HZ.
YÛSUF'UN MISIR'DAKİ KONUMU[1]
Hz.
Yûsuf, Mısır Melik’inin Emri Altında Memur, Müsteşâr, Bakan ya da Vezir Değil,
Mısır Ülkesinde Allah’ın Vahyi ile Hükmeden Hükümdar Bir Peygamberdi…
Allah'a
hamd, O'nun tüm peygamberlerine ve o peygamberlere tâbi olan bütün mü’minlere
salât ve selâm olsun.
Hz.
Yûsuf aleyhisselâm’ın Mısır’a yerleştikten sonraki konumuna
Âyetler istikâmetinde açıklık getireceğimiz bu yazımızda; onun hakkında
varsayımlarla konuşan ve bu varsayımlarıyla da İslâm’ın temel esaslarıyla
çelişen kimselerin yanlış anlayışlarını düzeltmek istiyoruz. Bu meseledeki
ihtimalleri hatırlatıp, Âyet-i Kerîmelere geçeceğiz.
Bu
ihtimaller şunlardır:
1. Hz.
Yûsuf, ya Allah kendisine iktidar ve mülk verdikten sonra orada tam yetkili bir
hükümdar olmuştur.
Bu
ihtimalin de iki boyutu vardır:
Ne
şekilde olduğunu yani içyüzünü ve muhtevâsını bilmemekle beraber, hükümdar,
iktidarı Hz. Yûsuf’a terk etmiş olabilir yahut da hükümdar daha sonra Müslüman
olduğu için, tahtını, kendisine uymakla mükellef olduğu Allah’ın peygamberi Hz.
Yûsuf’a bırakmış olabilir. Bu iki durumda da sonuç aynıdır; yani Hz. Yûsuf’un,
Mısır’da Allah’ın izniyle mülk sahibi olduğu sonucu ortaya çıkar.
2. Yahut
da gayrimüslim olan Mısır Melik’inin emri altında vezir, bakan, müsteşâr ya da
benzeri yüksek makamlardan birini işgal ediyordu.
Bu
ihtimalin olamayacağını, Tevhîd’in hakikatini bilen herkes kabul eder. Çünkü
peygamberler, insanları tek olan Allah’a ibâdet etmeye çağırmışlar; onları,
tâğûtlara kulluktan, hevâ ve heveslere uymaktan sakındırmışlardır. Bir
peygamberin “kendisinden (tâğûttan) sakının”[2]diye hakkında teblîğât yaptığı gayrimüslim
bir kralın hükmü altına girmesi ve temsil ettiği İlâhî davadan ta'vîzler
vererek, insanlara kötü örnekliği model olarak sunması düşünülemez.
Birazdan
açıklayacağımız gibi, Âyetler de, bu son ihtimalin bâtıl olduğunu ortaya
koymaktadır.
Hz.
Yûsuf, gayrimüslim olan Mısır Melik’inin yani bir tâğûtun yanında ve onun
emri altında hazine bakanı, defterdar, müsteşâr ya da başka bir memuriyet gibi
vazifeler almadı. Bilâkis Hz. Yûsuf'a bizzat Allah, yeryüzünde iktidar verdi.
Ve o, Allah'ın lütuf ve rahmeti sayesinde Mısır'ın idaresinde tam yetkili oldu.
Yûsuf: 54. Âyette de geçtiği gibi, Mısır Melik’i, Hz. Yûsuf'un fazîletini
anladığı için onu kendisine yakın arkadaş edinmek istemiş ve onun kendi yanında
"emîn" bir kimse olduğunu söylemiştir.
Bu
konuda Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِى بِهِ
أَسْتَخْلِصْهُ لِنَفْسِى فَلَمَّا كَلَّمَهُ قَالَ إِنَّكَ الْيَوْمَ لَدَيْنَا
مَكِينٌ أَمِينٌ
"Hükümdar:
'Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım' dedi. Onunla konuşunca
da şöyle dedi: 'Sen bugün(den sonra) bizim nezdimizde önemli bir mevkiye
sahipsin, emînsin'"[3]
İmam
Mücâhid'den gelen bir rivâyete göre, hükümdar, Yûsuf aleyhisselâm ile konuşunca onun yüksek şahsiyetini görmüş ve
onun teblîği karşısında iman edip Müslüman olmuştur. Taberî ve İbn-i Kesîr
başta olmak üzere bazı müfessirler bunu nakletmektedirler. Yûsuf Sûresindeki
konuyla yakından münasebeti olan Âyetlerin de delâlet ettiği gibi, daha sonra
iktidarı, Allah'ın Peygamberi olan Hz. Yûsuf'a bırakmıştır.
Hz.
Yûsuf'un emîn ve fazîletli bir kimse olduğunu anlayan hükümdar, onun kendi
yanında yüksek bir mevkiye sahip, güvenilir bir kimse olduğunu itiraf etmiş,
onunla konuşunca da, Hz. Yûsuf'un daveti karşısında iman etmiştir. Bunun
üzerine Hz. Yûsuf ondan iktidarı talep etmiş yani iktidarı kendisine
bırakmasını söylemiştir. Çünkü kendisinin yönetim konusunda bilgi sahibi
olduğunu ve devletin hazinelerini koruma konusunda da ehil olduğunu beyan
etmiştir.[4]
Aslında
Hz. Yûsuf’un iktidara yürümesini Allah dilemiştir. Şöyle ki: Rabbimiz, Melik’e
gösterdiği karmaşık bir rüya ile dikkatleri rüya yorumu konusunda kendisine
ilim verilen Hz. Yûsuf’a çevirmiştir. Çünkü o rüyanın yorumunu ondan başka
te’vîl edecek kimse yoktu. Sonra sıddîk (çok doğru sözlü) ve emîn (çok
güvenilir) olmasıyla bilinen Hz. Yûsuf’un yaptığı yorum dikkate alınmış; bu
durum, hükümdarı ve Mısır idarecilerini endişeye sevk etmiştir. Çünkü bereketli
yedi yıldan sonra yedi yıl sürecek bir kuraklık dönemi gelecekti. Bu dönemde
insanların helâk olması ve devletin altından kalkamayacağı çapta ekonomik krize
girmesi ihtimali vardı.
Rabbimiz,
kuraklığı şiddetli olan bu yedi zorlu yılda nasıl hareket edilmesi gerektiğini
Hz. Yûsuf’a öğretmişti. İşte Mısır iktidarının ve halkının önünde duran bu
korkunç tehlike, Hz. Yûsuf’un iktidara geçmesinin zeminini hazırlamıştı. Başta
Mısır hükümdarı olmak üzere insanlar çok iyi biliyorlardı ki, Hz. Yûsuf asla
yalan söylemeyen fazîlet sahibi bir insandı. Onu kendileri için bir nimet ve
fırsat olarak gördüler. Melik, henüz zindanda bulunan Hz. Yûsuf'un bu yorumunu
duyunca hemen onun kendisine getirilmesini emretti. Ama tek derdi zindandan
çıkmak olmayan Allah'ın Peygamberi, daha önce zindana atılmasına sebep olan
iftirâdan dolayı aklanmayı tercih ederek zindandan çıkmayı reddetti. Gıyabında
yapılan soruşturma ile Hz. Yûsuf'un suçsuzluğu Azîz'in karısı Zelîha (ya da
Züleyhâ)’nın itirafıyla ortaya çıktıktan sonra, Yûsuf aleyhisselâm da zindandan çıkmayı kabul etti. Birbiriyle
bağlantılı bu hâdiseler zinciri, Hz. Yûsuf'un adım adım iktidara yürümesini
sağlıyordu. Allah, bir kulu için hayır dilerse buna kim engel olabilirdi ki?
Bu
arada bir cümleyle de olsa şunu da belirtelim ki, insana büyük hayırlar
kazandıran şey, her zaman dürüst, emîn, ilim ve fazîlet sahibi olmasıdır. Biz
bu sıfatlara sahip olalım da, varsın dünyanın geçici makamları başkalarının
olsun. İman edenler için Allah katındaki mükâfat elbette daha hayırlıdır.
Ayrıca buradan şunu da anlıyoruz ki, iktidar, ehil insanların işidir. Sadece
koltuk meraklısı olanların yapabileceği bir iş değildir. Özellikle zorlu
zamanlarda idarecilerin ehil olması gerektiğinin önemi daha iyi anlaşılır. Zira
zor zamanlarda, ehliyetsiz, beceriksiz ve bilgisiz kimseler bütün işleri
ellerine yüzlerine bulaştırırlar; işleri gerektiği gibi
yürütemezler, acze düşerler.
Yûsuf aleyhisselâm’ın, hükümdarın müsteşârlığını ya da bakanlığını
yaptığını söyleyenleri, hükümdarın şu sözü yanıltmaktadır:
“Onu
kendime yakınlardan kılayım (onu dost edineyim).”[5]
Dikkat
edilirse, bu cümlede egemenlik yine hükümdara ait olmakla beraber, Hz. Yûsuf’a
kendi hükmü altında yakın dostluk vaadetmektedir. Fakat hükümdar, bu temenni
ile kalmamıştır; bu sözünden sonra, Hz. Yûsuf ile konuşmuştur ve bu konuşma
sonucunda da: “Muhakkak sen bugün bizim yanımızda önemli bir mevkiye
sahipsin, emînsin”[6] demiştir. Hükümdarın bu sözünde geçen مَكِينٌ “mekîn” yani mevki, iktidar, rütbe ve
nüfûz sahibi anlamındaki kelime ile Rabbimizin, Yûsuf aleyhisselâm’a iktidar verdiğini belirttiği: "İşte
böylece Yûsuf'a o yerde (Mısır’da ya da yeryüzünde) iktidar verdik”[7] Âyetindeki مَكَّنَّا “iktidar verdik” fiili aynı
kökten gelmektedir. Bu iki kelime arasındaki münâsebet, Hz. Yûsuf’un iktidar
sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Tenâsüb ilmi açısından bu nokta da
dikkate şâyândır.
