korkusuyla annem içine atıp sessiz kalsa da, bir gün oğlu çıkar bu satırlarda sessizce feryat eder! Ve bilin ki, siz duyun veya duymayın, unutun veya unutmayın, kendinizi temize çıkarın veya çıkarmayın; yaptığınız haksızlıklar ve zulümler sizin bir parçanızdır! Hulâsa; 20 yaşıma kadar uzun bir tecrübe ki, bunun çoğu ma'sûm ve günahsız yaşlara aittir; zenginleri, zenginliklerinin farkında olmayanları, zengin olduklarını kabul etmeyenleri, çevresindeki insanların çoğundan daha iyi durumda ve imkânlı olanları yetim ve muhtaç insanlardan daha aç, aç gözlü ve açıkgöz gördüm! Ve dahi duyarsız ve vefâsız!... Küçük yaşlardan itibâren bu duruma da çok şaşırdım!... Vesselâm! 21 Mart 2024 – Perşembe İbretlik
Bir Anı Çerçevesinde Empati, Hikmet ve Uyarı! Şu
cümleyi kafamıza yazalım, kalbimize kazıyalım: En sert insanlar bile İslâm'a
sebâtta sendelemeye başladıklarında anlayış ve yumuşaklık beklerler! Arkadaşlarınıza,
kendilerini sevdiğinizi ve değer verdiğinizi hissettirin ki, böylesi anlarda
-onların size saygısı ve güveni sebebiyle- onlar için ıslâh, hidâyet ve
kurtuluş vesîlesi olun! Nisâ:
94. Âyet'teki: كَذٰلِكَ كُنْتُمْ
مِنْ قَبْلُ "...Siz
de önceden öyle (onlar gibi) idiniz..." İlâhî
uyarısını unutmayın! Bu
sözlere açıklık getireceğini umduğum bir anım... Hiç
unutmam. Geçmişte çok sevdiğim ve değer verdiğim bir kardeşim vardı. Böyle
kardeşler hepimizin vardır. Hayatın akışı, seyri, debdebesi ve gâilesi
içerisinde bu kardeşle yıllarca görüş(e)medik. Ticâreti, alım satımı çok seven
birisiydi. Günün birinde bir tanıdık vâsıtasıyla, onun, bulunduğumuz yere yakın
bir yerde dükkân açtığını öğrendim. Tabii ki, hiç geciktirmeden ziyâret ettim. Fakat
iş yerine vardığımda o eski arkadaşım yapı ve karakter olarak iyi niyetli,
efendi ve görüntü olarak da aynı kişi olsa da, sîret olarak değiştiğini fark
ettim. O esnada dükkânında yüksek sesle müzik çalıyordu, sigara içiliyordu,
çalışan elemanı biraz lakayt hareketler ediyordu, daha sonra öğrendim, namazı
bile bırakmıştı, vesâire. Fakat
arkadaşım birdenbire beni karşısında görünce utandı, ne yapacağını şaşırdı,
elemanına müziği kesmesini söyledi. Muhtemelen,
benim kendisini o esnada eleştireceğimi, o görüntü sebebiyle kınayacağımı, o
istikâmette hemen nasihatlere başlayacağımı, belki de kendisini suçlayacağımı
düşündü. Fakat
hikmet, bir kimsenin ayıbını yüzüne vurmamayı gerektirir! Her şeyin bir yolu
olduğu gibi, nasihatin de ıslâhın da meşrû' ve insan fıtratına, rûhuna hoş
gelen bir yolu vardır. Bu
arkadaşla, uzun süredir görüşemediğimiz bir eski dost hasretiyle muhabbet
ettim. Benim anlayışlı, iticilikten, kırıcılıktan ve sivrilikten uzak, halîm
onu etkiledi, memnun oldu. Memnuniyetini mânen hissettim. İkrâmına icâbet
ettim, daha sonra görüşmek üzere ayrıldım. Çıkmadan,
sık ziyâret etmemi ricâ etti. Bir kimseyi ayıbından, kusurundan dolayı rencide
edersen, hiç seninle görüşmek ister mi? İstemez elbet! İkinci,
