Araştırmacı, Yazar

ANASAYFA
BİZE ULAŞIN
AMACIMIZ
KUR'AN DİNLE
KİTAPLARIMIZ
DERS VİDEOLARI ARŞİVİ
NOT DEFTERİ
Muhtelif konularda kısa kısa nasihatler serimizin altıncısında 149 madde hâlinde muhtelif kısa nasihatler…




MUHTELİF KONULARDA KISA KISA - 6

1  AKILSIZ TELEFON!

Kapitalizm'in piyasaya sürdüğü son model akılsız telefonları elinden, gözünden ve kulağından düşürmemek!... Bunun yanında, Kapitalizm'i eleştirmek!... En sonunda da geçim ve geçimsizlik sıkıntısından dem vurmak!... Sen, -ihtiyaç olmadan- 1000, 2000, 3000, 4000,... lira vererek ve daha nice özentilerle milyarları saçıp savurursan, elbette bereketten mahrûm kalırsın!... Eşine dostuna zaman ayırman gerekirken, bir çocuğun oyuncakla oynadığı gibi, son model telefonları zırt pırt elinden düşürmeyip mıncıklarsan, elbette faydalı ve sağlıklı diyaloglardan, güzel sohbetlerden ve dostluklardan mahrûm kalırsın!... Sizce de biraz abartmıyor muyuz? Eskilerin tabiriyle, her şeye yerimiz var. Marka ve model takıntısı nereye kadar? Maksat, ihtiyacın karşılanması ise, yıllardır hangimiz telefondan mahrûmuz ki! Hâl böyleyken, nesiller boyu telefon alma takıntısını toplumca neden terk edemiyoruz? Bu özenti ve şartlanmışlık niyedir?

2  ZEKÂTI AÇIKTAN, SADAKAYI GİZLİ VERMEK EVLÂDIR:

Allâme Mevdûdî rahımehullâh, Yüce Rabbimizin: "Sadakalarınızı açıkça verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler ve fakirlere verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır, (böylece O,) günahlarınızın bir kısmını bağışlar. Allah yapmakta olduklarınızdan gereği gibi haberdardır" (Bakara: 271) buyruğu hakkında şunları söylemiştir:

“Zekâtı açıktan, diğer infâkları (sadakaları) ise gizli vermek en iyisidir. Aynı prensip diğer ibâdetler için de geçerlidir. Farz ibâdetleri açıktan, nâfile ibâdetleri ise gizli yapmak daha iyidir. Eğer kişi iyi amelleri gizlice işlerse, bu o kişinin karakterinin şekillenmesine yardımcı olur. Bunun sonucu kişi, hikmet ve samimiyeti göz önünde bulundurarak küçük günahları affeden Allah'ın, gözde ve seçkin bir kulu olur.” (Tefhîmu’l Kur’ân, 1/214)

3  SEBEP-MÜSEBBİP-MÜSEBBEP:

Kul, sebepten sorumludur; müsebbepten değil! Müsebbebi gerçekleştirecek, müsebbib olan Yüce Allah’tır.

Cehâlet sebebiyle insan bazen sebeplere sarılmak yerine sonuca şartlanır. Çalıyı tepesinden sürüklemek gibi! Oysa sebep olmadan sonuç olmaz. Sonuçları yaratacak olan da, sebeplere sarılmayı emreden Yüce Mevlâ’dır.

Sebep: Neticeye vesile ve aracı olan şeydir.

Müsebbip: Sebepler vasıtasıyla neticeyi yaratan ve ihdâs eden demektir ki, yegâne müsebbip Yüce Allah’tır.

Müsebbep: Sebep ile meydana getirilmiş neticedir, sonuçtur.

Örneğin; meyve müsebbep, meyve ağacı sebep, Allah ise müsebbip’tir.

4  KÖTÜ MECLİSLER!

İlim bilinci yok, infâk bilinci yok, sıla-i rahm bilinci yok, din kardeşleri için dua etme şuuru yok, laftan anlama ve nasihat dinleme hiç yok! Kibir, ego, gurur, ucb, bencillik, gıybet, iftirâ, kötü zan, tartışma, inatlaşma, tekfîrleşme, boş ve bâtıl sözler bazı meclislerin vazgeçilmez unsurları olmuş!

Allah’ı zikretmek yerine insanların aleyhinde atıp tutmayı hüner sanır olmuşuz! İnsanlardan konuşmaya gelince dudaklarımıza bal sürülmüşçesine bir an susmak bilmiyoruz ama ilimden, imandan, takvâdan, hikmetten, ihlâstan, ihsândan, infâktan, fedâkârlıktan, aftan, merhametten, yardımlaşma ve dayanışmadan söz etmeye gelince âdeta ahraz, sağır ve câhil kesiliyoruz! Allah’ı yüceltmek yerine, hacıları, hocaları, kafadarları, grupları, hizipleri, önyargıları, putları, tabuları ve hurâfeleri yüceltmek moda olmuş! Yergicilik ve övgücülükten daha büyük bir taassup olur mu hiç!

Bu durum -bu türden ortamlarda- insana, Hz. Sâlih’in:

وَلٰكِنْ لاَ تُحِبُّونَ النَّاصِحِينَ “Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” (A’râf: 79) ve Hz. Lût’un:

أَلَيْسَ مِنْكُمْ رَجُلٌ رَشِيدٌ “İçinizde aklı başında bir adam yok mu?” (Hûd: 78) Âyetlerini hatırlatmıyor mu?

Bu Âyetlerle Yüce Allah bütün kullarına hitap ederek, kendisine isyândan, haktan sapmaktan ve bâtıl üzerinde inat etmekten sakındırmıyor mu?

Kişi, başkasını veya söylenen sözleri kendisi gibi veya kendisinden bilirmiş… İnsan, takvâ sahibi ise sözleri güzel anlar, değilse güzel sözü dahi kötü anlar! Bu sözlerimizin birebir bir muhatabı yoktur. Yani muayyen olarak herhangi birini kastediyor değiliz. Bunlar, -herkesin takdîr edeceği gibi- genel vâkıî durumlardır. Sakınmamız ve müttakîlerden olmamız duasıyla...

5  VASATLIK…

Kur’ân nasıl ki Sünnet ile tamam olursa, Tevhîd de Nebevî Ahlâk ile kâmil olur... Sünnetsiz Kur’ân anlayışı modelsiz bir İslâm faraziyesi olduğu gibi, Nebevî ahlâktan yoksun bir Tevhîd anlayışı da ahlâksız, edepsiz, saygısız, dengesiz, ayarsız, kontrolsüz ve fevrî bir inanma şekline yol açar! Asıl olan, âlemlere rahmet olarak gönderilen, adâletine, dürüstlüğüne, güvenilirliğe, âlicenaplığına ve güzel ahlâkına dost ve düşman herkesin şâhit olduğu o âhir zaman Nebîsinin güzel örnekliği ile vasat, ölçülü, dengeli, mazbût ve fıtrat değerleriyle ve akl-ı selîmle çatışmayan müstekîm bir duruş ortaya koymaktır. Fıtrat ile çatışan ifrâta düşer. Bilelim ki, Hak ehli olmak güzel insan olmak demektir. Yoksa nefis, insanı, şeytanların telkînleri ve tesvîlleri istikâmetinde -Allah korusun- bir ömür boyu oraya buraya evirir çevirir!.. Câhil insan da nefsîliğini, ifrât ve taşkınlığını hak, hakikat ve takvâ sanır!.. Küfürden, cehâletten, gafletten, kötü hal ve âkıbetten Âlemlerin Rabbine sığınırız.

6  CIMBIZLAMA!

Bâtıl ehli bozuk akîdelerini ispat etmek için uydurma, zayıf, çok zayıf rivâyetlere, Usûl ilmi açısından Nassları tahsîs ve takyîd kuvvetinde olmayan nakillere, ulemânın hakkında ihtilâf ettiği bazı fetvâlara -diğerlerini görmeyerek, görmezlikten gelerek veya yok sayarak- tutunurlar. Çoğu zaman da, Âyet ve Hadîsleri, ashâbdan veya tâbiûndan gelen nakilleri ve ulemânın sözlerini yanlış anlayıp, yanlış yorumlayıp konu bütünlüğü içinde yerli yerine koyamazlar. Sadece okuyup duydukları ma’lûmât yığınlarından nefislerine, hevâlarına, akıl ve anlayışlarına uygun düşenleri alırlar ve usûlsüzce değerlendirmeler ve genellemeler yaparlar. Oysa bir hakikati makaslayacak olduktan sonra, bazı detayları cımbızlayıp, bazı sözleri asıl, bazılarını teferruat sayıp, sözlerin önem ve önceliği ve kavramların içeriği indî olarak belirlenince, her kitaptan ve her konuşmadan birbirine zıt her görüş istikâmetinde ilerlenebilir! Bu davranış biçimi, bâtılların en bâtılı olsa da, vâkıa budur! İnsan bazen bâtıla düşmek şöyle dursun, bâtılların da bâtılına yuvarlanabilir! Bunun nedeni bilmemektir!