Rabbimiz,
hükümdarın, Hz. Yûsuf ile konuştuğunu ifade ederken:
فَلَمَّا كَلَّمَهُ قَالَ إِنَّكَ الْيَوْمَ
لَدَيْنَا مَكِينٌ أَمِينٌ
“…(Hükümdar) onunla
konuşunca şöyle dedi: 'Sen bugün(den sonra) bizim nezdimizde önemli bir mevkiye
sahipsin, emînsin’“[8] şeklinde bir ibare kullanmaktadır. Buradaki
bir inceliğe dikkat çekelim.
Bu
Âyette كَلَّمَ “kelleme”
(konuştu) fiili, binâsı itibariyle teksîr (çokluk) ifade etmektedir. Arapça
bilenlerin ma’lûmu olduğu üzere, tef’îl bâbının binâsı genelde teksîr (çokluk)
için gelir. Bu teksîr; bazen fiilde, bazen fâilde, bazen de mef’ûl’de olur. Bu
Âyetteki كَلَّمَ “konuştu”
fiilinin binâsındaki teksîr, fiildedir. Yani “(o hükümdar) çok konuştu”
demektir. Buna göre, Âyetin anlamı; “hükümdar onunla pek çok kereler
konuşunca: ‘Sen bugün(den sonra) bizim yanımızda önemli bir mevkiye
sahipsin, emînsin’ dedi”[9] şeklindedir. Allah daha iyi
bilir, İmam Mücâhid’e nispet edilen görüşte belirtilen, Mısır hükümdarının, Hz.
Yûsuf ile konuşunca Müslüman olması bir anda gerçekleşmemiştir. Demek ki o,
uzun uzun konuşmalardan sonra gerçekleri görmüş ve hidâyete ermiştir.
Hükümdarın,
Hz. Yûsuf ile çok kereler konuştuktan sonra söylediği: ‘Sen bugün(den
sonra) bizim yanımızda önemli bir mevkiye sahipsin, emînsin’[10] sözünün, kendisinin hidâyete erdiğine dair bir işâret
olması da ihtimal dâhilindedir.
Yûsuf aleyhisselâm’ın kıssasında, Mısır hükümdarı ile alâkalı olarak
dikkat çeken bazı olumlu noktaların altını çizelim. Kıssada, hükümdardan
bahsedilen yerlerde olumsuz bir ifade tarzına rastlamamaktayız. Kur’ân’da,
peygamberlerin teblîğ ettikleri Tevhîd davasına karşı olan idarecilerin hemen
onlara karşı fikrî ve fiilî mücâdeleye giriştiklerine şâhit oluruz. Tâğûtlar,
peygambere ve ona tâbi olanlara işkence ederler, yurtlarından sürerler veya
öldürürler. Ama Hz. Yûsuf’un çağdaşı olan hükümdarın bu türden olumsuz tavırlar
içine girmediği görülmektedir. Tam aksine Hz. Yûsuf, bu hükümdarın girişimiyle,
daha önce uğradığı zinâ iftirâsından aklanmakta, yıllardır haksız yere yatmakta
olduğu hapisten kurtarılmakta, sözü dinlenmekte ve görüşlerine itibar edilmektedir.
Hatta muhtemeldir ki, Mısır Azîz’ine satılmasıyla köle statüsüne giren Hz.
Yûsuf’u kölelikten kurtaran da Melik olmalıdır. Zira hükümdar: “Onu
bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım”[11] demiştir. Demek oluyor ki, Mısır
Melik’inin Hz. Yûsuf’a: “Sen bugün bizim yanımızda önemli bir mevkiye
sahipsin, emînsin”[12] demesinin ve Yûsuf aleyhisselâm’ın da: “Beni ülkenin hazineleri üzerine
tayin et”[13] diyerek, ondan iktidarı talep etmesinin arka planında
pek çok olumlu detaylar bulunmaktadır.
Kur’ân’ın
bildirdiğine göre, daha sonra Hz. Yûsuf, hükümdardan iktidarı talep etmiştir.
Her ne kadar Peygamberimizin Hadîslerinde iktidara tâlip olan kimseye iktidar
verilmemesi gerektiği belirtilmiş olsa da, buradaki durum farklıdır. Âlimler,
bir beldede devlet idaresi konusunda ilim ve adâlet yönünden ehliyet sahibi tek
bir kimsenin bulunması durumunda, o kişinin iktidara tâlip olması vâcip olur,
demişlerdir. Yûsuf aleyhisselâm'ın yaptığı da budur. Çünkü kendisi bir
peygamber olduğu için, idare konusunda ondan daha ehil kimse Mısır'da yoktu.
قَالَ اجْعَلْنِى عَلَى خَزَائِنِ الأَرْضِ
إِنِّى حَفِيظٌ عَلِيمٌ
"(Yûsuf)
dedi ki: 'Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben (onları) iyice
koruyanım, (bu işi) çok iyi bilenim.'"[14]
İmam
Mevdûdî rahımehullah, Âyette geçen خَزَائِنُ الأَرْضِ “ülkenin
hazineleri” lafzını yanlış anladıkları için, Yûsuf aleyhisselâm’ın hükümdardan talebinin mahiyetini kavrayamayanlara
yönelik şu açıklamaları yapmaktadır:
“Hz.
Yûsuf aleyhisselâm’a güven duyulmasını sağlayan gücün
mahiyeti neydi? Bu önemlidir, çünkü Kur’ân'ı kavramada tecrübesi olmayan
kimseleri bu Âyette geçen ‘ülkenin hazineleri’ deyimi ve daha sonra geçen tahıl
dağıtım işi yanıltmış; bu yanılgıyla söz konusu memuriyetin bugünün ‘Hazine
Müsteşarı’, ‘Kıtlık Dönemi Danışmanı’ yahut ‘Maliye Bakanı’ türünden bir
memuriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında memuriyeti bunlardan hiçbiri
değildi, zira Kur’ân, Kitâb-ı Mukaddes ve Talmud'a göre Hz. Yûsuf aleyhisselâm’a tüm iktidar tevdi edilmiş ve bir yöneticinin tüm
imtiyazı verilmiştir. Tahta oturmasının[15] ve kendisine ‘Melik’ denmesinin[16] sebebi budur. Bizzat Hz.
Yûsuf aleyhisselâm Allah'a kendisine melikliği
bahşettiği için şükretmiştir.[17] Her şeyden öte, bizzat Allah bu
olaya tanıktır; meâlen: "Böylece Yûsuf'a ülkede iktidar verdik.
Artık ülkenin her yanına istediği gibi tasarruf etme hakkına sahip olmuştu."[18]...”[19]
Rabbimiz,
Yûsuf aleyhisselâm'a iktidarı bizzat kendisinin
verdiğini bildirmektedir:
وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِى الأرْضِ
"İşte
böylece Yûsuf'a o yerde iktidar verdik..."[20]
Âyetin
devamı ise bu iktidarın sınırlı, bağımlı veya yarı bağımsız bir iktidar
olmadığını, aksine onun, tam tasarruf ile Mısır'da iktidarı elinde
bulundurduğunu ortaya koymaktadır:
يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَاءُ نُصِيبُ
بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَاءُ وَلاَ نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
"...O,
orada dilediği yerde konaklardı (ülkede dilediği gibi tasarrufta bulunurdu).
Rahmetimizi dilediğimize veririz. İyi hareket edenlerin de ecrini zâyi
etmeyiz."[21]
Bu
ifade, Hz. Yûsuf'un üstünde beşerî bir makam olmadığını göstermektedir. İmam
Mevdûdî, 56. Âyet hakkında da şunları kaydetmektedir: “Bu Âyette zikredilenler
tüm ülkenin tamamıyla onun kontrolüne girdiğini göstermek içindir. Yani ülke
ona aitti, herhangi bir bölgesi üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilirdi ve
avucunun içinde olmayan hiçbir bölge mevcut değildi.”[22]
Mısır’da
Yûsuf aleyhisselâm’ın vezirlik yaptığını söyleyene şunu
sormak isteriz:
Eğer
hükümdar, Müslüman olduysa, Allah’ın Peygamberi o hükümdarın nasıl veziri
olabilir? Herkes bilir ki, peygambere iman eden bir kimsenin, ona tâbi olması
gerekir. Şayet hükümdar, Müslüman olmadıysa, bu durumda bir peygamberin tâğûtun
hükmü altına girerek, ona vezirlik yaptığı nasıl düşünülebilir? Hz. Yûsuf’a
zindanda bulunduğu esnada nübüvvet verilmişti. Zindanda iken hükmün yalnızca
Allah’a ait olduğunu[23] söyleyen bir peygamber, daha sonra
nasıl olur da tâğûtun hükmü altında onun yardımcılığını talep edebilir? Hz.
Yûsuf hakkında bunun iddia edilmesi, onun zindan arkadaşlarına söylediği şu
sözüyle çelişmez mi? “Çeşitli rabbler mi hayırlıdır yoksa bir tek olan
(ve her şeyi hükmü ve irâdesi altında tutan) Kahhâr Allah mı?”[24] Evet, Yûsuf Peygamber zindan
arkadaşlarına teblîğ yaparken, onları tek olan Allah’ın hükmüne boyun eğmeye ve
sahte rabbleri terk etmeye çağırıyor. Bütün bunlara rağmen, zindandan
kurtulduktan sonra, bu dediğini unutmuşçasına (!) bu gerçeklere aykırı hareket
etmesi olacak şey midir? Mısır hükümdarı da halk için tanrılardan bir tanrı
idi. Sahte ma’bûdların her türlüsünden sakınılması gerektiğini söyleyen
Yûsuf aleyhisselâm’ın teoride söyledikleri bu gerçekleri
pratikte yalanlarcasına tâğûtun yardımcılığını istemesi olacak şey midir?