üçüncü derken, daha sonraki ziyâretlerimde hem insânî hem İslâmî noktada
sohbet, muhabbet oldu. Kendi ifadesiyle, ziyâretlerim sebebiyle dükkânın mânevî
havası, atmosferi, konuşulan şeyler bile değişmişti. Artık kısa bir süre sonra
da eski günlerine döndü, İslâmî hassâsiyetle konuşmaya, soru sormaya ve tabii
ki, namaz kılmaya da (tekrar) başladı. Onun
İslâmî noktadaki sendelemesini, sebep ne olursa olsun savrulmasını, şayet
geçmişteki dostları görmedi veya kendisi söylemediyse, ben zaten söylemem; daha
sonra tamamen eski hâline döndü. Âdeta o sevimsiz haller yaşanmamış gibi... Eski
arkadaşları, "bilmiyorsa..." noktasında tecâhül-ü ârif yaptım ama
belki de ve yüksek ihtimâlle, onların kendisine karşı incitici tavır ve
söylemleriyle bizim tavrımızı karşılaştırmış da olabilir! Allahu A'lem. İstifâde
açısından bu anım çok önemlidir. Tefekkür edip, ibret alınması ve empati
kurulması gerektiğini düşündüğüm için birkaç satır da olsa paylaşma ihtiyacı
hissettim. Meşrû'
dâirede hoş görmesini, affetmesini, gerektiğinde görmezden gelmesini ve eşimize
dostumuza, tanıdıklarımıza el uzatmasını bilmeliyiz! Ateşe
koşan bir insana, hele de kadîm bir arkadaşımıza veya tanıdığımıza, göz göre
göre seyirci kalamayız! Neme lâzım diyemeyiz! Tabii ki, önce onun güvenini
kazanarak... Bunu samimiyet, hikmet, basîret, anlayış, empati ve güzellik üzere
yapmalıyız! Nefret ettirerek, sertlikle, iticilikle ve anlayışsızlıkla değil! O kardeşi şu an yıllardır görmüyorum. İnşâAllâh, tekrar sendelememiştir. Rabbimden gerek onun için ve gerekse hepimiz için iman ve İslâm yolunda sebât, istikâmet, muvaffakiyet ve güzel âkıbet diliyorum! Rabbim, her şeyin en hayırlısını nasip etsin ve bizlere dünyada da âhirette de âfiyetler ihsân eylesin!
2 Ağustos 2024 – Cuma Kendimle Hasbihâl! "İnsan malı, maaşı ve makamı kadar akıllıdır!" Evet, câhiliyye'nin kafa yapısı, anlayışı budur! Ben, hayatım boyunca -annemin ciddî desteği, sevgisi ve duâsı hâriç- hep yalnız idim. Yalnızdan kasıt tek başıma idim. Yoksa Allah bizimle beraberdir. Kul, bu anlamda yalnız değildir. Gerçekten de Allah'ın yardımını hep gördüm... Küçük yaşlarda bize hâmîlik yapıp kol kanat gerebilecek olan en yakınlarım olan dedemi, babamı ve tek amcamı bir bir, ardı ardına kaybettim. Anne tarafındaki akrabalardan da baba tarafındaki akrabalardan da bir akrabalık görmedim. Bazen lütfettikleri göstermelik sahte gülücükleri dışında!.. İlme yönelmeme bile bir yakınım değil, komşumuz olan yaşlı bir hoca vesîle oldu. Okumaya, ilme karşı bir hevesimin ve yeteneğimin olduğunu -daha ilkokula bile başlamadığım halde- fark ettiği için oğluna, ben ilkokulu bitirdiğimde beni -yakın zaman önce halkın yardım ve destekleriyle açılmış, toplumda fazla bilinmeyen/tanınmayan, müfredâtı da ilmî anlamda o zamanlar oldukça iyi olan- İmam Hatip Lisesi'ne yazdırıp bana velîlik yapmasını vasiyet etti. Zaten öyle bir okulun