Allah’ım! Senden faydalı ilim dileriz. Bize kendisinden faydalanıp, hak ile bâtılı tefrîk edebileceğimiz ve kendisiyle rızânı kazanacağımız ilim lütfeyle…

7   ÇİZ ÇİZ, NEREYE KADAR?!

Gelmiş geçmiş müctehidler ve âlimler Âyetleri, Hadîsleri, Allah Rasûlünü, Rasûlün ashâbını ve sahîh imanı doğru anlamamışlar; çiz üzerlerini! İçerisinde uydurma sözler sokuşturulmaya çalışılan Hadîsler de bir şekilde müctehidler, mezhebler, âlimler ve râvîler kanalıyla geldi; öyleyse hem Hadîslerin hem onları getirenlerin hem de delil sayanların ve bu hususlarda bir usûl ve menhec ortaya koyanların üzerlerini de çiz! Geriye ne kaldı? Kur'ân. Kur'ân'ı kafana yani hevâ ve heveslerine göre yorumla! Sonra da inancının, Kur'ân'a yani Allah'ın murâdına uygun olduğunu iddia et! İnsan sormaz mı? Peki, Kur'ân'dan senin anladıklarının doğru olduğu ne ma'lûm? "Bana ma'lûm oldu" demek delil olmadığına göre! O halde, görüşlerinin doğruluğunun delili nedir? Şu veya bu Âyet mi? Senin anladığının tam aksi şeyler anlayanlar da, sorulduğunda, senin bahsettiğin Âyeti gösteriyorlar! Dikkat edelim, örneksizlik insanı işte bu şekilde kısır döngüye düşürür!

Müslümanın örneği, Rasûlullah aleyhisselâm'dır. Örneği olan bir dinin de tâbiileri olur. Onların yoluna da Kur'ân, "mü'minlerin yolu" ve "sırât-ı müstekîm" der.

Allah'ın dini değişmedi/değişmez ve bu hak yol hiçbir zaman kapanmadı/kapanmaz ki, Sünnet, Kur'ân, din, usûl ve menhec tartışmalarına yer olsun! Kimden gelirse gelsin, yanlışa yanlış demek ayrıdır, mü'minlerin üzerinde bulunduğu hak yola muhâlif yollar ve inançlar uydurmak başkadır.

Hidâyet ve selâmet dualarıyla.

8  KISA NOTLAR:

1- Kur'ân-ı Kerîm kıyâmete kadar her çağa hitap eden İlâhî bir Kitâb'dır. Asırlar önce Kur'ân tefsîri yapan müfessirlerin kafalarında bazı sorular vardı. Müfessirler açıklamalar yaparlarken o soruları başlangıç yaptılar veya o soruların cevapları üzerinde yoğunlaştılar. Şimdi ise daha farklı sorular, hatta sorunlar var. O tefsîrlerden yararlanarak, çağın şartlarını ve sorunlarını bilen ve dikkate alan ilim ehlinin yetiştirilmesi şarttır.

2- Bugün insanlarda ilim ve iletişim sorunu vardır. İlimden anlayanlar genelde insanlarla iyi iletişim kuramıyorlar. İnsanlarla iyi iletişim kuranlar ise genelde ilimden anlamıyorlar.

3- Davetçinin -neleri konuşup, hangi konulara girmemesi gerektiği hususunda- bir standardı olmalı ve kendi sınırlarını bilmelidir. Çünkü davetçi fakîh, müfessir veya muhaddis değildir. Bilindiği gibi, fikirlerin özgürce ve umursamadan paylaşıldığı bir dönemdeyiz. İnsanlar kesin bilgi sahibi olmadıkları konularda rahatça konuşabilmektedirler. Sosyal medyanın hâli de budur!

4- Davette seviye ve muhatapların durumları da dikkate alınmalıdır. Örneğin; bir kimse bir çocuğa bir konuyu anlatırken hocasından öğrendiği şekilde anlatmamalı! Çocuğun anlayış seviyesine inmelidir! Özel veya genel hitap arasındaki farkı da bilmelidir. Çünkü bir kimseye hitap etmekle bir topluma hitap etmek arasında fark gözetilir. Bir kişiye husûsî/özel hitap, kalabalığa ise umûmî/genel hitap tercih edilir. Buna hikmet denir. Hikmet, sözleri ve davranışları âdeta hassas terazi ile tartmak veya ölçüp biçmek demektir. Aksi takdirde, söz de fiil de ölçüsüz ve ayarsız olur!

9  ÂH ÂH!

Muâz b. Cebel radıyallâhu anh'ın rivâyetine göre, Rasûlullah aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: "İnsanları yüzüstü ve burunları yerde sürünerek cehenneme sürükleyen şey dillerinin kazandıklarından başkası değildir!" (Tirmizî, Îmân, 8, No: 2616; İbn-i Mâce, Fiten, 12, No: 3973; Sahîhu Süneni’t Tirmizî, 3/42, 43; Sahîhu Süneni İbn-i Mâce, 3/301, 302; Hadîs sahîhtir.)

Rasûlullah aleyhisselâm'ın en çok sakındırdığı şeylerin başında dil ve onun âfetleri, en çok teşvîk ettiği şeylerin başında da güzel ahlâk ve onun kazandırdıkları geliyor. Ama gelin görün ki, bugün insanlar "Ehl-i Sünnet" olduklarını iddia ettikleri halde, Peygamberi örnek aldıklarını söyledikleri halde, sanki Allah Rasûlünün sözünü tersten anlamış gibi hareket ediyorlar... Neler var neler!... Sert, katı, kaba, kırıcı, yıkıcı sözler, boş ve hikmetsiz konuşmalar, tartışmalar, gıybetler almış başını gitmiş! İnsanlar güzel ahlâk için değil, bedevîce (câhilce, görgüsüzce) davranışlarda ve konuşmalarda birbirlerine benzemek için yarışıyorlar! Hani mü'minin örneği, Âlemlere rahmet olarak gönderilen, âhir zaman Nebî'si Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem idi?!

10  İMAM ŞÂFİÎ RAHIMEHULLÂH’A NİSPET EDİLEN BİR SÖZÜN TAHKÎKÎNE DAİR BİR SORU ÜZERİNE KISA CEVABIMIZ:

İbnu’l Cevzî rahımehullâh, “Şeytanın Hileleri” diye Türkçeye çevrilebilecek olan “Telbîsu İblîs” adlı eserinde, İmam Şâfiî’nin:

ما لزم أحد الصوفية أربعين يوما فعاد عقله إليه أبدا “Sûfîlerle kırk gün birlikte olan kimsenin, aklı ebediyyen kendisine dönmez” sözünü nakletmektedir.

İmam Şâfiî’nin talebesi Yûnus b. Abdu’l-A’lâ ise:

صحبت الصوفية ثلاثين سنة مَا رأيت فيهم عاقلا إلا مسلم الخوَّاص “Sûfîlerin birlikte oldukları kimseler arasında Müslim el-Havvâs dışında akıllı adam görmedim” demiştir. (Telbîsu İblîs, Dâru’l Fikr, Beyrût, S: 327)

Başka kaynaklarda İmam Şâfiî’den şu söz de nakledilmiştir:

ما رأيت صوفياً عاقلاً قط إلا مسلم الخوّاص “Müslim el-Havvâs dışında hiç akıllı bir sûfî/sofu görmedim.” Sûfîler hakkında İbnu’l Cevzî eserinde uzunca açıklamalarda ve uyarılarda bulunmuştur. Bu husustaki nakiller satırlara sığmayacak kadar çoktur.

11  OKUDUKLARINI ANLAYAMAYAN HACI TEYZE VE MEHMET AMCA KUR’ÂN OKUYAMAYACAK MI?

Anlamını bilerek ve anladığını da yaşayarak, tertîl ve tecvîd ile Kur'ân okumak amaç olsa da, iman ederek ve sevabını yalnızca Allah'tan bekleyerek mânâsını anlamadan da hâlis bir niyet ile Allah'ın Kitâbını okumanın sevabı vardır… Hem de okumaya çalışırken zorlanan ve zaman zaman dili dolaşan, buna rağmen ihlâs ile okumaya devam eden kimseye -hem okumasının hem de zorlanmasının karşılığı olarak- iki sevap vardır. Dolayısıyla, "anlamını bilmiyorsan, Kur'ân okuma; hiçbir sevabı yoktur" diyene itibar edilmez! Sözün doğrusu; "okuduklarının anlamını ve tefsîrini de oku. Kur'ân'ın muhkemâtını sathî olarak anlamak için de Arapça öğren" olmalıdır. Her ne kadar Kur’ân’ın hidâyet mesajları çok açık olsa da, sadece Arapça bilmekle Kur'ân bir bütün olarak anlaşılmaz. Çünkü belli düzeyde Arapça bilmek başkadır, ilim ehli olmak başkadır. Bilindiği gibi, cehâletten cür’et doğar; sakınmak gerekir! Salt Arapça'ya dayanarak Kur'ân'ın metni üzerinden yüzeysel olarak hüküm çıkarmaya "zâhiricilik", meâllerden hüküm çıkarmaya da "meâlcilik" denir. Bu ikisi de din adına fesat felsefelerdir! Kur'ân ve Sünneti sahîh anlayıp hüküm çıkaracak ilim, istinbât ve ictihâd gücüne mâlik olmayan her mü'minin müctehidlerin ictihâdına uyması farzdır ve İslâm'ın gereğidir.