Yûsuf
Sûresinde dikkat çeken bir noktaya daha temas edelim. O da, artık Hz. Yûsuf'un
iktidarından sonra eski Mısır hükümdarı sahneden çekilmekte ve anlatılan
olaylarda rolü bulunmamaktadır. Oysa olaylar, onun önceden hükümdar olduğu
Mısır ülkesinde geçmektedir. Şayet o, halen hükümdarlığa devam etmiş olsaydı,
olayların içinde roller üstlenmesi gerekirdi. Hz. Yûsuf'un iktidarından önce
olayların içinde etkin olduğu görülmektedir.[25]
Başka
bir inceliğe temas edelim. Yûsuf Sûresinde, Mısır hükümdarından
"Melik" diye bahsedilmektedir. Oysa Mısır hükümdarlarına
"Firavun" denildiği bilinmektedir. Bunun nedeni şudur. Antik Mısır'da
Kıptî soyundan gelen Mısır hükümdarlarına “Firavun” unvanı verilirdi. Yûsuf aleyhisselâm dönemindeki Mısır hükümdarı ise, Kıptî değildi;
sonradan iktidarı ele geçirmiş bir kimse idi ve o, Firavunların soyundan
gelmiyordu. Bu nedenle, Rabbimiz, Kıptî olan Mısır hükümdarları için kullanılan
unvanı, onun hakkında kullanmamış ve kendisinden "Melik" diye bahsetmiştir.
Bu hükümdar, Firavunların soyundan gelseydi, acaba nasıl bir davranış
sergilerdi? İnsan, madalyonun diğer yüzü olarak bu noktayı da düşünmeden
edemiyor! Kullandığı her kelime ve kelâmı derin anlamlar, incelikler ve
nükteler içeren Yüce Rabbimizin hikmetinden sual olunmaz. O, yeter ki bir şeyin
olmasını istesin, o şey hemen oluverir!
Kıtlık
yıllarında çevre ülkelerden insanlar, Mısır’a gelerek Hz. Yûsuf’tan hubûbât
istediklerinde, o, yönetimde âdil olduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine karşı
yardımsever ve misafirperver davranmak sûretiyle de hikmetli, bilgili,
dirâyetli, cömert ve merhametli bir yönetici olduğunu göstermiştir. Hem
insanlara yiyecek vererek karşılığında aldığı bedel ile devlet hazinesini
zenginleştirmiş, hem de o dönemde kardeşleri de hubûbât istemek için kendisine
müracaat ettikleri için, babası, küçük kardeşi ve ailesi hakkında bilgi sahibi
olmuştur. Yûsuf’un kardeşleri ilk gelişlerinde Bünyâmîn’i yanlarında
getirmemişlerdi. Yûsuf, onlara tam ölçek erzak vermiş ve baba bir kardeşlerini
de yanlarında getirmelerini aksi takdirde kendilerine erzak vermeyeceğini
söylemişti. Ayrıca memurlarına; kardeşleri ve ailesi, cömertliğini görsünler ve
tekrar geri dönsünler diye, erzak bedellerini de yüklerinin arasına koymalarını
emretmişti. Bu durumda; ya erzak bedelimizi almayı unutmuşlar diye düşünerek,
kendilerine ait olmayan bedeli geri vermek için gelecekler ya da kendilerine
çok cömert davranıldığını görerek, bize erzak bedelimizi iâde etmişler diyerek,
tekrar erzak talep etmek için geri döneceklerdi. Hz. Yûsuf’un, erzak bedelini
geri vermesi bir tedbirdi. Bünyâmîn’in ve diğer kardeşlerinin geri dönmelerini
garantilemek içindi. Çünkü küçük kardeşi Bünyâmîn’i çok özlemişti. Bünyâmîn
geldikten sonra da, tüm ailesinin Mısır’a gelmesini temin edecekti.
Yûsuf’un
kardeşleri evlerine dönüp babalarından Bünyâmîn’i kendileriyle göndermesi için
ısrar ettiler. Hz. Yâkûb önce buna râzı olmadı ama yiyecek ihtiyacı nedeniyle
mecbur idi ve: “Etrafınız kuşatılmadıkça onu bana kesin olarak
getireceğinize dair Allah’tan sağlam bir taahhüd vermediğiniz sürece onu
sizinle beraber asla göndermem”[26] diyerek, evlatlarının, Bünyâmîn’i normal şartlarda
geri getireceklerine dair Allah adına kesin söz vermelerini istedi. Neticede
babalarına söz verdiler, o da, Bünyâmîn’i onlarla birlikte gönderdi ve şehre
girerken tedbirli olmalarını, aynı kapıdan değil, farklı kapılardan girmelerini
tembihleyerek onlara öğüt verdi: “Ey oğullarım, hepiniz (Mısır’a) bir
kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin.”[27] Onları uyardı; çünkü kalabalık
oldukları için, şüphe çekebilirler ve soygun ya da başka kötü amaçlarla gelen
bir çete sanılabilirlerdi.
Yâkûb aleyhisselâm, daha önce Yûsuf’ta yaşadığı acı hâdisenin bir
benzerini Bünyâmîn’de de yaşamak istemiyordu. Bu nedenle onlar açısından
tehlike arz edebilecek durumlara karşı onları uyarıyordu. Fakat elbette
biliyordu ki, tedbir, takdîre mâni olamazdı. Bu yaptığı, beşerî takat ölçüsünde
gerekli tüm tedbirleri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmekti.
Çocuklarını
ihtiyatlı olmaları noktasında ikaz eden Hz. Yâkûb yine diyordu ki: “Bununla
beraber Allah’tan size gelecek hiçbir şeyi geri çeviremem. Hüküm ancak
O’nundur. Ben, yalnız O’na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O’na
güvenip dayanmalıdır.”[28] Bu ifadeler açık şekilde gösteriyor ki, hiçbir beşerî
tedbir, Allah’ın irâdesini geçersiz kılamaz.
Rabbimiz
buyurdu: “Babalarının kendilerine emrettiği şekilde (şehre) girdiler.
Fakat bu, Allah’tan onlara gelecek hiçbir şeyi önleyemezdi. Sadece Yâkûb’un
içindeki bir dileği olup, o da bunu açığa çıkardı. Şüphesiz ki o, kendisine
öğrettiğimiz için, bir ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[29] İnsanların çoğunun bilmediği şey,
Hz. Yâkûb’un, Allah’a tevekkül ile ihtiyat tedbiri arasında kurduğu dengedir.
İşte bu Allah’ın verdiği bir ilimdir.
İnsanın
tedbir alması da, o tedbirlerin başarılı olması da ancak Allah’ın lütfu ile
olur. Hz. Yâkûb da, dünyevî problemlerinin çözümü hususunda Allah’ın kendisine
bahşettiği yeteneklerini kullanıyor ve işin sonucunda da Allah’ın irâde ve
hükmüne teslim oluyordu. Zira başarı ve başarısızlık ancak Allah’tandır! Bazı
insanların, tevekkül konusunda bu dengeyi kuramadıklarını görürüz. Bazıları,
kendi çalışma, gayret ve tedbirlerine güvenip, Allah’a tevekkülü terk ederler.
Bazıları ise, sadece Allah’a tevekkül edip, başarılı olmak ya da problemlerini
çözmek için herhangi bir pratik çareye başvurmazlar!..
Peygamber
çocukları yola koyuldular ve nihâyet, Yûsuf’un kardeşleri Mısır’dalar…
Yûsuf’un
huzuruna girdiklerinde o, kardeşini bağrına basıp, kendisinin “Yûsuf” olduğunu
açıkladı. Daha sonra kardeşlerinin yüklerini hazırlatırken hükümdarın su kabını
onların yükleri arasına koyarak, Allah’ın öğrettiği istikâmette bir yol izledi.
Hz. Yûsuf, kardeşi Bünyâmîn'i Mısır'da kendi yanında alıkoyma tedbirini,
Allah'ın vahyi ile gerçekleştirmişti. Yani o, kendisinden bir şey ortaya
koymamış ya da hükümdarın kanunlarına uymamış, Allah'ın irâdesine teslim
olmuştu. Çünkü o, Allah'ın kendisine vahyettiği hükümlerle hükmeden bir
Peygamber idi.
Kelâm-ı
İlâhî’ye kulak verelim:
فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَاءِ
أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِنْ وِعَاءِ أَخِيهِ كَذَلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ
مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلاَّ أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ
نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَاءُ وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ
"Bunun
üzerine (kardeşi) Bünyâmîn'in yükünden önce onların yüklerini aratmaya başladı.
Sonra kabı kardeşinin yükü arasından çıkardı. İşte Biz, Yûsuf'un lehine böyle
bir takdîrde bulunduk. Yoksa o, hükümdarın dinine göre kardeşini (esir olarak)
alıkoyacak değildi. Bu, ancak Allah'ın dilemesiyle oldu. Biz dilediğimizi
derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibi üstünde daha iyi bir bilen
vardır."[30]
Bu
Âyette de açık şekilde görüleceği gibi, Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'da hükmederken, Melik'in dini yani yasa ve
kanunları ile hükmetmiyordu. Hatta kardeşini yanında alıkoymak gibi belki
siyâsî açıdan yüksek bir öneme hâiz olmayan rutin bir sosyal hâdisede bile, Hz.