olduğunu da o zamanlar çevremizde bilen kimse yoktu. O kişi ilim sahibi olduğu için bunun farkındaydı. Bulunduğumuz muhitte İHL'ye giden ilk kişiydim. Evet, yetimlik ve örfî anlamdaki yalnızlık insanları küçük yaşlarda olgunlaştırıyor ama Allah'ın gözettiği ve yardım ettiği bir insan için sıkıntı, dert, keder ve gam yoktur. Zira dünyanın bütün sıkıntıları geçicidir ve bir gün unutulacaktır. Şükretmem ve hamdetmem gerekir ki, Allah benim önümü tıkayacak ve yanlış fikirlerle bana -destek adı altında- köstek olacak yakın-uzak bir kimseyi karşıma çıkarmadı. Bu anlamda fıtratım üzere kaldım. Öğrendiklerimi temiz fıtrat ile anlamaya ve algılamaya çalıştım. Belki de bu durum, annemin sıkça bizim için yaptığı: "Allah hayırlı ve iyi insanlarla karşılaştırsın" duâsının bereketidir. Çocukluğumuzdan beri içimize ilmek ilmek işleyen bu duâ şeklini ben çok önemserim. Ebeveynler için burası önemli bir mesaj noktasıdır! Yetimlik bir hâldir, mekteptir; yaşamayanlar bilmez. Yetim; açlık, yokluk, kimsesizlik, vefâsızlık görerek insanları tanır, hayatı öğrenir, bilinçlenir ve olgunlaşır. Duygulu, merhametli, hassâs ve bağrı yanık olur! Ama ne gam?! Babasız olanların hâmîsi Allah olurmuş ve gerçekten de bu özel himâyeyi ben hissettim. Câhil bir yakınımın velâyeti, vesâyeti, maiyyet ve yakınlığı altında yönlendirilmiş olsaydım, Allah korusun -genel tabloda olduğu gibi- belki taassup ehli bir insan olabilirdim ve onların çok istedikleri ve istikbâl adına en çok önemsedikleri makamlarda bulunabilirdim. Geçmişteki yirmi yaşındaki fahrî imamlığı ve yirmi iki yaşıma kadar süren on yıllık aktif spor hayatımı ve antrenörlüğü saymazsak, şu an muhtemelen imam, öğretmen, müftü, profesör, spor antrenörü, vesâire makamlarda, belki de bunların birkaçında aynı anda olacaktım. Zira İmam Hatip Lisesi'nde çoğu benim kadar başarılı olmayan birçok arkadaşım bu ve benzeri makamları işgal etmektedirler. Onlar kendilerinin amaçlarına ve yakınlarının beklentilerine uygun hedeflere ulaşmışlardır. Fakat istikbâl adına hedef bu mu olmalıdır?! İnsanın asıl amacı nedir? İşte önemli olan burasıdır! Zira öyle amaçlar, öyle hedefler, öyle planlar ve programlar vardır ki, insanı asıl amaçtan ve hedeften saptırır! Dünyevî hedefler uhrevî hedefleri geri plana attığında o hedefler başarı sayılmaz! Bilakis başarısızlık, hüsrân ve nedâmet sebebi olur! Rabbimden dileğim; ilim, iman ve Sünnet ehli olarak İslâm'a teslimiyette hak yolda Rabbim bizlere sebât ve istikâmet versin, kendi rızâsına muvaffak kılsın, dünyada ve âhirette af ve âfiyet verip, hüsn-ü âkıbet ile bizleri mükâfâtlandırsın ve bunlara engel olacak bütün dünyevî hedeflerden, amaçlardan, planlardan, programlardan, makam, mansıb ve şöhretlerden bizleri muhâfaza etsin! Bu sözlerimizi rızâsına uygun bir tefekkür, ibret, nasihat ve müstecâb bir duâ kabul buyursun! Allah'a imanı en büyük fazilet, İslâm olmayı en büyük şeref sayarım! Hakkın dışında her şey dalâlettir, bâtıldır, zandır, hevâdır, vesvâsu'ş-şeyâtîn'dir! Rabbim muhâfaza etsin! 