12  ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ:

Önceleri Şâfiî olan ama mizâcına daha uygun olduğu için sonradan Hanbelî mezhebine geçen ve Ahmed b. Hanbel’in mezhebini hararetle savunan, hayatının sonuna kadar bu iki mezhebe göre fetvâ veren, Muhyiddîn (dini ihyâ eden) unvânlı Şeyh Abdülkâdir Geylânî rahımehullâh günümüzde yaşamış olsaydı; onun yokluğunda adına tarîkat uyduranlar, "evliyâ" diyerek her platformda kendisini öve öve bitiremeyenler onu sapıklıkla ve aşırılıkla suçlarlardı!

Şeyh Abdülkâdir Geylânî ile Şeyh Ahmed b. Teymiyye'nin i'tikâd ve menheci aynıdır. İkisi de Hanbelî'dir, ikisi de müctehiddir, ikisi de -inşâAllah- veliyyullâh'tır.

13  MÜ'MİN, SÖZÜ İLE DE MÜ'MİNDİR!

Mü'minin sözü her bakımdan senet gibi olmalıdır. Söylediği söze bir kâğıt parçası kadar değer verilmeyen kimse, mü'min kelimesinin kökündeki emn, emân ve emânet kelimelerinin ne anlamlar ifade ettiğine bakmalıdır!

Bilelim ki, mü'min emîndir. Mü'mine güvenilir. Mü'min emânete hıyânet etmez. Mü'min dürüsttür. Mü'min doğru sözlüdür. Mü'min yalan söylemez. Mü'min sözünden dönmez. Mü'min kimseyi mağdur etmez ve üzmez. Mü'minlerin şâhit olmasını bir yana koyun, gayrimüslimler bile mü'minin doğruluğuna, dürüstlüğüne ve güvenilirliğine şâhittir.

Bir kimseye bir şey dediğinizde o kimse sözünüze güvenmezse, ona: "Arkadaş, ben mü'minim. Mü'min yalan söylemez" deyin. Böylece İslâm adına da güzel örnek olun. Bundan güzel teblîğ mi olur? Emîn olmayanın sözüne kim inanır? Fakat daha önce sizden çok yalanlar ve tutulmayan veya vaktinde yapılmayan sözler duyduğu için haklı olarak size güvenemiyorsa, o taktirde en yakın kuytu bir köşeye gidin, içtenlikle tevbe edip, ıslâh oluncaya kadar ağlayın, ağlayın!..

14  SAĞLAM KARAKTER:

Sosyal medyada sağlam karakter, kardeşlik, samimiyet, fedâkârlık, cömertlik, doğruluk, dürüstlük, kanaat ve onurluluk gibi yazılar -maalesef ki- az rağbet görüyor… Oysa bu sıfatları taşımayanlarla arkadaş/dost olunmaz ve kendilerine güvenilmez, tabiri câizse ipleriyle kuyuya inilmez. Menfaatçi insan çıkar avcısı gibidir. İpiyle kuyuya insen, o ipi üç beş kuruş fazla verene satar, kendisine güveneni yarı yolda satar/bırakır. Hiç şüphesiz insanın kişilik ve karakteri mânevî değerler üzerine oturur ve şekillenir. Ahlâkî ve mânevî değerlerin hiçbiri küçümsenemez ve geçiştirilemez. Çünkü her bir değerin kişilik binâsında -bir açığı kapatmak kâbilinden- yeri vardır. Bu bakımdan ahlâkî değerler ve prensiplerin her biri kişilik binâsının demiridir, toprağıdır, taşıdır, tuğlasıdır, harcıdır. Hatta hiçbir iyiliği küçük görmemek gerekir; insanların önemsemeyip de geçiştirdikleri iyilikler de kişilik binâsında çakıl taşı mesâbesindedir. Zira bir duvardaki küçük deliği büyük taşlar değil, küçük taş parçaları kapatabilir. Bu sebeple, küçümsenen ve ihmâl edilen bir amel -yerine göre- büyük bir amel kadar önemli olabilir. Sağlam imanlı ve güzel ahlâklı mü’minlerin ancak sağlam karakterli insanlar arasından çıkacağını ve bu hususta Peygamberimizin Hadîsleri bulunduğunu unutmayalım.

15  NAMAZ:

Dört rek'atlık farz bir namazla dört rek'atlık sünnet-i müekkede bir namazın kılınışı arasında fark vardır. Dört rek'atlık sünnet-i müekkede bir namaz ile dört rek'atlık sünnet-i gayr-i müekkede bir namazın kılınışı arasında da fark vardır. Dört rek'atlık sünnet-i gayr-i müekkede bir namaz ile dört rek'atlık terâvîh namazının kılınışı ise aynıdır.

Kısa Açıklama:

Dört rek’atlık farz namazda (yani öğlenin farzı ile yatsının farzında) üçüncü ve dördüncü rek’atlarda zammı sûre okunmaz, direkt besmele çekip fâtiha okunur. Ama dört rek’atlık sünnet-i müekkede namazda (yani öğlenin sünnetinde) üçüncü ve dördüncü rek’atlarda besmele çekip Fâtiha okunduktan sonra zammı sûre de okunur.

Dört rek’atlık sünnet-i müekkede namazda (öğlenin dört rek’atlık sünnetinde) üçüncü rek’ata kalkıldığında besmele çekip, Fâtiha ve zammı sûre okunur. Ama dört rek’atlık sünnet-i gayr-i müekkede namazlarda (ikindinin ve yatsının dört rek’atlık sünnetlerinde) üçüncü rek’ata kalkıldığında, Sübhâneke duası okunur, sonra eûzü-besmele çekip Fâtiha ve Zammı sûre okunur.

Dört rek’atlık sünnet-i gayr-i müekkede bir namazın kılınışı ile terâvîh namazının dört rek’at olarak kılınışı aynıdır. Yani ilk oturuşta Tehıyyât’tan sonra Salli-Bârik duaları okunur ve üçüncü rek’ata kalkıldığında da önce Sübhâneke duası, sonra eûzü-besmele ve Fâtiha, ardından da zammı sûre okunup, rükû’a gidilir. Dördüncü rek’ata kalkıldığında ise besmelenin ardından Fâtiha ve zammı sûre okunup, rükû’a gidilir.

Sünnet-i müekkede bir namaz ile sünnet-i gayri müekkede bir namazın ortak yönü, üçüncü ve dördüncü rek’atlarda zammı sûre okunur. Farklı yönü ise, sünnet-i müekkede namazda üçüncü rek’ata kalkıldığında Sübhâneke duası okunmaz ama sünnet-i gayr-i müekkede namazda okunur. Ayrıca sünnet-i müekkede namazın ilk oturuşunda sadece Tehıyyât okunur, Salli-Bârik duaları okunmaz ama sünnet-i gayr-i müekkede namazda okunur.

16  RAMAZAN’DA MARKET İZLENİMLERİ SONRASI TEFEKKÜR…

Mide doyar da nefis ve göz doymaz. Mide kanaat ve îsâr ile küçülür, az ile veya az çeşit ile yetinir, hatta terbiye edilerek boş bile durur. Ama azgın nefisler frenlenmeden ve açgözlülük terk edilmeden insan bir dünyayı yiyeceğini zanneder. Onu da bunu da şunu da ötekini de berikini de oradakileri de buradakileri de hatta aklındakileri de yemek ve içmek ister. Yuh yani! İnsan bir tabak yemekle doyar, on tabağa ne hâcet? İçeceksen su iç, süt iç, şerbet iç, ayran iç, çay iç, Türk kahvesi iç! Bunlar yeter de artar bile. Meşrubatların hepsine -özellikle de asitli ve katkı maddeli olanlara- göz dikmeye ne hâcet? Birbiriyle uyumsuz bir ton yemekle hanımları maratona ve rakabete sokmaya ne hâcet? Toplum olarak kanaatsizliğin, şükürsüzlüğün ve açgözlülüğün nedeni karşılıklı etkileşimler ve beklentilerdir. Faraza, takvâ sahibi insanların oluşturduğu küçük bir köyde, yeme içme alışkanlığı böyle mi olurdu? Tamam, yemeyin/içmeyin demiyoruz, dahası lezîz yemekler de yiyebiliriz ama yemenin de içmenin de bir vasatı, ölçüsü, kanaati, şükrü, sabrı ve tefekkürü olmalı değil mi? Güzel ikrâm yapacaksan yap, ama ikrâm ederken bile takvâ ve kanaati bir kenara koyma! Aslında kanaat ve güzel ikrâm dediğimizde her şey açık seçik biliniyor ve anlaşılıyor da, söz konusu bilgilerin hâmili ve âmili olmadan, bazı şeyleri genelde anlamak veya uygulamak istemiyoruz herhalde!...