Yûsuf, Allah'ın irâde ve hükmüne tâbi olmaktadır. Bu da, onun tüm
tasarruflarında vahye uyduğunu ve asla tâğûtî kanunlara göre hareket etmediğini
göstermektedir. Zaten Rabbimizin buyurduğu gibi, kardeşini, Melik'in
kanunlarına göre alıkoyması yakışıksız bir durumdu ve bir Peygamberin böyle bir
şey yapması asla düşünülemezdi. Çünkü Melik’in kanunları, gayr-i İslâmî idi! Bu
nedenle Hz. Yûsuf’a kardeşini alıkoyma planını (keyd) Allah öğretmiştir: “İşte
Biz, Yûsuf için böyle bir plan düzenledik.”[31] Hz. Yûsuf kardeşi Bünyâmîn’i yanında
alıkoymak için Hz. İbrâhîm’in Şerîatını uygulamıştır. Bu Şerîata göre, hırsız,
malını çaldığı kimsenin kölesi yapılırdı. Bu durumu, Hz. Yûsuf’un kardeşleri
75. Âyette bizzat kendileri itiraf ettiler. Yûsuf aleyhisselâm’ın çok iyi bir kimse olduğunu gördükleri için: “Ey
Azîz! Onun çok ihtiyar bir babası var. Bunun için onun yerine (bizden) birimizi
alıkoy. Biz seni gerçekten iyilik edenlerden görüyoruz, dediler.”[32] Hz. Yûsuf ise: “Eşyamızı yanında bulduğumuz
kimseden[33] başkasını alıkoymamızdan Allah’a
sığınırız. O takdirde biz elbette zâlimleriz demektir, dedi.”[34]
Hz.
Yûsuf’un kardeşlerinin Yûsuf aleyhisselâm’a: ‘Ey Azîz!’[35] diye hitap etmeleri birçok
müfessiri, Hz. Yûsuf’un, vezirin yerine geçtiği şeklinde yanıltmıştır. Nitekim
Yûsuf Sûresinin 30 ve 52. Âyetlerinde vezirin karısından bahsedilirken اِمْرَأَةُ الْعَزِيزِ ‘İmraetü’l Azîz’ (Azîz’in karısı) ifadesi
kullanılmıştı.
İmam
Mevdûdî rahımehullâh bu konuda da şu açıklamaları
yapmaktadır: “Hz. Yûsuf aleyhisselâm için bu şekilde "el-Azîz" (izzetli kişi)
unvanının kullanılması, onun, Zelîha’nın kocasının daha önceki mevkiine geçtiği
şeklinde bir karışıklığa meydan vermiştir. Bu yanlış anlama daha sonraları
müfessirleri başka türlü yorumlar icat etmeye sevk etmiştir. Bu yorumlara göre
Zelîha bir mu’cizeyle yeniden gençleşmiş ve Melik tarafından Hz. Yûsuf ile
evlendirilmiştir. Müfessirler bununla da kalmamış, kimileri Hz. Yûsuf ile
Zelîha'nın gerdek gecesi konuşmalarını bile tespit edebilmişlerdir. Aslında tüm
bunlar kurgudur. Zira daha önce de işâret edildiği gibi ‘Azîz’ kelimesi, bir
Mısır saygı unvanının Arapça karşılığıydı ve özel bir bürokratik unvana delâlet
etmemekteydi. ‘Azîz’ kelimesi sadece ‘ekselansları’ gibi anlamlara gelen ve
Mısır'da yüksek mevkilere sahip kimseler için kullanılan bir unvandı.
Sözü
edilen evliliğe gelince, bu da Kitâb-ı Mukaddes ve Talmud'da Hz. Yûsuf'un
evliliğiyle ilgili olarak anlatılan hikâye üzerine bina edilmiş bir kurgudur.
Bu kitaplara göre Hz. Yûsuf, Poti-pherah'ın kızıyla (Asnad) evlenmişti.
Zelîha'nın kocasının adı da Potiphar'dı ve bu iki isim birbirine karışmıştı. Bu
hikâye, İsraîliyyât geleneği içinde o yorumcudan bu yorumcuya el değiştirince
Potiphar ile Potip herah isimleri, ses benzerliğinden dolayı aynı şahsa dalâlet
etmeye başladı. Sonuçta hikâyede geçen (Potip herah'ın) kızı, (Potiphar'ın)
‘karısı’ ile yer değiştirdi. Sonra evliliğin suhûletle tamama ermesi için
Potiphar ‘öldürüldü’. Artık geriye tek bir zorluk kalıyordu, yaşların
uygunsuzluğu... Bunun için de bir mu’cizenin yardımına başvuruldu ve ülkenin
‘yönetici’sine layık bir eş haline getirmek için Zelîha'nın yaşı tamamen
gençleştirildi.”[36] Bu açıklamalara göre, Hz. Yûsuf’un
önceki vezirin yerine geçtiğini düşünen kimseler, Allah’ın peygamberini vezirin
tahtına oturturken, karısıyla da evlendirmeyi kurgulamışlardır. Buradan da
anlaşılıyor ki, Hz. Yûsuf’un Zelîha ile evliliği meselesi kurgu olduğu gibi,
onun, hükümdarın hükmü altında bir vezir olduğu düşüncesi de doğru değildir.
Yûsuf
Sûresinin 76. Âyetinde geçen; “o (Yûsuf), hükümdarın dinine göre
kardeşini (esir olarak) alıkoyacak değildi” cümlesinde geçen مَا كَانَ “mâ kâne” ifadesinin ne
anlama geldiği üzerinde bir nebze durmamız yerinde olacaktır. Çünkü Hz. Yûsuf'un
bu amelinin anlamını yanlış yorumlama durumunda, onun Mısır'daki konumu da
yanlış anlaşılacaktır. Bazı kimseler, Âyetin bu bölümünü, Hz. Yûsuf'un,
kardeşini yanında alıkoymak için, o anki gayrimeşru kanunlarda bu imkân yoktu,
bu nedenle hükümdarın kanunlarından yararlanamadı da, başka bir yöntemle
kardeşini yanında alıkoydu, şeklinde açıklama yapıyorlar. Bu kimselere
verilecek en güzel cevap, öncelikle Hz. Yûsuf'un, Melik'in kanunlarından
sakındığını ifade eden cümlede geçen olumsuzluğun niteliğinin ne olduğunu ve bu
üslup şeklinin Kur’ân'da hangi anlamlarda kullanıldığını ortaya koymak
olacaktır. Kur’ânî delillerle yapılacak bu açıklama, meseleyi aydınlatacaktır.
Zira Kur’ân'da, "مَا كَانَ لِ" biçiminde pek
çok Âyet bulunmaktadır ve hiçbirisinde de yukarıda verilen anlam mevcut
değildir!
مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِى دِينِ
الْمَلِكِ Âyeti genelde; “(Yûsuf), kardeşini, Melik’in yasasına göre
alıkoyamazdı çünkü Melik’in yasasında buna imkân yoktu ya da buna hakkı yoktu
veya buna yetkili değildi” şeklinde çevrilmektedir. Oysa Arap dilinde ve
Kur’ân’da مَا كَانَ “mâ kâne” bu
anlamda kullanılmamaktadır. Bu ifade şekli, “olacak şey değildir, mümkün olmaz”
şeklinde net anlamlar içermektedir.
Bunun
örnekleri Kur’ân’da çoktur. Biz, birkaçını hatırlatalım:
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ أَنْ يَقْتُلَ
مُؤْمِنًا إِلا خَطَاً
“Bir
mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesnâ- öldüremez...”[37]
مَا كَانَ لِلَّهِ أَنْ يَتَّخِذَ مِنْ وَلَدٍ
سُبْحَانَهُ
“Allah’ın
çocuk edinmesi olacak bir şey değildir. O bundan münezzehtir...”[38]
وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَنْ يَأْتِيَ
بِآيَةٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللَّهِ
“...Allah’ın
izni olmadıkça, hiçbir peygamberin kendiliğinden bir Âyet (mu’cize) getirmesi
mümkün olmaz...”[39]
وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ أَوْلِيَاءَ
يَنْصُرُونَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ
“Onların
Allah’tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir velîleri (dostları) olmaz...”[40]
Misal
olarak zikrettiğimiz bu Âyetlerin tamamında, bahsi geçen şeylerin olması ve
meydana gelmesi kesin olarak mümkün değildir veya yasaktır. Aynen bunun gibi,
Hz. Yûsuf’un, kardeşini yanında alıkoymak için gayrimüslim olan bir hükümdarın
dinine yani kanunlarına uyması da kesin olarak yasaktır ve bunu yapması mümkün
değildir. Onun, “kardeşini yanında tutmak için, hükümdarın mevcut kanunları
arasında münasip bir hüküm yoktu” diye anlamak yerine, “bir peygamberin böyle
bir yola tevessül etmesi olacak şey değildir” şeklinde anlamak gerekir.