2 Ağustos 2024 - Cuma (m.) 27 Muharrem 1446 (h.) 9 Eylül 2024 – Pazartesi Geçmişten Birkaç Anı, Tefekkür ve İbret... 22 yaşındayım, üniversitedeyim. O yıllarda gençlere; konuşma, kendini ifade etme ve sorgulama gibi kavramlar üzerinden telkînlerde bulunuluyor. Ama her nedense okuma ve ilim öğrenme üzerinde odaklanılmıyor, bu yönde teşvîk ve tavsiyeler yapılmıyor. Okumadan ve bilmeden insan ne/nasıl düşünecek ve sorgulayacaksa; o da bir muammâ?! Ben de ilim talebesiyim. Sınıfta bazı konularda konuşuluyor, tartışılıyor ve fikir teâtîsinde bulunuluyor. Karakter olarak hiçbir zaman cür'etkâr, patavatsız ve münâkaşacı bir yapım olmadı ama tabii ki, yaşın da verdiği bir enerji ve eğilimle konuşulması gereken yerlerde de konuşuyorum. Bu, oldukça kalabalık olan sınıfımızda herkesin dikkatini çekti. Hatta ben konuştuğumda, sınıfta hoca konuşuyormuş gibi pürdikkat herkes benim konuşmayı dinlemeye odaklanırdı. Belki de hocadan daha fazla ilgi oluyordu. Çok geçmeden herhangi bir konuda fikirlerini belirtmek yerine, birçok arkadaş sözü bana paslamaya başladı. Bu durum, okula başladıktan sonra ilk günden itibâren birkaç hafta içerisinde gerçekleşti. Hiç unutmam, anı olarak kaydetmek adına ifade etmem gerekirse; zira ilk defa yazıyorum... Bir Matematik hocamız vardı: Bana: "Size iki dersim var, birisi sana âit" demişti. Elbette Matematik konularını kastetmemişti. İslâmî hassâsiyeti ve özellikle ilme duyarlılığı ve ilgisi olan bir kimseydi... Derslerinde ilk olarak ilmî ve bilimsel bir hususta mevzu açar, o hususta konuşur ve diyaloglara girer, o konu tamamlandıktan sonra da Matematik dersine geçerdi. Hatta bana bir konuda bilimsel bir makale yazmamı bile söylemişti ve ben de yazmıştım. Ve Türk Dili hocamız vardı, o da: "Benim derslerimde söz istediğin anda söz senindir. Ne zaman istersen söz alabilirsin" demişti. Ve yine Davranış Bilimleri hocası vardı, o da bilimi, konuşmayı, tartışmayı, sorgulamayı, fikir ve soru üretmeyi ve bunlara cevaplar aramayı severdi. Kendi branşı itibâriyle de ders hep diyaloglarla geçerdi. Zaman zaman tartışmalar olurdu ve gördüğüm kadarıyla talebelere karşı hep o üstün gelirdi veya gelmeye çalışırdı. Ben onun derslerine başladıktan sonra, derste diyaloğun yoğun olması sebebiyle o diyalogların içerisine girdim. Özellikle kendisiyle ikili diyaloglarımızda fikir ayrılıkları yaşıyorduk. İlk başlarda beni susturup mat etmek için çok gayret etti, fakat başaramadı. Onun bu gayret ve çırpınışını sınıftaki arkadaşlar fark ediyorlar hatta gülüyorlardı. Fakat ne yapsa da, Allah'ın izniyle benimle mücâdelesinde başarılı olamıyordu. Daha sonra bana az söz vermeye başladı. Fakat az da olsa yine de söylemem gereken şeyleri, söz aldığımda toplu şekilde ifade edebiliyordum. Baktı olmayacak, benimle uzlaşı yoluna gitmek istedi. Beni