17  ”YERE GÖĞE SIĞMADIM…”

Sûfîler arasında -Kudsî Hadîs iddiasıyla- yaygın olan:

مَا وَسِعَنِى سَمَائِى وَلاَ أَرْضِى وَ لٰكِنْ وَسِعَنِى قَلْبُ عَبْدِى الْمُؤْمِنِ “Ben yere göğe sığmadım fakat mü’min kulumun kalbine sığdım” sözü Hadîs değildir!

Muhaddis Irâkî, “Bu sözün aslını görmedim” demiştir. Zerkeşî de ona muvâfakat etmiştir. İbn-i Teymiyye, “Bu söz İsrâîliyyâtta geçer. Bu sözün, Nebî aleyhisselâm’dan bilinen bir isnâdı yoktur” demiştir. (Keşfu’l Hafâ, Mektebetü’l Kudsî, No:  2256, 2/195)

Zeynüddîn Muhammed Abdurraûf el-Münâvî ( (d. 952/1545 – v. 1031/1622) bu Hadîs için, لاَ أَصْلَ لَهُ “Aslı yoktur” demiştir. (Feydu’l Kadîr Şerhu Câmii’s Sağîr, el-Münâvî, el-Mektebetü’t Ticâriyyetü’l Kübrâ, Mısr, No: 2375, 2/496)

18  FARKINDALIK ADINA!

1- Yayaların geçmesi için yapılmış olan kaldırımlara tezgâh açan ve yayılan esnaflar!

2- Yaya geçitlerinde yavaşlamayan ve durmayan şoförler!

3- Engelli yollarındaki engeller!

4- Yaya ve bisiklet yollarına araba park edenler!

5- Kırmızı ışıkta durmayan trafik canavarları!

6- Kapalı yerlerde ve başkalarının yanında sigara içenler!

7- Yerlere tükürüp çöp atanlar!

8- Toplu taşımalarda yaşlı, özürlü ve çocuklu kadınlara yer vermeyenler!

9- Toplu taşıma araçlarında koltuğa yayılarak oturanlar, bazı yolcular ayakta beklerken yanındaki boş koltuğa çanta koyanlar veya -kucağına almak yerine- küçük çocuğunu oturtanlar!

10- Toplu kullanım alanlarında yüksek sesle konuşanlar!

11- Araçlarda yüksek sesle müzik dinleyenler!

12- Mahalle ve sokak aralarında düğünlerde elektro sazlarla mahalleliyi rahatsız edenler!

13- Ramazan ayında açıktan oruç yiyerek Müslümanlara saygısızlık edenler!

Lütfen, âdâp ve muâşeret kurallarına uyalım!

Görgülü olmak medeniyetin bir gereğidir!

19  KARDEŞLİK BU MUDUR?

Şu sözler -farz-ı muhâl, kendisine akıl ve fikir verilerek- taşlara dinletilse, -Allah korkusu ve haşyetten belki de üzüntüden dolayı- tam ortasından çatlayıverir! Ama ne yazık ki, imtihân sahasında dünyalıklarla oynayan ve zevk sarhoşu olan nice insan bunlardan etkilenmiyor bile!

Kardeşim!

Kazancının artmasını ve bereketlenmesini istiyorsan, evvelen ve bilhassa yakınındaki ihtiyaç sahiplerini ve fakirleri gözet. Yoksa istediğin kadar çalış, istediğin kadar kazan ve istediğin kadar hırsla işine sarıl, bereketten mahrûm kalırsın! Bin kazansan, senden bin bir çıkar! Borçlardan kurtulamazsın! Huzur bulamazsın! Düzlüğe çıkamazsın! Lüks arabalara bindiğin, leziz yemekler yediğin, istediğini alıp sattığın ve günlük de binlerce liralık cirolarla oynaştığın için, bu akâmetin farkına bile varamazsın! Ama buna rağmen, onlarca yıl geçer sürekli işlerinin kötü olduğundan şikâyet eder, şükrü unutursun! Hatta zekât dahi vermezsin! Zekâttan kaçan kimse, ne kadar infâk ehli olabilir ki?! Neden böyle olur? Çünkü bil ki, fakirler ve garipler, geniş imkânlardan yararlanan seni cömertliğinle ve Allah'a olan şükrünle görmek isterler. Bu olmayınca da, o garipler senin için dua etmezler hatta Hakk Teâlâ'ya aleyhinde şikâyetçi olurlar! Kardeşlik bu mudur diye!..

20  GÜN, GÜNDÜZ, GECE VE KADR GECESİ KAVRAMLARI:

Birçok kimse, "Kadr gecesi, Ramazan'ın son on günü içindeki tekli gecelerden biridir" sözünün pratikte ne ifade ettiğini anlayamaz. Bunun nedeni, İslâm'a göre günün ne zaman başladığının ve ne zaman bittiğinin bilinmemesidir. Ma’lûm, gün (yevm), gece (leyl) ve gündüz (nehâr) olarak iki kısımdan oluşur. Gece, güneşin batışıyla başlar, şafak sökünceye (fecre, imsâka) kadar devam eder. Gündüz ise imsâk ile başlayıp, güneş batıncaya kadar devam eder. Buna göre, misâl vermek gerekirse, “Ramazan'ın 25. gecesi denildiğinde”, Ramazan'ın 24'ünün bittiği ve gecenin başlamasıyla yeni günün girdiği imsâk vakti yani güneşin batışı kastedilir. Yani her ne kadar gündüzünde oruç tuttuğumuz zaman Ramazan'ın 24'ü olsa da, iftârımızı açtığımız anda, Ramazan'ın 25'i girmiş olur. O andan imsâk vaktine kadar da gece devam eder. İşte Kadr gecesini bu teknik bilgilere göre aramalı ve ihyâ etmeliyiz.

Günün şafakla, gecenin de güneşin batışıyla başladığı hususunda Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "...Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra orucu geceye (güneşin battığı akşam vaktine) kadar tamamlayın..." (Bakara: 187)

21  FAYDALANILMAYAN MAL VE FAYDALANILMAYAN ÖMÜR!

Faydalanılmayan ilim olur da, faydalanılmayan mal/gelir olmaz mı? Nice dünyalıklar, imkânlar ve ürünler içinde olup da, eşini dostunu, komşusunu ve yakınlarını düşünmeyen ve karınca kararınca onları da bu nimetlerden yararlandırmayan kimseler, eli sıkılıkla ve duyarsızlıkla o çokluğun hayrını ve bereketini mi ummaktadırlar? Hiç şüphesiz kişinin (asıl faydalandığı ve faydalanacağı) malı, Allah için infâk edip âhiret azığı olarak önceden gönderdiğidir. Ecdâd güzel demiş: Ne verirsen elinle, o gider seninle... İnfâk ederken; verdiğiniz de göz yummadan alınamayacak ve sizin de "kusura bakma!" demek zorunda kalacağınız az, değersiz, yetersiz ve çürük şeyleri vermeye kalkışmayın! Unutmayalım, Allah için verilenler, her şeyin en iyisinden olmalıdır. Ve yine unutmayalım, verdiğimiz bizimdir, biriktirip elde tutulan ve sayıp durulan şeyler ise mirasçılarındır. Bilelim ki, semâvâtın ve arzın mirası sadece Allah'ındır.

Bu dünyadan kimler gelip geçmedi ki? Nice sultanlara, servet sahiplerine hatta güç ve bolluk sarhoşluğu ile kendilerini tanrı ilan edip nefisleri için secde isteyenlere dahi kalmamış olan bu tatlı, yeşil ve câzibeli dünya kime dâr/yurt olabilir? Bu dünyadan yaratılmışların en üstünü ve peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâm bile göçüp gitmedi mi? Peygamberler ve sâlih kullar dünyayı âhiretin köprüsü ve tarlası olarak görürler. Onlar hasat yerinin ebedî hayat yeri olan âhiret olduğunu bilirler. Ve bu bilinç ile yaşarlar... Maalesef ki, bu kısa dünya hayatında/imtihanında Allah'ı ve âhireti unutma ve dünyanın -imtihan sebepleri olarak verilen- nimetlerine kapılma tehlikesi her zaman vardır! Dünyayı cennetleştirme veya cenneti dünyaya taşıma cinneti, nice uzun emel sahiplerinin ansızın kapısını çalan bir ecel ile son bulmadı mı? Dünyanın şurasından şurasına giderken bile günler öncesinden onca yol hazırlığı yapan insan, neden uzun ve ebedî âhiret yolculuğu için hazırlanması gerektiğini düşünemez? Yoksa, bu gariplikte şeytanın ve nefsin bir dahli mi vardır?!..