Bu
açıklamayı şunun için yaptık. Eğer “mâ kâne” ifadesinin Âyete kattığı manayı
doğru anlayamazsak, bu durumda; “Hz. Yûsuf, eğer Melik’in gayr-i İslâmî
yasalarında kardeşini yanında tutmak için bir çıkar yol bulsaydı, o beşerî
yasaya uyacaktı. Melik’in yasalarında o gün itibariyle bu imkân olmadığı için,
Hz. Yûsuf beşerî kanunlara uymadı, olsaydı uyardı” şeklinde bozuk bir anlam
çıkmaktadır. Oysa şu bir gerçektir ki, Yûsuf Sûresinin 76. Âyetindeki bu beyan
şekli, bir peygamberin asla İslâm dışı yasalara uymayacağını kesin bir üslupla
ortaya koymaktadır. Yûsuf aleyhisselâm’ın, uymaktan uzak durduğu temel yasanın
“Dînu’l-Melik” (Kral’ın dini) yani onun kanunları olduğunun belirtilmesi, bu
anlamı pekiştirerek vermektedir. O esnada ülkede geçerli olan din,
Melik'in dinidir; Allah'ın dini değildir! Çünkü Mısır ülkesinde öteden beri
Kral’ın hükmü yürürlüktedir. “Dînu’l Melik” ifadesindeki “dîn” kelimesiyle
“Kral’ın kanunları” kastedilmektedir. “Din” ile “kanun” arasında kopması
imkânsız bir bağ vardır. Peygambere ve ona uyanlara, Allah'ın dinine uymak
düşer; beşerî hislere ve heveslere değil!
Âyette
geçen “Melik’in Dini” tabirinden, o esnada Mısır’da Kral’ın -iman etmiş olsa
bile- bazı kanunlarının yürürlükte olduğu ama Hz. Yûsuf’un o kanunlarla
hükmetmediği anlaşılır. Bu durum tedrîcilikle açıklanır. Geçmişten o zamana
kadar yürürlükte olan tüm beşerî kanunların bir anda yürürlükten kaldırılması
genelde çok zordur. Böyle bir durumda küfür kanunlarıyla hükmetme söz konusu
olmaksızın, onlar aşama aşama yürürlükten kaldırılır. Geçiş dönemi yani câhilî
yasaların henüz İslâmî yasalarla yer değiştirmediği dönemlerde, İslâm’a aykırı
kabuller ve uygulamalar asla benimsenmez. Bu tür karmaşık ortamlarda İslâm
kanunlarıyla küfür kanunlarını sentez ederek koalisyon şeklinde bir hükümet
şeklini tercih etmenin câiz olduğunu savunmak asla doğru değildir.
İsrâilî
kaynaklarda da Melik’in iman ettiği ve Hz. Yûsuf’un tam yetkiyle hükümdar
olduğu vurgulanmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes’e göre Melik, Hz. Yûsuf’a iman etmiş,
parmağındaki hükümdarlığı temsil eden mühür yüzüğünü çıkarıp onun parmağına
takmış ve onu tüm Mısır’a hükümdar tayin etmiştir.[41] Ayrıca Talmud’da geçtiğine göre,
sadece Kral değil, etrafında bulunan diğer yöneticiler de Hz. Yûsuf’un yönetime
geçmesini ittifakla kabul etmişlerdir. Bu rivâyetler de, şâyân-ı dikkattir!
Yûsuf:
76. Âyet’e göre, dinleri ikiye taksim etmek mümkündür: (Mutlak anlamda
yaratıcının hükmünün geçerli olduğu) Allah’ın Dini ve (insan aklının ve
hevâsının mahsûlü olan) Kral(lar)’ın Dini. Yani insan; ya el-Melik (evrenin
gerçek sahibi, tek hükümranı ve hükümdarı) olan Yüce Allah’ın dinine tâbidir ya
da aklını, hevâ ve heveslerini ilâhlaştıran zâlim kralların dinine!
Evet,
Hz. Yûsuf, asla İslâm dışı makamlara tenezzül etmediği gibi, insanların
uydurdukları kanunlara da uymadı.
Nitekim
Hz. Yûsuf’un ailesi, Mısır’a gelip huzuruna girince[42], Yûsuf aleyhisselâm, babasını ve annesini tahtına oturtmuştur. Taht,
hükümdarlığın ve iktidarın sembolüdür.
“Sonra
onlar (Yâkûb’un ailesi), Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde, o, babasını ve
annesini bağrına bastı, kucakladı ve: ‘Allah’ın irâdesi ile hepiniz emîn olarak
Mısır’a girin’ dedi. Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkartıp oturttu.
Hepsi onun için secde ettiler.[43] O zaman (Yûsuf) dedi ki: ‘Babacığım,
işte bu önceden gördüğüm rüyanın gerçekleşmesidir. Rabbim onu doğru çıkardı.
Bana da iyilikte bulundu…”[44]
Hz.
Yûsuf’un tahta ne zaman geçtiği hususunda Kur’ân’da açık bir ifade
bulunmamaktadır. Fakat İsrâîlî kaynaklara göre o otuz yaşında iken tahta
oturmuştur. Bunu hem Eski Ahit[45], hem de Talmud ifade etmektedir.
Mevdûdî rahımehullâh şu açıklamayı yapmıştır: “Hz. Yûsuf
(a.s) zindana gönderildiği zaman muhtemelen yirmi yaşlarındaydı. Bu, Kur’ân ve
Talmud'daki iki cümleden çıkarılmaktadır. Kur’ân (Âyet, 42’de): "Orada
yaklaşık on yıl kadar kaldı,"demektedir: Talmud ise şöyle der: ‘Yusuf
o izzet ve sadakat makamına yükseltildiğinde otuz yaşındaydı.’”[46] Talmud’a göre, Hz. Yûsuf otuz
yaşında tahta oturduysa, zindana atıldığında da yirmi yaşlarında olması
gerekir. Çünkü zindanda yaklaşık on yıl kalmıştır. Kardeşleri tarafından kuyuya
atılması hâdisesi de muhtemelen yedi yaşında gerçekleşmiştir. Mübârek b.
Fadâle, Hasan-ı Basrî’den şöyle nakleder: Yûsuf aleyhisselâm kuyuya on yedi yaşında atıldı.”[47] Talmud’a göre ise, Mısır Azîz’i Hz.
Yûsuf’u on sekiz yaşındayken satın almıştır. On sekiz yaşında genç ve yakışıklı
bir delikanlı olarak saraya gelen Yûsuf Peygamber, iki yıl kadar sonra da
zindana girmesine sebep olan imtihana tâbi tutulmuştur. Her şeyin en doğrusunu
Allah bilir.
Yûsuf
Peygamberin öz annesinin, Bünyâmîn’in doğumu esnasında vefât ettiği rivâyet
edilmiştir. Süddî’ye göre burada zikredilen kadın Hz. Yûsuf’un teyzesidir.
Fakat İbn-i Cerîr’e göre, Kur’ân’ın zâhiri, Hz. Yûsuf’un annesinin o esnada
hayatta olduğuna delâlet etmektedir ve annesinin daha önce öldüğüne dair bir
delil de bulunmamaktadır. Âyet’in akışı da, bunu te’yîd etmektedir.
Hz.
Yûsuf, babası ile annesini tahtına oturtmuş ve bu durumun önceden gördüğü
rüyanın te’vîli olduğunu, Allah’ın o rüyayı gerçekleştirip, Rabbinin kendisine
ihsânda bulunduğunu söylemiştir.
Bu
ihsânın ne olduğunu ise, sonraki Âyet açıklığa kavuşturmaktadır. O da,
Rabbinin, kendisine mülk vermiş olmasıdır.
Bu
gerçeği Yûsuf aleyhisselâm, anne ve babasını tahtına oturttuğu zaman
şükür makamında dile getirmektedir. Çünkü Rabbimiz, onu, kuyudan, kölelikten ve
zindandan kurtarmış, Mısır Azîz’inin karısının iftirâsından temize çıkarmış,
Melik’in ve tüm Mısır halkının yanında saygın bir yer edinmiş; uzun yıllar
süren anne, baba ve aile hasretinden ve köle olarak satılmasından sonra, Allah
kendisine mülk ve iktidar vermiştir.
Bunun
üzerine Hz. Yûsuf, Rabbine şöyle nidâ etmektedir:
“Ey
Rabbim, Sen bana mülk[48] (saltanat) verdin ve bana sözlerin
(kitap ve rüyaların) te’vîlinden (bazı bilgiler) öğrettin. Ey gökleri ve yeri
yaratan! Sen, dünyada da âhirette de benim velîmsin (yardımcım, dostum,
işlerimi havale ettiğim ve hükmüne boyun eğdiğimsin).[49] Benim canımı Müslüman olarak al ve
beni sâlihlere kat.”[50]
Hz.
Yûsuf, bütün bu nimet, ikrâm ve ihsânlara rağmen, en güzel âkıbetin Müslüman
olarak ölüp, sâlihlerden olmak olduğunu ikrâr ediyor. Hiçbir dünya saltanatı,
Allah’ın rızâsından önemli değildir; bu nedenle dünya saltanatları,
insanları Allah'a kulluktan alıkoymamalıdır! Çünkü taç da taht da geçicidir;
önemli olan Allah katında iyilerden sayılmaktır. İşte bu İlâhî lütuflar
karşısında Hz. Yûsuf, şımarmayıp, şükür ve niyaz ile Allah’a sığınıyor.
Bu
açıklamalar, "Allah'ın Peygamberi Yûsuf bile bir tâğûttan görev almıştır.
Demek ki bu, câizdir" diyerek, tâğûtların hükümleri istikâmetinde âmirlik
ve memurluk yapmanın câiz olduğunu zannedenlerin, bu meseleleri bütünlük içinde
iyice düşünüp anlamaları için yapılmıştır.
Bir
peygamber için, "o, beşerî kanunlara göre hareket etti" demek, en
büyük iftirâlardandır! Allah'ın gözetimi ve koruması altında, Allah adına
görevlerini icrâ eden bir Peygambere bu türden sözler yakıştırmanın dünya ve
âhirette vebâli ve azâbı çok büyüktür! Böyle söylemeye yeltenenler; Hz. Yûsuf,
vahye değil de, kendi hevâsına uydu, demiş olmaktadırlar. Oysa Rabbimizin de
bildirdiği gibi, Allah'ın peygamberleri, Allah'ın izniyle kendilerine itaat
edilsin diye gönderilmiştir. Tâğûtların yasalarındaki açıklardan yararlansınlar
veya insanların fikir akımlarına teslim olsunlar diye değil!
Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلاَّ
لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ
“Biz,
gönderdiğimiz her bir peygamberi, Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye
gönderdik…”[51]
Yûsuf
Sûresini, Allah'ın murâdına uygun şekilde anlayamayanlar âdil idareci
olamazlar. Tâğûtların avene ve mele' takımından olmaktan da kurtulamazlar!
Maalesef
ki Hz. Yûsuf, birisi sağlığında, diğeri de vefâtından sonra olmak üzere, iki
büyük iftirâya ma’rûz kalmıştır.[52] Sağlığında uğradığı iftirâ,
Zelîha’nın iftirâsıdır. Ötekisi ise, onun, tâğûtun hükmü altına girdiğini
söyleyenlerin iftirâsıdır. Allah Teâlâ, sağlığındaki o iftirâdan onu temize
çıkarmıştır. Diğer iftirâya karşı onu müdâfaa etmek ise, mü’minlerin
vazifesidir.
Yûsuf aleyhisselâm’ın, küfür kanunlarına tâbi olduğunu söyleyenler, onu
şirk koşmakla itham ederek, ona en büyük iftirâyı atmaktadırlar. Kendi
zamanında uğradığı iftirâ onun günah işlediğine yönelik bir yalan iken;
günümüzde bazı çevreler onun şirki gerektiren bir ameli benimsediğini
söylemektedirler! Bu ikincisi öncekinden daha korkunç bir ithamdır ve küfürdür!
Kur’ân’ın
tabiriyle, “Ahsenü’l-Kasas” أَحْسَنُ الْقَصَصِ yani kıssaların
en güzeli olan Yûsuf aleyhisselâm’ın kıssasını en güzel şekilde anlamamız,
ibret almamız[53] ve bu kıssadan çıkardığımız dersleri
hayatımıza aktarmamız dilek ve duasıyla…
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا
يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ
“İzzet
sahibi olan Rabbin, onların niteleyegeldiklerinden yücedir, münezzehtir.
Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.”[54]
Yûsuf’a
selâm ediyoruz ve cennette onunla birlikte olmayı diliyoruz. Âmîn.
Yusuf
Semmak
DİPNOTLAR:
[1] Bu meselenin Tefsîr ilmiyle olduğu
kadar, İslâm akîdesiyle de doğrudan münâsebeti vardır. Çünkü bazı insanlar,
adaşım olan Hz. Yûsuf’un, beşerî yani gayr-i İslâmî bir düzen içinde tâğûttan
görev aldığını ya da onun hükmü altına girdiğini söyleyerek, Allah’ın
Peygamberine iftirâ etmektedirler ve tâğûtlarla dostluklarına delil uydurmaya
çalışmaktadırlar! Bu düşüncelerinin bâtıl olduğunu ispatlayarak, bu tutarsız
görüş sahiplerinin hidâyetlerine vesîle olması ümidiyle bu konuyu ana
hatlarıyla açıklayacağız.
Teblîğ
etmek bize aittir; hidâyete erdirmek ve hesap sormak ise Allah’ın hakkıdır. O,
hidâyete erecekleri en iyi bilendir.
[2] “Andolsun ki Biz, her ümmet
arasında ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğûttan kaçının’ diye (teblîğ etmeleri için)
bir peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimine hidâyet verdi, kiminin
aleyhine olmak üzere sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezinin de
(peygamberleri ve Tevhîd’i) yalanlayanların sonu nasıl oldu, görün.” (Nahl:
36)
[3] Yûsuf: 54
[4] Ma’lûm olduğu üzere, bir devleti
ayakta tutan en önemli kurumlar, mâliye (hazine), askeriye (ordu), yargı ve
eğitim’dir. Hz. Yûsuf, ileriki zamanlarda ülkeyi bekleyen kıtlık ve kuraklık
yılları nedeniyle, bu dördünden hazineyi söz konusu ederek ülkenin iktidarını
istemiştir. Zira hazinenin iflâs etmesi, diğer kurumların da sağlıklı şekilde
işleyişine mâni olur. Çünkü açlıktan ve yokluktan kırılan bir toplumun, diğer
yönlerden ayakta kalması mümkün değildir. İşte Yûsuf aleyhisselâm bu inceliğe işâret ederek, devletin hazineleri
üzerinden aslında tüm devlete tâlip olmuştur.
[5] Yûsuf: 54
[6] Yûsuf: 54
[7] Yûsuf: 56
Rabbimiz, وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِى الأَرْضِ buyruğunu
21. Âyette de zikretmişti. Orada bu Âyetin anlamı: “İşte Biz böylece
Yûsuf’a o yerde (arz-ı Mısır’da) imkân hazırladık” şeklindedir. Yüce
Rabbimizin buyruklarının akışı açık bir şekilde bu anlama delâlet etmektedir.
‘İmkân hazırladık’ diye anlam verdiğimiz مَكَّنَّاkelimesine ‘yerleştirdik’ anlamı da
verilebilir. Zira bir amelin gerçekleşmesi için imkân dâhilinde olması
gereklidir. Rabbimiz, Hz. Yûsuf’a hem Mısır’da yerleşme imkânını bahşetmiştir
hem de bu yerleşimden sonra iktidar yolunu açmıştır. Bu Âyette, Yûsuf aleyhisselâm’ın iktidar öncesinde özel eğitimden geçtiğine dair
bir îmâ bulunmaktadır. Hz. Yûsuf daha önce çölde yarı göçebe bir hayat yaşıyordu.
O zamanlar Kuzey Arabistan ve Ken’ân’da ne bir yerleşim merkezi vardı ne de
kültür ve medeniyet adına kayda değer bir ilerleme. Yüce Allah onu Mısır’da
yüksek makam sahibi bir devlet adamı (el-Azîz)’in evine gönderdi. Bu adam evi
ve mülkü konusunda Hz. Yûsuf’a tam yetki tanıdı. Bu durum, Hz. Yûsuf’un hükümet
işlerinde ihtiyaç duyduğu kabiliyetlerini geliştirmesini ve Mısır’ı yıllarca
idare edecek tecrübeleri elde etmesini sağlamıştır. Rabbimiz: “İşte Biz
böylece Yûsuf’a o yerde imkân hazırladık” (Yûsuf: 21) buyururken
bu durumlara dikkat çekmektedir.
Nitekim
Yûsuf aleyhisselâm’a hükümdar: “Sen bugün(den sonra)
bizim nezdimizde önemli bir mevkiye sahipsin, emînsin” (Yûsuf: 56)
derken, Hz. Yûsuf ise: “Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü
ben onları iyice koruyanım, (bu işi) bilenim” demek sûretiyle, idare
işlerinde kendisinde bulunan önemli iki temel vasfı dile getirmiştir. Bu
ifadelerden, Hz. Yûsuf’un güvenilir, sâdık ve güzel ahlâka sahip olmasının
yanında, hükümet işlerinde de bilgili ve dirâyetli bir kimse olduğu
anlaşılmaktadır. İşte Mısır krallığını yıllarca dillere destan şekilde idare
eden Yûsuf aleyhisselâm, devlet işleriyle ilgili tecrübe ve
birikimlerini el-Azîz’in evinde iken, onun kendisine sağladığı çok geniş
imkânlar neticesinde elde etmiş ve kendisinde bulunan yeteneklerini kısa sürede
geliştirmiştir. Yüce Rabbimiz, Hz. Yûsuf’u arz-ı Mısır’da el-Azîz’in evinde
yerleştirip (Yûsuf: 21), ona geniş imkânlar verdikten sonra, o zamanın en güçlü
yerleşik devleti olan Mısır’da kendisine tam yetki ile iktidarı bahşetmiştir
(Yûsuf: 56). Bazı müfessirlerin belirttiğine göre, Hz. Yûsuf’un iktidar sahibi
olması siyasi anlamda sadece Mısır ile sınırlı kalmamıştır. O, kendi döneminin
çok güçlü bir devleti olan Mısır’ın başına geçmesiyle, uluslararası siyasette
de etkin bir makamda bulunmuştur.