odasına çağırdı. Kendisinin de ilmi ve kitapları sevdiğini söyledi, odasındaki kitaplarını gösterdi. Ben hemen kitaplarını incelemeye başladım. İncelememden rahatsız oldu, "buna gerek yok" derecesine sözünü devam ettirerek, benim biraz daha alttan alarak ona baskın gelmemem gerektiği noktasında telkînde bulundu. Ben de konuştuğumuzu, -sizin de belirttiğiniz gibi- herkesin fikrini özgürce ifade edebileceğini söyleyip: "Bunun neresi yanlış? Önemli olan, görüş ve fikirleri delillendirebilmek ve bir kanıt ortaya koyabilmektir" dedim. Adam o esnada akademik kariyer adına doktora çalışması yapıyordu ama benimle diyaloglarda motivasyonu oldukça düşmüştü. Çünkü kendini oldukça yükseklerde görüyordu, fikirlerinin altın değilse bile, gümüş olduğunu zannediyordu herhalde. Hâlbuki öyle değildi. Okulda bütün dersler içerisinde onun dersindeki kadar bir diyalog ve tartışma ortamı diğer derslerde yoktu. Gençler de böyle ortamları severler. Onun için ders güzel ve çabuk geçiyordu. Fakat bu hocanın tartışmadan maksadı, kendi psikolojisince mağlup olmamak olduğundan mütevellit, benimle tartışmalarında da galip gelemediği için bana sınıfta öğrencilerin önünde konuşma yasağı getirdiğini söyledi. Yani onlar konuşacaklar, ben izleyecektim. : ) Tartışma ve diyalog sevdalısı olan bu hoca yine aynı usûlüne devam ediyordu. Fakat bensiz. Bazen sorduğu sorulara cevap alamıyordu. Bu sefer de arkadaşlar beni işâret ederek, benim parmak kaldırdığımı ve bana söz vermesini söylüyorlardı. Hatta bunu gülerek ve hocayı zor duruma düşürmek adına sıkça yapmaya başladılar. Neredeyse cevabını bildikleri şeylerde bile benim konuşmamı istedikleri için benim parmak kaldırdığımı hocaya hatırlatıyorlardı hep. O da görmezlikten geliyordu. Asla söz vermiyordu. Daha sonra da bana, tartışmalarda kendisini yenmememi veya baskın çıkmamamı öğütledi. Fakat ben ta'vîz seven bir insan değilim. Bunun ilme, hakka ve bilime haksızlık olacağını, herkesin düşündüğünü söylemekte, îzâh etmekte ve savunmakta özgür olduğunu ifade edip, "kusura bakmayın, ben bildiğim ve inandığım şekilde konuşurum. Sizin de bir cevabınız varsa verirsiniz" dedim. O da, "o zaman ben de sana söz hakkı vermem" dedi. Bu şahıs kendini bilim adamı sanıyordu. Fakat bilim konusunda ne kadar samimi olduğunu fiilen bu şekilde ortaya koymuş oldu. Son bir misâl olarak, bir başka hoca vardı. O da İnkılap dersine giriyordu. Tarih de benim ilgi alanım. Kendisi okul müdürüydü ve tarihe farklı ama ideolojik bir bakış açısı vardı. Tarih'le kendi ideolojisini örtüştürmeye çalışır ve bu istikâmette, az önceki hocadan farklı da olsa fazla diyaloğa girmeden tartışma ortamını sever, önünü açar ama kendi ideolojisine göre o tartışmanın şekillenmesini isterdi. Oldukça sert, önyargılı, hakkâniyetsiz ve müsâmahasız bir yapısı vardı. Okul müdürü olduğu için de oldukça kibirliydi. İnsanların birbirlerine "kibirli" kelimesini sıkça ve