22  İslâm edebinden yoksun bir kimse tuzsuz yemek gibi değildir. Bilakis o kişi yemeksiz tuza (yemek yerine tuza) benzer. O da -mânen- hem rûhuna azaptır hem de başkasına eziyettir. Bilelim ki, mü'minin edebi un, ameli ise tuz mesâbesindedir. Yemek veya katık niyetine kimse tuz yemek istemez! Ekmeğinin arasına tuz doldurup da yiyeni veya yemeğin, aşın içine avuç avuç tuz boca edeni gördünüz mü? Ama maalesef ki, edebden yoksun ameller anlamında çoklarını görmekteyiz. O halde ey mü'min, edebini çoğalt. Amelin ne kadar az olsa da, edebinle tatlanır. Edebden yoksun çok amel değil, edebli az amel daha hayırlıdır. Amellerin Allah'a en sevimli olanı, az da olsa en devamlılarıdır. Önemli olan; iman, edeb, sebât, istikrâr ve istikâmettir.

23  EDEB YÂ HÛ!

İki saatlik bir tartışma videosu izledim. Allah için birkaç cümle söylemek vâcip oldu. Videoda tartışmanın tarafı olan sûfîmeşrep, ilimden ve Tevhîd’den bîhaber bir hoca (!), bu tartışmadan sonraki bir videoda, kendisini Tevhîd'e davet eden -yakından tanımadığım- bir kardeşe kibirle, gururla ve ekâbirce bir tavır ve üslup içinde, yalancı ve ahlâksız diye iftirâ ediyor. Hızını alamıyor, hatta onun inancını taşıyan davarlar sürüsünün tamamı da yalancı ve ahlâksızdır, diyor. Daha nice seviyesiz söylemler!.. Kötü söz, sahibine aittir, burada "selâm" der geçeriz. İnancı bir yana, kötü ahlâklı kimseler, kendi inançdaşları için de bir sıkıntıdır ve kötü örnektir! Böyle konuşacaksın, sonra da tasavvufun nefis terbiyesi, güzel ahlâk, terbiye, efendilik, zühd ve riyâzat konularında bir mektep olduğunu iddia edeceksin! Buna kim inanır? Şirki, küfrü, nifâkı terk edip kalp temizlenmeden, sadece amelleri güzelleştirme çabasının sonucu bu olsa gerek! Ego ve kibir sahibi kimseler, kendi inançlarından farklı söylemler duymaya bile tahammül edemiyorlar. Bu kadar tahammülsüzlük ve kasılmaya ne gerek var? Bu tavır, haksız olmanın ve savunduklarının bâtıl olduğunun ortaya çıkmasından endişe psikolojisidir! Herkes bildiğini ve inandığını söyler ve yaşar. Medeniyet, medenî olmak bunu gerektirir. Kezâ insan vahşi veya yabani bir canlı değildir. İnsan olabilmek, tahammülü öğrenmeyi ve olgun olmayı gerekli kılar. Hidâyete gelince, Allah onu dilediklerine verir. Duvarlarınızdaki tabelalarda yazan sözü söylemekle yetiniyoruz. Edeb yâ Hû!

24  TEBESSÜM EDERKEN, TEFEKKÜR EDELİM...

Nasreddîn Hoca'yı bir köye vaaz etmesi için davet ederler. Hoca: "Bir kese altın verirseniz konuşurum, yoksa gelmem" der. Köylü çaresiz herkesten para toplar ve bir kese altını Hoca'ya verir. Çok etkileyici bir konuşma yapan Hoca, mescidden çıkarken bir kese altını köylüye iâde eder. Köylü şaşkınlıkla: "Hocam, madem geri verecektiniz, neden istediniz? Neden bir kese altın diye direttiniz?" diye sorar. Hoca ise: "Dikkatlice va'z-ü nasihatimi dinleyin diye. Zira para ödediğiniz için beni dikkatle dinlediniz. Birinci sebep bu. İkincisi ise, cebinde para oldu mu insan bir başka konuşuyor" diyerek, -yemek sonrası ikrâm bâbından- ibretlik iki ders daha verir.

25  Hayırlı tâcir, yaptığı işin -ta'bîr-i câizse- etinden, sütünden, derisinden, yani hemen her şeyinden eşini dostunu ve bütün insanları -insanlardan hiçbir kimseye gösteriş yapmadan, hiçbir şekilde söylemeden, hiçbir vesileyle anlatmadan ve başa kakmadan- faydalandıran, bulunduğu ortamı bunun için bir fırsat bilen, hatta bu konumda bunları yapıp yapmadığıyla imtihân olduğunun şuurunda olup, şükreden kimsedir. Hayırlı mü'min ve hayırlı tâcir/esnâf deyince ilk aklıma gelen budur.

26  İNFÂKTAN ÖNCE İSTİŞÂRE ETMEK!

Rabbimiz buyurdu:

وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَأَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

“Onlar ki, Rablerine (Tevhîd ve ibâdet davetine) icâbet ederler, namazı dosdoğru kılarlar (ikâme ederler), işleri de aralarında şûrâ (meşveret, danışma) iledir, kendilerine verdiğimiz rızıktan da infâk ederler.” (Şûrâ: 38)

Âyette, Allah’ın iman davetine icâbet, daha sonra namazı ikâme, daha sonra meşveret/danışma, daha sonra da infâk zikredilmektedir.

Demek oluyor ki, imandan sonra hemen namaz kılmak gerekiyor. Önce iman, sonra namaz! Daha sonra önemli işlerde meşverete başvurulmalıdır. Bu meşveret, infâktan önce zikredilerek, infâk konusunun da Müslümanlar için önemli bir mesele olduğu anlaşılmaktadır. Yerli yerince yani öncelikli, evlâ ve efdal olanlara infâk edebilmek için ehil olan kimselerle meseleyi meşveret ile çözmelidir. Ne yazık ki bu inceliğe rağmen günümüzde insanların çoğu, infâk edeceklerinde, ilim, takvâ, iffet ve istiğnâ ehliyle istişâre etmemektedirler. Hâlbuki kul, nereden kazandıklarından mes’ûl olduğu gibi, nereye harcadıklarından veya harcaması gerekirken harcamadıklarından da sorulacaktır.

27  CEMÂATLE NAMAZ KILMANIN HÜKMÜ:

Cemâatle namaz kılmak hakkında özetle üç farklı görüş bulunmaktadır. Bazı âlimlere göre farz-ı ayn (Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî), bazılarına göre farz-ı kifâye (İmam Şâfiî, Tahâvî, Kerhî), bazılarına göre ise sünnet-i müekkededir (Ebû Hanîfe, İmam Mâlik).

Ahmed b. Hanbel ile Dâvûd ez-Zâhirî, namazın sahîh olması için cemâatin şart olduğuna kâildirler. İbn-i Huzeyme, İbnu’l Münzir, Atâ’, Evzâî ve Ebû Sevr’e göre, münferid olarak namaz kılan kimse, terk-i cemâatten dolayı günahkâr olsa da, namazı sahîh olur. Münferid namaz kılan kimse cemâatle namazın sevabı olan yirmi yedi kat sevaptan mahrûm olsa da, onun da bir ecri vardır. Ahmed b. Hanbel’in sahîh görüşünün bu olduğu rivâyet edilmiştir. Şâfiî’nin de görüşü budur.

Hanefî âlimlerden Tahâvî ve Kerhî’nin cemâatle namaz kılmanın hükmü hususunda muhtâr olan kavli farz-ı kifâye olmasıdır. Şâfiî mezhebinden birçokları da bu görüşe meyletmişlerdir. İmam Şâfiî’nin de muhtâr kavli budur.

Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre ise cemâatle namaz kılmak sünnet-i müekkededir. Bazı Hanefî âlimler ise vâcip olduğuna kâildirler. (Bkz: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 2/604)

Konunun özeti… 

Hanbelîlere göre farz namazları cemâatle kılmak farz-ı ayn, Şâfiîlere göre ise farz-ı kifâyedir. Fakat cemâat, namazın sıhhat yani sahîh olmasının şartı değildir. Hanefî ve Mâlikîlere göre ise, Cuma namazı dışındaki farz namazları cemâatle kılmak gücü yetenler için müekked sünnettir.

28  Evrenin sırlarına ve muazzamlıklarına dair belgeseller izlediğimizde, evrenin her zerresi hayranlıkla anlatılıyor da, neden o evreni vâr eden Allah’ın adı hiç anılmıyor?

إِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَشْكُرُونَ

"...Gerçekten Allah insanlara lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler." (Bakara: 243, Mü'min: 61, Bkz: Yûnus: 60, Yûsuf: 38, Neml: 73)

29  İLİM NEDİR?