[8] Yûsuf: 54
[9] Yûsuf: 54
[10] Yûsuf: 54
[11] Yûsuf: 54
[12] Yûsuf: 54
[13] Yûsuf: 55
[14] Yûsuf: 55
[15] Yûsuf: l00
[16] Yûsuf: 72
[17] Yûsuf: l01
[18] Yûsuf: 56
[19] Tefhîmu’l Kur’ân, C: 2, S: 472
[20] Yûsuf: 56
[21] Yûsuf: 56
[22] Tefhîmu’l Kur’ân, C: 2, S: 474
[23] Yûsuf: 40
[24] Yûsuf: 39
[25] Bkz: Yûsuf: 43, 50, 54
[26] Yûsuf: 66
[27] Yûsuf: 67
[28] Yûsuf: 67
[29] Yûsuf: 68
[30] Yûsuf: 76
[31] “İşte Biz, Yûsuf’a böyle bir
tedbir öğrettik.”(Yûsuf: 76)
[32] Yûsuf: 78
[33] Âyette geçen bu ifade biçimi
hakkında İmam Mevdûdî rahmetullâhi
aleyh’in nefis açıklamalarına yer verelim:
“Hırsız kelimesi yerine ‘malımızı bulduğumuz kimse’ deyiminin kullanılmış
olması çok anlamlıdır. Hz. Yûsuf aleyhisselâm kardeşi hakkında ‘hırsız’ kelimesini
kullanmaktan çekinmişti. Çünkü kardeşi gerçekte hırsız değildi. Buna ‘tevriye’
denir. Tevriye bir hakikati örtmek yahut ‘gizlemek’ demektir. Bu uygulamaya
belli şartlar ve sınırlar içinde İslâmî kurallar izin vermiştir. Fakat şahsî
amaçlı bir kazanç için değil, bir kötülükten sakınmak yahut bir zâlimin elinden
bir mazlûmu kurtarmak için uygulanabilir. Veya gerçek dışı bir şey söylemekten
yahut yanıltıcı bir araca başvurmaktan başka çare kalmadığı durumlarda bu yol
geçerli olabilir. Apaçıktır ki, benzer bir durumda sâdık bir insan açıkça yalan
söylemeyecek ve göz göre göre hileye başvuramayacaktır. Bunları yapmak yerine
öyle bir şey söylemek ya da yapmak zorundadır ki, ne tam anlamıyla doğru ne de
tam anlamıyla yanlış olsun. Aynı şekilde söylediği açıkça yalan da değildir;
yaptığı yalnızca kötülüğü defetmek için gerçeği gizlemek olmalıdır. Böyle bir
uygulama hem hukûken hem de ahlâken Şer'îdir: ancak bir takım şahsî çıkarlar
için değil, daha büyük bir kötülüğü çok daha küçüğüyle izâle etmek amacı
taşımak şartıyla... Demek ki, Hz. Yûsuf aleyhisselâm'ın bu durumda söz konusu tüm şartlara hâiz olduğunu
söylemek gerekmektedir. Zira memurlarına, danışıklı olduğu kardeşinin yükünü
aramalarını tembihlemiş, fakat arayıp da hırsızlıkla suçlamalarını istememişti.
Daha sonra memurlar kardeşlerini birer zanlı olarak huzuruna getirdikleri zaman
hafifçe tahtından kalkarak yüklerini aramaya başlamıştı. Her şey olup bitip
kardeşleri, Bünyâmîn yerine içlerinden birini alıkoymasını kendisinden istirham
ettiğinde, Hz. Yûsuf aleyhisselâm onlara kendi hükümlerine göre
mukâbelede bulunup, yalnızca kabın bulunduğu şahsı alıkoyacağı, başkasına
dokunmayacağı şeklinde karşılık vermişti.
Bu
tür uygulama örneklerine mücâdelesi esnasında Rasûlullah aleyhisselâm’ın hayatında da rastlanmaktadır. Ve bu uygulamaların
herhangi bir hukûk ya da ahlâk kuralına göre itiraz götürür yanı olamaz.”
(Tefhîmu’l Kur’ân, C: 2, S: 487)
[34] Yûsuf: 79
[35] Hz. Yûsuf’un kardeşleri Hz. Yûsuf’a,
Yûsuf: 88’de de ‘el-Azîz’ şeklinde hitap etmektedirler.
[36] Tefhîmu’l Kur’ân, C: 2, S: 486, 487
[37] Nisâ: 92
[38] Meryem: 35
[39] Ahzâb: 78
[40] Şûrâ: 46
[41] Bkz: Eski Ahit, Tekvîn, Bap: 41,
Cümle No: 38-43
Bu
bölümün 40. Cümlesinde: “Bütün kavmim senin emrin üzere idare olunacaktır; ben
yalnız tahtta senden büyük olacağım” denmektedir. Bu ifadeyi esas alan bazı
yorumcular, o dönemde Mısır kralının sembolik olarak en yüksek mevkiye sahip
olduğunu düşünmüşlerdir. Bu mevkiyi işgal eden kişi yönetime karışmasa da,
formalite olarak halk nezdinde bir saygınlığa sahiptir. Britanya Krallığının
durumu gibi. Bilindiği gibi, İngiltere Demokrasi ile yönetildiği halde,
formalite olarak kraliçe en üst makamda bulunmaktadır. Ama kraliçenin yönetime
karışması diye bir şey söz konusu değildir.
Kralın:
“Tahttan başka senden üstünlüğüm olmayacak” sözünü de dikkate alan ilk
müfessirler, ülkede bütün yetkilerin Hz. Yûsuf’a verildiğini, hatta onun kralı
bile devirebilecek güce sahip olduğunu söylemişlerdir.
Kralın
iman edip etmediği meselesi ya da devletteki konumunun tespiti bir yana, asıl
olan; Hz. Yûsuf’un İlâhî hükümler ile şirk sistemini birbirine karıştırmak
sûretiyle bir yönetim yapısını kabul etmiş olmadığı gerçeğidir.
[42] Yûsuf Sûresinin 99. Âyetinde, önce:
“Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde, ana babasını bağrına bastı”, sonra
ise: “Allah’ın izniyle Mısır’a güven ve huzur içinde girin” cümlesinde
pek çok müfessire göre, “takdîm (öne alma)-te’hîr (sonraya bırakma)”
bulunmaktadır. Hz. Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde “Mısır’a emniyet içinde
giriniz” denmesi düşünülemez. Olsa olsa “Mısır’a hoş geldiniz!” denir. Oysa
Âyette, Yâkûb’un ailesinin, önce Yûsuf’un huzuruna girdikleri, sonra
kendilerine “güven içinde Mısır’a girin” dendiği geçmektedir. Bu da gösteriyor
ki, bu ifadeler arasında “takdîm-te’hîr (öndekinin arkaya, arkadakinin öne
alınması)” vardır. Yani önce zikredilen ifade sonraya, sonra zikredilen ifade
ise önceye alınmalıdır. Bu durumda Âyetin anlamı şöyle olur: Yûsuf aleyhisselâm, ailesini yolda karşıladı, onlara “güven ve huzur
içinde Mısır’a giriniz” dedi. Onlar da Mısır’a gelip Hz. Yûsuf’un huzuruna
çıktıklarında, Allah’ın peygamberi ana babasını bağrına bastı ve onları
hükümdarlık tahtının üstüne çıkartıp oturttu…
İmam
Taberî rahımehullâh, bu görüşü benimsememiş, Süddî’nin naklettiği şu
açıklama şeklini tercih etmiştir: Hz. Yûsuf ana babasını karşıladığında bağrına
bastı. Sonra birlikte ülkenin kapısına vardıklarında onlara: “Allah’ın izniyle
güven ve huzur içinde Mısır’a girin” dedi. Bu açıklama hakkında, فِيهِ نَظَرٌ “fîhi nazar” diyebiliriz.
Yani bu görüş problemlidir. Çünkü آوَى kelimesi
“bağrına bastı, yanına aldı, yanında bir yere yerleştirdi” demektir. Bu kelime
Hadîs-i Şerîflerde de cânî, bid’atçı vb. suçluları yanına almak, korumak ve
yataklık etmek gibi anlamlarda kullanılmıştır. Ayrıca Yûsuf Sûresinin 69.
Âyetinde: “Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde o, kardeşini yanına aldı” buyruğunda
da aynı kelime kullanılmıştır. Görüldüğü gibi, آوَى “bağrına bastı” fiili ancak evde gerçekleşir. İbn-i Kesîr rahımehullâh da benzer açıklamalar yapmıştır.
Talmud’a
göre, halk, hükümdarlarının ailesinin Mısır’ı teşrîf ettiklerini öğrenince büyük
bir kalabalık halinde Yâkûb ve oğullarını bir festival havasında
karşılamışlardır. Dolayısıyla tarihî anlamda büyük bir öneme hâiz olan,
İsrâîloğullarının Ken’ân’dan gelip Mısır’a yerleşmeleri hâdisesi o dönemde de
önemli bir olay olarak telâkkî edilmiştir. Annesi, babası, kardeşleri ve diğer
akrabalarının ülkesine gelişi esnasında, Yûsuf aleyhisselâm’ın yerinde oturup, anne ve babasının ayağına
gelmelerini beklemesi de zaten düşünülemez.
[43] “Hepsi onun için secde ettiler” Âyetini
yanlış anlayanlar olmuştur. Şöyle ki, bazıları: “Bu secde saygı secdesiydi,
ibâdet secdesi değildi” demişlerdir. Böyle düşünenler, önceki şerîatlarda
ibâdet maksadıyla olmadıkça insanlar karşısında secdeye izin verildiğini
sanmışlardır! Bu düşünce yapılarıyla, kral, yönetici, rûhânî lider, bilgin vb.
eşraftan sayılan kimselerin huzurunda saygı alâmeti olarak yerlere kapanmayı
Şer’î kabul edecek denli ifrâta düşmüşlerdir. Bu ifrâtın nedeni ise, Âyette
geçen, سُجَّدًا “succeden
(secde ediciler olarak)” kelimesinin anlamını, İslâm fıkhında “elleri,
ayakları, dizleri, alnı ve burnu zemine değdirerek yere kapanmak” biçiminde
ıstılâhî anlamdaki “secde” olarak ele almış olmalarıdır. Bu yorum bâtıl’dır! Âyette
geçen secdeden maksat, baş eğerek selâmlamaktır. Yani burada “secde” lügat
anlamıyla kullanılmıştır. Hz. Yûsuf’un ebeveyni ve kardeşleri o dönemin
insanları arasında yaygın olan eski bir âdet uyarınca, huzurda eli göğse koyup
hafifçe eğilerek selâmlama yapmışlardır. Bu âdet geçmişten günümüze nezâket,
saygı ve selâmlama amacıyla kullanılmaktadır. Günümüzde de pek çok toplumda
hâlen mevcuttur.
Peygamberimizin
Şerîatında, secde ister ibâdet maksadıyla olsun isterse saygı vb. amaçlarla
olsun asla câiz değildir! Allah’tan başkasına secde edilmez!