rastgele kullandıklarını bilirim. Ve yersiz bir şekilde insanların kibir ile ittiham edilmelerine de karşıyım. Fakat kibrin ne olduğunu da bilirim. Kibir; hakkı kabul etmemek ve insanları küçük görüp aşağılamaktır. Bu kişide bu ikisi de vardı. İlk günler bana söz veriyordu, söz verdiği hususta konuştuğumuzda derin fikir ayrılıkları çıkıyordu. O benim fikirlerimin yanlış olduğunu söylüyor ama yine önceki hocada olduğu gibi ispat konusunda mücâdele edemiyordu. Zira ispatı yoktu. İdeolojinin, taassubun, önyargının ve dogmatik fikirlerin ispatı mı olur?! O da önceki hoca gibi, söz vermemeye başladı. Sorduğu soruya kimse cevap veremese bile, ben parmak kaldırdığımda tek parmak kaldıran ben olduğum halde yine söz vermezdi. Bazen arkadaşlar bildikleri hususlarda da sözü bana vermesi için parmak kaldırmazlardı. Buna rağmen benim parmağı görmezlikten gelirdi. Arkadaşlar da sık sık benim parmak kaldırdığımı hocaya hatırlatırlardı ama o her nedense duymazdı. Birkaç hafta sonunda artık yıl sonuna kadar parmak kaldırsam da kaldırmasam da bana hiç söz vermedi. Maalesef bu bilgisiz, fikirsiz, tahammülsüz ve önyargılı insanlar kendilerini kendi hayal dünyalarında bilim adamı sanıyorlar! Rabbim bizlere, hakkı hak bilip hakka ittibâ etmemizi ve bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinâb etmemizi nasip etsin! Her türlü cehâlet, taassup, asabiyet, tutuculuk, önyargı, şartlanmışlık ve bağnazlıktan korusun! Âmîn! 12 Eylül 2024 – Perşembe Selman Bin İslâmm (Rukyeci Osman) Anısına… باسمه سبحانه وتعالى Yokluğun hissediliyor! Bir garip olarak yaşadın ve bir garip olarak göçtün bu dünyadan... Ne mutlu o gariplere! Yanlış hatırlamıyorsam, 2010 öncesinde bizim bulunduğumuz apartmana taşınması ile tanıştık. İlk andan itibâren de samimiyetini ve vefâlı olduğunu fark ettim. Vefât edinceye kadar da yakın dostumdu. 2000 öncesinde de bir ara Konya'ya gelmiş, fakat kısa süre sonra geri Antalya'ya dönmüş. O süreçte ben kendini tanımıyordum. Fakat o beni gıyâben tanıyormuş. Bir yerlerde bulunduysak veya karşılaştıysak da ben hatırlamıyorum. Çünkü bir kimseyi hatırlamak için birebir diyalog olmalı veya onu hatırlamaya vesîle bir iz, bir hatırlatıcı bulunmalı. Fakat o hatırladığını söylerdi. Komşu olduktan sonra samimi olduk. Ben dostlukta samimiyet ve vefâyı çok önemserim. Allah'ın izniyle de bu konuda -belki hassâs olduğum için- kolay kolay yanılmam. Başkalarının kişisel, şahsî veya nefsânî anlamdaki duygu ve düşünceleri veya kötü zan ve yorumları da beni etkilemez. Çünkü taklitçilikten ve taassuptan haz etmem. Bir kimsenin samimiyetine ve vefâsına inanırsam, onun izzet, şeref, onur ve haysiyetini korumayı da vazife bilirim. Tüm Tevhîd ehlinin izzet ve şerefini genel olarak korumakla beraber, samimi ve vefâlı olanları birebir özel cümlelerle de savunmak, korumak ve onlar için duâ etmek gerekir. Kim ne derse desin, bu kardeş de samimiydi. Mîlâdî 29 Mart 