İlim, ilmek ilmek halı dokurcasına cennete yol yapmaktır. İlim, kendini ve Rabbini bilmektir. İlim, Yüce Allah karşısındaki konumunu idrâk edip, sorumluluk duygusu taşımaktır. İlim, aydınlık ile karanlığın, hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın, temiz ile pisin, güzel ile çirkinin farkına varmaktır. O halde -hasbelkader- ilim öğrenin. İlme vakit ayırmak, size, dünyalık kazanmaktan daha sevimli olsun. Yoksa vâkıada binlerce fırkalaşmanın olduğu âhir zamanda Tevhîd'den ve Allah'a kulluğun izzetinden ve lezzetinden uzak kalırsınız ve mahrûm olursunuz. Bu hengâmede, bilerek veya bilmeyerek -Allah korusun- Tevhîd'den sapar veya saptırırsınız! Hakk Teâlâ katında sapmanın ve saptırmanın cezâsı ise gerçekten çok korkunçtur ve tarifi bile kâbil değildir. Ebedî cehennem, elem verici azaplar ve Allah'ın lâneti!! Allah'ın rahmetini, keremini, lütfunu ve mağfiretini tepip de, azâbına, gazabına, lânet ve cezâsına tâlip olmak veya tâlip olurcasına bir hayat yaşamak akılkârı mıdır? Bu, Allah'ın verdiği akıl nimetini kullanmamak sayılmaz mı? Allah'tan iman üzere sebât ve vefât ve dünyada da âhirette de âfiyet dileriz.

30  SAAT VAR GÜNDÜZÜ KURTARIR…

Ticârette, kâr etmek, kâra geçmek veya bir borcu kapatmak gibi anlamları tazammun edecek şekilde, “Gün var ayı kurtarır, ay var günü kurtarır” diye bir söz vardır. Bu söz, ticârette sebâtlı olup, bütün günleri ve ayları çalışarak değerlendirmek ve Allah’ın lütfedeceği o bereketli günü ve ayı yakalamaya çalışmak anlamındadır.

Aynen bunun gibi, hatta bundan daha şümûllu ve hayırlı şekilde ilim talebi için de şöyle diyebiliriz: “Saat var gündüzü kurtarır, gündüz var geceyi kurtarır, gece var günü kurtarır, gün var haftayı kurtarır, hafta var ayı kurtarır, ay var yaz mevsimini kurtarır, yaz mevsimi var kış mevsimini kurtarır, kış mevsimi var yılı kurtarır, yıl var yılları kurtarır, yıllar var -inşâAllah- bir ömrü kurtarır.”

Genel olarak söylemek gerekirse, önemli olan, hayırlar istikâmetinde Allah için sebâtla çalışmaktır. Muvaffakiyet ve bereket ihsân edecek olan Yüce Allah'tır. Rabbimizden, dünyada da âhirette de hayırlar ve âfiyetler dileriz.

31  CUMA GÜNÜNÜN SÜNNETLERİNE DAİR...

Bir defasında Tâvûs, Abdullah b. Abbâs’a:

“Bazıları, Rasûlullah aleyhisselâm’ın, Cuma günleri cünüp olmasanız bile gusledin (boy abdesti alın) ve başlarınızı yıkayın. Ayrıca vücudunuza güzel koku da sürün, diye buyurduğunu söylüyorlar. Bu rivâyet doğru mudur?” diye sormuş ve ondan şu cevabı almıştır:

“Boy abdesti konusunda Rasûlullah aleyhisselâm gerçekten de böyle buyurmuştur, fakat güzel kokuyla ilgili olarak bir şey söylediğini bilmiyorum.” (Buhârî, Cumua, 6, No: 884; Selmân el-Fârisî’nin rivâyeti olan 883 numaralı Hadîste Rasûlullah aleyhisselâm güzel koku sürünmeyi de tavsiye etmektedir. Ayrıca İmam Buhârî'nin es-Sahîh'inin Kitâbu'l Cumua'sının üçüncü bâbının yanında, İmam Müslim’in es-Sahîh’inin Kitâbu’l Cumua’sının ikinci bâbına da bakılabilir. Yani Cuma günü gusletmek, iyice temizlenmek, misvâk kullanmak, güzel elbiseler giymek, güzel kokular sürünmek ve taranmak sünnettir. Bunları yapmanın sevabı vardır.)

Ayrıca fazileti büyük olduğu için bu günde çok Kur'ân okuyup, Âyetleri üzerinde tedebbür etmelidir. Gün boyunca dua ve zikirleri, Nebî aleyhisselâm için salavâtı, kendimiz için tevbe ve istiğfârı, mü'minler için duayı ve infâkı artırmak ve imkân elverdiğince sıla-i rahim yapmak, yakınları, garipleri ve fakirleri ziyâret etmek ve çocuklara harçlıklar vererek sevindirmek ve hediyeleşmek gerekir. Hassâten de, bu günde dualara icâbet edilen gizli bir saat (icâbet saati) olduğu için, bedduadan ve mü’minin ağzına yakışmayan lânet söylemlerinden sakınmak, hem kendimiz, hem ehlimiz, hem de tüm mü’minler için hayır duaları etmek gerekir.

32  Haksızlıklar ve zulümler karşısında gerçek ve olgun mü'minin tavrı şudur: Kendini bilen bir mü'min, haksızlık ve zulmün en küçüğü olarak kabul edilebilecek olan karıncayı incitmekten, zulümlerin en büyüğü (zulm-ü azîm) olan şirke kadar bütün haksızlıklara ve kötülüklere toptan karşıdır!

33  Nefis g/koca oğlana dizginleri bırakırsan, nefsinin güdümüne girersen; cür'etkâr olursun, burnundan kıl aldırmazsın, olası bir ihtilâf ânında haktan ve ihtilâf ahlâkından sapar, haddi aşarsın! Çoğu zaman da bunun farkına varmadan, bu şekilde yaşarsın, yaparsın! Nefsine uyan kimsenin kötü ameli, nefsine uymayanlara apaçık ve âşikâr olur! Nefsine uyan kişi başını kuma sokmakla, yani kendini savunup karşı tarafı suçlamalarla, nefsîliğinin anlaşılmayacağını ve bu şekilde kamufle olacağını veya haklı olacağını sanır. Oysa durum, tam tersidir! Nefsîliğin öyle kötü bir kokusu vardır ki, nefsî davranmayan herkes onu uzak mesafelerden bile alır. Tıpkı sigara içmeyen kimsenin, sigara kokusunu hemen fark edip rahatsızlandığı gibi; akl-ı selîm kimseler de nefsî tutumlardan rahatsız olurlar. Bir insanın karakter kumaşının kalitesini ortaya koyan en önemli belirleyicilerden biri, ihtilâf ve öfke ânında ve sonrasında ortaya koyduğu tutum olmak üzere iki merhaleli davranışının keyfiyetidir. Bu sebeple dost seçiminde de nefsîliği karakter edinmemiş kimseler tercih edilir.

34  İnternet, facebook, youtube, akıllı (!) telefon veya whatsapp bağımlılığı olup da, bunlardan gözünü ayıramayanlar, Ebû's Suûd Efendi'nin, ma’siyetlere ve münkerlere sebep olduğu ve marûfâttan uzaklaştırdığı gerekçesiyle gece-gündüz içilen kahvenin mekrûhiyeti hakkındaki fetvâsını okusunlar! Meclislerde dedikodu, gıybet, kötü zan, boş lakırdı, şaka ve şamata vs. gafletlere yol açtığı, namazı geciktirttiği veya kaçırttığı, dolayısıyla da Allah'ı zikretmeyi unutturduğu, geceleri uykuyu kaçırdığı ve muhabbeti artırdığı için insanları oturtup, geç vakitlere kadar kandilleri yaktırıp meclisleri sefâhet meclislerine dönüştürdüğü, bu hengâmede teheccüde mâni olduğu ve geç vakitlerde yatan kimselerin sabah namazına kalkmalarına da engel olduğu gibi gerekçelerle kahve içmenin mekrûhiyetine fetvâ veren Şeyhu'l-İslâm Ebû's Suûd Efendi şimdi yaşasaydı, bizim akıllı telefonumuza, whatsapp'ımıza, internetimize, face'mize veya sosyal medyada özel mesajlaşmalarımıza ne derdi acaba?! Tefekkür etmek gerekir!..

35  Beraber iş yaptığınız veya birlikte yola çıktığınız kimseyi, çıkarınıza uygun bir durum ortaya çıktığınızda yarı yolda bırakmak sûretiyle adam satmayın! Mürâfakat, birliktelik, dostluk ve söz, kazanacağınız üç kuruşluk dünyalıktan veya iki lokmadan daha hayırlıdır. Öyle insanlar bilirim ki, ziyâret veya bir aktivite olarak birlikte yola çıkma kararı alırlar, yani söz verirler ama yarı yolda iken bir yerde düğün yemeği olduğunu duyduklarında, önlerine gelecek üç tabak Konya pilavına kaşık çalma karşılığında arkadaşlarını yarı yolda bırakıp hevâlarının ve midelerinin peşine düşerler! Bu bir örnektir. Farklı örnekler üzerinde de düşünülmelidir. Bu tür insanlar, "anca beraber, kanca beraber" deyimini hiç duymamış olmalılar! Ya da duysalar da, kişiliklerine uygun bulmamışlar ki, amel etmek zor geliyor!