[44] Yûsuf: 99, 100
[45] Tekvîn, Bap: 41, Cümle No: 46
[46] Tefhîmu’l Kur’ân, 2/459
[47] Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, Dâru
Usâme, Ammân, C: 2, S: 1061
İbn-i
Kesîr rahımehullâh, Hz. Yûsuf ile alâkalı bazı rakamsal rivâyetlere yer
vermiştir. Şöyle ki: Hz. Yûsuf’un rüyayı görmesiyle gerçekleşmesi arasında kırk
yıl vardır. Ayrıca rüyaların en geç bu sürede gerçekleşeceği söylenmiştir.
Yûsuf’un babasından ayrılmasından buluşmasına seksen yıl geçmiştir. Bu sürenin
seksen üç yıl olduğu da söylenmiştir. Yûsuf on yedi yaşında kuyuya atılmıştır.
Babasından seksen yıl ayrı kalmıştır. Babasıyla buluştuktan sonra yirmi üç yıl
yaşayıp, yüz yirmi yaşında vefât etmiştir. Bunların yanında, Yûsuf’un
babasından ayrılmasından buluşmasına kadar geçen sürenin on sekiz yıl olduğu da
söylenmiştir. Kitap Ehli ise bu sürenin kırk yıl veya o civarda olduğunu ve Hz.
Yâkûb’un Mısır’a geldikten on yedi yıl sonra Allah’ın onun ruhunu kabzettiğini
söylemişlerdir. Allah en iyi bilendir. (Bkz: Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, 2/1061,
1062)
[48] “Mülk” kelimesi, “sahip oldu”
anlamına gelen “Meleke” fiilinin masdarıdır. “Mülk” Kur’ân’da en çok kullanılan
kavramlardandır. Temelde iki anlama gelir:
1) Sahip olma, yönetme,
2) Güç ve iktidar.
“Meleke”
fiilinin diğer masdarı da “milk”tir. Bu iki kelime arasında fark vardır. Mülk;
insanlar üstünde tasarrufu ve hâkimiyeti, milk ise eşya üstündeki tasarrufu
ifade eder. Milk veya milkiyyet mâlik olma ve sahipliği, mülk ise tasarruf ve
hükmetmeyi anlatır. Mülk, milk’ten daha kapsamlıdır. Dolayısıyla mülk; güç,
otorite, hükümdarlık, saltanat, sahiplik ve hâkimiyet gibi anlamlara
gelmektedir. Kur’ân’da “mülkü’s-semâvâti ve’l-ard” ifadeleri “göklerin ve yerin
hâkimiyeti” anlamındadır. Melik ve melîk kelimeleri “mülk” kökünden türemiştir.
Kur’ân’da melik kelimesi, bir taraftan evreni yöneten Allah’ın ismi olarak,
diğer taraftan da insanları yöneten hükümdar anlamında kullanılır. Mutlak
anlamda melik olan Yüce Allah’tır. İnsanları yöneten diğer melikler, Allah’ın
hâkimiyetine tâbi olarak, O’nun hükmüyle hükmeden hükümdarlardan ibarettirler.
Allah’ın egemenliğini tanımayan melikler, kendilerini insanlara sahte ilâh
olarak takdim ederler. Bu tür meliklerin kanunları da, yukarıdaki açıklamalarda
geçtiği gibi, Rabbimiz tarafından “Dînu’l Melik” yani “melik’in dini” diye
ifade edilmiştir. Allah’ın dinine uymayan kralların, insanları idare ettikleri
yasa ve kuralları “din” anlamına gelmektedir. Zira bir insan ya hak dine göre
ya da bâtıl bir dine göre ömür sürer. Rabbimiz, gerçek ve mutlak anlamda
hükümdarın kendisi olduğunu belirterek, yeryüzünün hükümdarlarına, iktidara
geçtiklerinde eşyanın sahibiymiş gibi keyfî davranmamaları gerektiğini, evrenin
sahibinin hüküm ve irâdesine uymaları gerektiğini ve “El-Melikü’l-Hak” yani
“gerçek hükümdar” olanın yalnızca kendisi olduğunu hatırlatmaktadır: “Hak
ve mutlak egemen olan Allah ne yücedir!” (Tâ-Hâ: 114) Başka bir Âyette
ise “El-Mülkü’l-Hak” yani “gerçek hâkimiyet”in Rahmân’a ait olduğu
bildirilmektedir: “O günde hak mülk (hâkimiyyet) yalnız Rahmân’ındır.” (Furkân:
26)
Bu
açıklamalardan sonra konumuzla alâkalı olarak şunu tekrar hatırlatmak isteriz.
“Melik” hükümdar, “mülk” ise hükümdarlık demektir.
Rivâyete
göre, M.Ö. 1000 yıllarında Amalika’lılar, İsrâîloğullarına saldırmışlar ve
Filistin’in birçok bölgelerini ele geçirmişlerdi. O dönemde İsrâîloğullarına
peygamber olarak gönderilmiş olan Samuel aleyhisselâm çok yaşlanmıştı. Bu nedenle İsrâîloğullarının
ileri gelenleri peygamberlerine giderek: “Bize bir hükümdar gönder (tayin et)
de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. Onlar, diğer milletler gibi,
kendilerini yönetecek ve emri altında savaşacakları bir kral istiyorlardı.
Allah Sübhânehu ve Teâlâ bu hâdiseyi bizlere şöylece
açıklamaktadır:
“Mûsâ’dan
sonra İsrâîloğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar kendi
peygamberlerine: ‘Bize bir hükümdar gönder de, Allah yolunda savaşalım’
demişlerdi. O da: ‘Ya savaş üzerinize farz kılınır da savaşmayıverirseniz?’
demişti. Onlar: ‘Allah yolunda niye savaşmayalım?’ Hem yurdumuzdan çıkarıldık,
hem de evlatlarımızdan edildik?’ demişlerdi. Fakat onlara savaş farz kılındığı
zaman, içlerinden çok azı müstesnâ yüz çevirdiler. Allah (savaşmaktan kaçan)
zâlimleri çok iyi bilendir. Peygamberleri onlara: إِنَّ اللَّهَ قَدْ
بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا ‘Muhakkak
Allah size Tâlût’u bir hükümdar (melik) olarak göndermiştir’ dedi. Onlar da: أَنَّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا ‘Nasıl olur
da bizim başımızda hükümdarlık (mülk) onun olabilir’ dediler. وَنَحْنُ أَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِ ‘Hâlbuki biz
hükümdarlığa (mülk) ondan daha lâyıkız. Üstelik ona bolca mal da verilmemiştir.’
(Peygamberleri): ‘Muhakkak Allah, onu sizin üzerinize (hükümdar
olarak) seçmiştir. Ona ilimce de vücutça da bir üstünlük vermiştir’
dedi. Allah, mülkünü dilediği kimseye verir. Allah, Vâsi’dir (rahmeti ve ilmi
sonsuzdur), her şeyi bilendir.” (Bakara: 246, 247)
Âyetlerde
görüldüğü gibi, “melik” hükümdar, “mülk” de hükümdarlık anlamına gelmektedir.
Yûsuf kıssasının sonunda Hz. Yûsuf’un: “Ey Rabbim, Sen bana mülk
verdin” (Yûsuf: 101) ifadesinin, “Ey Rabbim, Sen bana
hükümdarlık verdin” anlamına geldiği böylece anlaşılmış olmaktadır.
Yûsuf aleyhisselâm’ın çocukluğundan itibaren tüm hayatının bizlere
anlatılması ve onun hayat hikâyesinin, ibretler alınması gereken “en güzel
kıssa” olarak bizlere takdim edilmesinin pek çok hikmetleri bulunmaktadır. Onu,
zamanının küfür devletinin kanunlarına uyan bir peygamber olarak göstermeye
çalışanlar, Yûsuf kıssasından ibret alamamış ve Allah’ın peygamberi Hz. Yûsuf’u
hakkıyla tanıyamamış kimselerdir!
[49] Hz. Yûsuf, Rabbimize niyâz ederken:
أَنْتَ وَلِيِّى فِي
الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ “(Rabbim)
Sen, dünyada da âhirette de benim velîmsin” demek sûretiyle, vilâyet
(egemenlik, hâkimiyyet) makamında sadece Allah’ı gördüğünü ve onun hükmüne göre
hareket ettiğini açıkça itiraf etmektedir. Yûsuf aleyhisselâm’ın yalnızca bu sözü
dahi, kendisine iftirâ edenlere cevap olarak yeterlidir!
[50] Yûsuf: 101
[51] Nisâ: 64
[52] Bizim burada kastettiğimiz iki
iftirâ, sonuçları açısından en çok zarar verici olanlardır. Bilindiği gibi;
insanlar yaşarken veya vefât ettikten sonra irili ufaklı pek çok iftirâlara
ma’rûz kalabilirler. Ama o iftirâlar içinde bazıları vardır ki, kendisine
iftirâ edilen kimse açısından çok büyük sıkıntılara, çilelere ve üzüntülere yol
açacak nitelikte ağır ithamlardır. Biz bu türden olanlara dikkat çekmek
istedik.
Bilindiği
gibi, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Yûsuf’un kardeşleri tarafından da iftirâya ma’rûz
kaldığını haber vermektedir.
Hem de o iftirâyı, farkında olmadan Hz. Yûsuf’un yüzüne
karşı yapmaktadırlar: “(Yâkûboğulları): ‘Eğer o (Bünyâmîn) çalmış
bulunuyorsa onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı’ dediler…” (Yûsuf:
77)
[53] “Andolsun ki Yûsuf’un ve
kardeşlerinin durumunda, soranlar (isteyenler) için nice ibretler vardır. ”(Yûsuf:
7)
[54] Sâffât: 181-182