2024, Hicrî 19 Ramazan 1445 - Cuma günü vefât edinceye kadar 15 yılı aşkın bir süredir yakın arkadaşlığımız ve dostluğumuz oldu. Bir kez bile şahsıma yönelik bir saygısızlığı olmadı. İnsanın karakter kumaşının kalitesi işte burada ortaya çıkar! Allah için iyi yönleri ve gayretleri ise çoktu. Her zaman öncelikli gündemi Tevhîd idi. Tevhîd'e davet etmeyi, teblîğ yapmayı çok severdi. Ziyâret ve sıla-i rahim ehliydi. Ben her zaman derim, gerçek dost; kendisi ile yola çıkılabilen, birlikte oturulup kalkılabilen, omuz omuza verilebilen, birlikte olunan, iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşılan nasihat eden, nasihate kulak veren, eften püften ve incir kabuğunu doldurmayan şeyler sebebiyle nefse uyup da arkadan asla konuşmayan ve çekip çekiştirmeyendir! Bilakis kardeşini müdâfaa edendir... Bu kardeş ziyâret, davet ve yola çıkma hususlarında hiçbir zaman "hayır" demezdi. Nice insan, hayırlı amellere, teklîflere, davetlere -görür ve şâhit oluruz ki- hayatları boyunca yüzlerce kez hayır derler, her zaman bir bahaneleri vardır! İşin aslı, size ayıracak zamanları yoktur! Gerçek dostları/nızı bu kriterden de ayırt edebilirsiniz! Bu kardeşi, kendisini ziyâret etmek veya bir yere gitmek maksadıyla aradığımızda mutlaka müsait olurdu. Ancak Konya dışında ise; "Konya'ya geldiğimizde gidebiliriz veya tekrar gideriz" veya evinde değilse de "eve şu kadar dakika sonra geçerim/geçiyorum, şu kadar süre sonra müsait olurum" diyerek her zaman bir çözüm yolu sunardı. Şimdi sen düşün; seninle ayda yılda bile görüşmeyen, bayramlarda bile aramayan, sormayan, ziyâretine gelmeyen, yıllar geçse de seni hatırlamayan bir kimseyle böyle kardeşler bir tutulur mu?! Tutulmaz elbet! Onun için diyorum, kardeşin yokluğu hissediliyor! Maalesef nicelerinin varlıkları yaşamalarına rağmen hissedilmezken... Osman kardeşin tâbiriyle; "Allah hayra çevirsin!" Geçtiğimiz günlerde, kendisi ile alâkalı hayra yorduğum ve hüsn-ü zan ettiğim bir rüya gördüm. Rüyada kendisine durumunun nasıl olduğunu sorduğumuzda iyi olduğunu söyledi. Elhamdulillâh. Âhir zamanda mü'minin rüyasının neredeyse yalan çıkmayacağı hususundaki sahîh Hadîslere istinâden bu rüyayı inşâAllah ve biiznillâh mübeşşirâttan sayıyor ve sanıyorum. Rabbim taksîrâtını affetsin. Ona rahmetiyle muâmele etsin, bizi cennette cem' eylesin. Aslında bu satırlardaki sevgi, vefâ, özlem ve duâ samimi ve vefâlı tüm mü'minler için de geçerlidir. Zira samimi, vefâlı ve hayırlı her mü'minin yokluğu ve boşluğu hissedilir. Böylelerine özlem ve hasret duyulur. Kendileri için özel duâlar edilir. Biz de duâ ediyoruz. Siz değerli mü'min kardeşlerimden de duâ istirhâm ederim. Rüyamın te'vîlinin bir yönü de budur zaten. Onun bizden/kardeşlerinden duâ ve duyarlılık beklemesi... Rahmetullâhi aleyhi ve aleynâ.
Rahmet-i Rahmân'a muhtâc bir fakîr, bir ğarîb mü'min kul... Yusuf Semmak يوسف السّمّاك |
KATEGORİLER
04.10.2024Cuma
|