36  Bir video izledim. Özeti şu... Hayatında hiç beyaz insan görmemiş siyah derili bir kabilenin İstanbul'da bir müddet yaşamış, beyaz insan görmüş tek ferdi meâlen şöyle diyor: Türklerle karşılaştığımda şunu fark ettim, sizde siyah insanların Müslüman olduğu kanaati yaygın. Elhamdülillâh, biz Müslümanız. Ama bizim kabilemizde beyaz insanlardan Müslüman var mıdır diye düşünürler. Bu genel bir anlayıştır. Çünkü tüm dünya sathında siyah derili insanların imdâdına (!) genelde Hristiyanlar koşmuştur! Bu nedenle de her beyaz deriliyi Hristiyan sanıyorlar. Hatta kendilerine su kuyusu açmak için kabilesini ziyâret eden beyaz insanın namaz kıldığını gördüklerinde kabiledeki herkesin çok şaşırdıklarını söylüyor. Üzücü bir durum! Bir de, asırlardır misyonerlerin siyah ırkları Hristiyanlaştırmak için yaptıkları yatırımları ve çalışmaları düşündüğümüzde, ecdâdı Müslüman olan nice siyah kabileler Hristiyanlaştırılmıştır! Biz de, Kapitalizm'in ürettiği envai çeşit ürünleri kapışma mücâdelesiyle meşgul olalım! Tabii ki, bu cümle bir ironidir. Öyle topluluklar var ki, suları bile yok. Bir suyumuz olsun, gerisi kolay, her şeyi yaparız; ev-bark, ekim-dikim vs. diyorlar. Şu satırları okuyup da içi sızlamayan ve gözleri yaşarmayan, kalbini yumuşatsın... Allah'tan hidâyet, takvâ, iffet ve zenginlik dileriz.

37  Meşguliyetle, vakit darlığıyla, oraya buraya koşturmakla, telefonun zırt pırt çalmasıyla, gezip tozarken az veya çok kimse tarafından tanınmakla kendinizi büyük adam olarak göstermeye çalışmayın ve bunlara heveslenmeyin! Vallâhi, nefsin ve riyânın karıştığı ve takvâ ile ihlâsın uzaklaştığı bu ve benzeri hiçbir amelde hayır yoktur. Fazilet, dünyayı kurtaran adam edâsıyla kendini her dâim meşgul ve yoğun göstermek değil, eşe dosta müsait olmak, zaman ayırmak, gitmek-gelmek ve özellikle de İslâmî anlamda garip olan kimselerle vakit geçirmek, birlikte paylaşımlarda bulunmak, onların sevinçlerine ortak olmak ve sıkıntılarını paylaşmaktır. Bunları sadece bi’l-kavl değil, bi’l-fiil yapabilene saygı ve sevgi beslenir. Bunun ötesi, nefsâniyet, zan, kuruntu, asabiyet ve taassuptur!

38  NEDEN MUDÂRÂT?

Akl-ı selîm insan, dar kafalı, dar ufuklu, dar anlayışlı, dar ahlâklı ve cür'etkâr bir kişiyle karşılaştığında; dengesizliğe fırsat vermemek için alttan alır, az sözle yetinir, mudârâtla vaziyeti idâre ederek hikmet ve salâh yolunu tutar. Câhil de, kendisiyle münâsebette temkînli, ihtiyâtlı ve ölçülü hareket edilip, koyu muhabbetten ve tartışmadan kaçınılmasının, kendi faziletinden, kıymetinden ve ilminden kaynaklandığını sanır! Mudârât ile muâmelenin nedeni ise, nasihatin fayda vermeyeceğinden, konuşmaların muhâlefetle karşılanıp tartışma çıkacağından, sonuçta da boş, bâtıl ve nefsî sözlerin çoğalıp kalplerin kırılacağından ve daha da kötüsü, fitneye neden olunacağından endişe edilmesi, buna firâset, tecrübe ve zann-ı gâlip ile ihtimâl verilmesidir. Akl-ı selîm olmayan kimse işin başında bu durumu öngöremez. Ya da birileriyle zıtlaşıp kalp kırmanın ve fitneye neden olmanın ne kadar büyük günah ve yıkıcılık olduğunu düşünemez. Yahut da günahı nefislere süslü gösteren şeytan, sağdan yaklaşarak bâtıl amellerin işlenmesini ve fitne yoluna girilmesini haklı gösterecek bahaneler yetiştirir. Fitne ve ifsâda koşan kimse, niyetinin, amacının, gerekçesinin ve ulaşmak istediği hedefin iyi, güzel ve meşrû olduğu iddiasıyla, hatasını bir türlü kabul etmez; felsefe, zan ve kuruntularla nefsini aklamaya çalışır. Oysa bilmez ki, meşrû amaçlara gayrimeşrû yollardan gidilemez. Niyet ne kadar iyi veya insânî olursa olsun, ameller ve yol da iyi, meşrû ve hak olmalıdır. İnsanın niyetine, ameline, sözüne veya mücâdelesine bâtıl karıştığı anda, o davranış bütünlüğünün hak olduğu iddia edilemez. İşte hikmet erbâbı insanlarla bu fıkhî ve derûnî incelikleri dikkate alarak haşir neşir olur. Buradan, ilim ve tecrübe ehlinin sadece sözlerinden değil, davranış biçimlerinden de dersler çıkarılması gerektiği hikmeti de ortaya çıkmaktadır.

39  İSLÂM AKILCILIK DİNİ OLSAYDI!...

İslâm akılcılık dini olsaydı, mestin üstü değil, altı meshedilirdi. Çünkü mestin üstü değil, altı yere temas edip kirlenir. İslâm akılcılık dini olsaydı, tuvaletten sonra abdest almak değil, gusül etmek gerekirdi. Çünkü idrâr ve gâita menîden daha pistir. İslâm akılcılık dini olsaydı, kadınların hayz ve nifâs hallerinde tutamadıkları Ramazan orucunu değil, kılamadıkları farz namazları kazâ etmeleri gerekirdi. Akıl bunu gerektirir; çünkü namaz oruçtan daha üstündür. İslâm’da her hükmün İlâhî hikmetleri vardır. Kadınların özel durumlarında kılamadıkları namazlarını değil de, tutamadıkları oruçlarını kaza etmelerinin hikmeti, Ramazan orucunun yılda bir ay olması, ama farz namazın günde beş vakit olmasıdır. Dolayısıyla orucun kazası, namazların kazasından daha kolaydır. Çünkü maksimum on günlük hayz dönemi sebebiyle ayda kaza olarak elli vakit namaz kılmaktan, senede on gün oruç tutmak zor değildir. Demek ki, modernistler, akılcılar, felsefeciler veya şu ya da bu din mensupları ne derlerse desinler, neye inanırlarsa inansınlar, İslâm selîm akla asla ve kat’a aykırı olmasa da, evvelemirde aklı esas alan, akılla temellendirilen ve insanları nefis ve hevâlarına, dolayısıyla da başıboşluğa ve büyük çelişki ve kaoslara terk eden, böylece ayrılık, gayrılık, fitne, karmaşa ve düşmanlıklara sebep olan bir din değil; aksine vahiy, Tevhîd, vahdet, kardeşlik, barış, huzur, selâmet ve fıtrat dinidir. Evet, İslâm vahye dayanır; kolaylığı, insanın fıtrat ve takâtini esas alır. İslâm, Allah’ın insanlara en büyük lütfudur. Ne mutlu Müslim’im diyene!

40  HARAMLARIN ADINI DEĞİŞTİRMEK!

Hamr içen içtiğine ister şarap, ister bira, ister likör, ister enerji içeceği, ister alkolsüz meşrubat veya şurup desin, ribâ yiyen yediğine ister fâiz, ister kâr, ister kâr payı, ister gecikme zammı, ister hak desin, zinâ eden yaptığına ister aşk, ister sevda, ister flört desin, kumar oynayan oynadığına ister oyun, ister şans oyunu, ister eğlence desin; bütün bunlar haramdır ve kıyâmete kadar haram olmaya devam edecektir! Allah'ın haram kıldığı bir şeyin adı değiştirilmekle, haramlık ortadan kalkmaz. Allah'ın Kur'ân'da ismini zikrederek haram kıldığı bir şeyi insan başka bir şekilde isimlendirdiğinde; -hâşâ- ne Allah'ı aldatabilir ne de o şey helâl olur? Sadece, insan haramı haram saymamakla kendine yazık eder! İyi niyet veya hedef gerekçesiyle de hiçbir haram câiz olmaz! Meselâ, spor yapmak uğruna günahlara dalmak gibi! EyvAllah, spor Sünnet de, spor yaparken işlenen günahlar da haramdır!

41  Dinin aslını bilmemenin (cehâletin) mazeret olmadığını yani dinin hakikatini öğrenmeyip câhil kalmakla insanın cehennem azâbına müstehak olmaktan yakasını ve paçasını kurtaramayacağını yıllardır söyleyen kimseler keşke dinin sadece aslını değil, fer'ini de bilen ve o hazineleri insanlara cömertçe dağıtan ilim talebesi mü'minler yetiştirmemenin de bir mazereti olmadığını, bunun Allah katında büyük bir sorumluluğun ihmâli olduğunu ve azâbı gerektirdiğini bir anlayabilseler! Hem insanların din bilmezliklerini eleştirmek, hem de bilgisizliği, şirki, küfrü, fahşâ ve münkeri izâle eden ilme ve ilim tâliplerine gereken önemi vermemek! "Çok büyük bir tutarsızlığa veya hikmetsizliğe bir örnek ver" denilse, bu da onlardan biridir!

42  EY ANA VE BABALAR! 

Ey ana ve babalar! 

Çocuklarınıza adâleti, kul hakkını, merhameti, insâfı, doğruluğu, dürüstlüğü, efendiliği, ciddiyeti, prensipli olmayı, kanâati, şükrü, vefâkârlığı, tevâzuyu ve cömertliği küçükken öğretin. Büyüdüklerinde kolay kolay bunları öğrenemiyorlar. Ağaç yaş iken eğilmektedir. Özellikle de karakter ve huylar hayatın başından itibaren kişilik binâsını şekillendirmektedir. Evlatlarınıza güzel ahlâkın tohumlarını atarsanız, onlar büyüdükçe o tohumlar da büyüyecektir. Aksi takdirde, can çıkmadan huy çıkmamaktadır. Çoğumuzun bildiği gibi, bu güzel hasletlerden herhangi birini bir kimseye öğretmek için onlarca yıl boyunca yüzlerce, binlerce kere nasihat etseniz; yine de kolay kolay insanlar kötü huylarından vaz geçmemektedirler! Tecrübe bunun kanıtıdır. O halde, çocuklarınızın te’dîb ve terbiyesini ihmâl ederek onlara zulmetmeyin ve yarın onların kendilerine ve başkalarına zulmetmelerine sebep olmayın!

43  Tarihte nice sâlih zatlar -Nebî aleyhisselâm'ın vasiyet ettiği gibi- öldükten sonra kabirlerinin türbe hâline getirilerek oraların bayram, şenlik ve piknik yerine çevrilmemesini ve kabirleri başında bid'atler işlenmemesini vasiyet etmiş olmalarına rağmen, birçoğunun kabrinin üzerine türbe ve mescidler inşâ edilerek ve dünyanın dört bir köşesinden turlar düzenlenerek oralar toplantı, merasim ve bid'at işleme merkezlerine dönüştürülmüş ve ağaçlara çaputlar bağlanarak, mumlar yakılarak, oraya paralar atılarak, kurbanlar kesilerek, kabirler alçı ve mermerlerle muhkemleştirilerek, mezar taşları tezyîn edilerek, şiir ve mâni gibi mezar taşlarında yeri olmayan, gereksiz yazılar yazmak sûretiyle sanat (!) icrâ edilerek veya kâğıtlara ya da türbe duvarlarına dilekler yazılarak, o ziyâretgâhlar, kabrinde yatan ölülerden dilekler dileme ve yardımlar isteme makamı hâline getirilmiştir. Bunların hiçbirinin Sünnette ve Ashâb’ı Kirâm’ın yaşantısında yeri yoktur! Bu kimselere, "böyle yapmayın!" denildiğinde ise, atalarından böyle gördüklerini, örf, gelenek ve alışkanlıklarının böyle olduğunu, ayrıca büyük (!) bildikleri birçok kimsenin de bunlara ses çıkarmadığını hatta savunduğunu söylemektedirler! Şirk, bid’at, hurâfe, dalâlet, şeytan ve saptırıcıların şerrinden Allah’a sığınırız.

44  Eskiden bir kimseye: "Bu tarla, mal, mülk, köşk, çiftlik senin mi?" diye sorulduğunda, o kimse: "Benim!" diyemez, "emânetçisiyim, bekçisiyim" derdi. Nasıl demesin ki, mülk Allah'ındır. Belki o mal-mülk beş yüz kere el değiştirmiş, her birisi de bir sonraki emânetçiye bırakıp dünyadan göçüp gitmiştir. Çünkü ten içindeki can da bir emânettir. Onu veren Yüce Mevlâ, dilediği zaman emânetini almaktadır. Dünyayı sahiplenmeden ama sahip çıkarak, yani her şeyi yerli yerine koyarak bir ömür geçirenlere selâm olsun.

45  İNSANDA İKİ YÖN VARDIR!

İnsanda 'melekî' ve 'behîmî' olmak üzere iki yön vardır. İnsan -iman, takvâ, ihlâs ve ihsân yolunda yürüyerek- hayvânî hislere ters istikâmette hareket ettikçe melekî yönü gelişir ve hayvânî yönü zayıflar. En güzel sûret, kâbiliyet ve imkânlarda yaratılmış olmasına rağmen, meleklerden farklı yaratılışta olan ve günah işleme potansiyeli bulunan insan, nefsinin arzularını frenleyerek melekleşebilir hatta derece itibariyle melekleri bile aşabilir. Zira meleklerin fıtratında yeme-içme, uyuma, evlenme, gaflet ve Allah’a isyân etme gibi davranışlar yoktur. Onlar fıtraten Allah’a itaat üzere yaratılmışlardır. İnsan ise imtihân gereği günah işleme potansiyelindedir. Fıtratında İslâm olmasına rağmen insan, behîmî arzularının peşine düşerek, küfür, şirk ve isyân bataklığına düşebilir ve hayvanlardan da aşağı bir derekeye yuvarlanabilir hatta şeytanları bile geride bırakabilir.

Rabbimiz buyurdu:

لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِى أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ

إِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ

“Andolsun Biz, insanı gerçekten ahsen-i takvîm’de (en güzel biçim, kâbiliyet ve imkânlarda) yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına döndürdük. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Çünkü onlar için kesintisiz bir mükâfât vardır.” (Tîn: 4-6)

46  Gençler! İslâm'ı bir bütün olarak alın! İslâm'ın bazı hakikatlerini sloganize edip bir ömür boyu onları dillendirip durmak yerine, dininizi delilli olarak kavramanın ve her gelen ve geçen günde kendinizi ilmen, îmânen ve ahlâken daha da geliştirmenin çabasında olun! Çünkü -ne kadar iyi niyetli olursa olsun- dinini delilleriyle sağlam şekilde bilmeyen kimseye şeytan bir zaman sonra aklî ve hissî vesveselerle baskın çıkıp, onu yoldan çıkarabilmektedir. Daha sonra da fıkhetmeden ve hazmetmeden söylediği o hak sözlerin tam tersini savunur hâle gelmektedir. Biliniz ve sakınız ki, bunun örnekleri çoktur!

47  YARIN GEÇ OLABİLİR!

Yazdan sonra kış geldiği gibi; gençlikten sonra yaşlılık, sağlıktan sonra hastalık, hayattan sonra ölüm, ölümden sonra berzah, bu dünyadan sonra âhiret var, âhirette hesap var, hesaptan sonra -amellere göre- cennet veya cehennem gibi son ve ebedî iki durak var. Yaratıldıktan sonra imtihân için kısa süre dünyada eğleşen, gezip dolaşan, keyif çatan ve nefsinin arzularının peşinden koşan insan için -isteyip hayal ettiği gibi- hayat hep toz pembe olmayacaktır. Hayatın ve ölümün, dünyanın ve âhiretin öyle bâdireleri vardır ki, o musibet anlarından ancak sağlam iman ve sâlih amellerle geçilebilir. Yokken yaratılan insan -imtihânın hikmetleri gereği- rûhlar âleminden dünyaya geldiği ana kadar geçen dönemi ve bezm-i elest’teki Allah’a verdiği kulluk sözünü dahi hatırlamasa da, bugünden sonra sonsuza kadar başına gelecekleri bizzat görecek ve yaşayacaktır. Dünyanın doğal âfetleri karşısında bile çaresizliğini gören insan, Allah’ın azâbından nasıl korkmaz? Nasıl, ölüm, kıyâmet ve ölümden sonrası için hazırlık yapmaz? İnsanın bu dünyada yıllarca, on yıllarca peşinden koştuğu ve uğrunda mücâdele verdiği şeylerin hepsini Yüce Mevlâ dünyevî bir âfetle bile ânında geçersiz kılar ve insana, “yıllardır bir hiç uğruna yaşamışım” dedirtir! Fakat tabii ki imtihânın hikmetleri var. Yüce Allah köşeye sıkıştırmak sûretiyle insanları iman etmeye zorlayacak olsaydı, cebrî olan teslimiyet karşısında iyiler ile kötüler eşit seviyeye getirilmiş olurdu ki, bu da Allah’ın adâlet ve hikmetine zıttır. O halde kalpten, gönülden, isteyerek, büyük bir heyecan ve coşkuyla hemen iman edelim, Allah’a, Âlemlerin Rabbine, Rabbimize, Mevlâmıza teslim olalım, ibâdet edelim, şükredelim, tevbe ve istiğfârda bulunalım... Son pişmanlığın fayda vermeyeceği o vakit gelmeden, ecel dolmadan önce!.. O anda iman etmeye teşebbüs edip de o imandan bir hayır gören olsaydı, Firavunun imanı reddedilmezdi! Tevbe, ıslâh ve imanı geciktirme; çünkü yarın geç olabilir!..

48  Pîrî Reîs'in (پیری رئیس) haritasından önce çizilmiş bütün haritalarda kıtalar bizzat kendi yerlerinde değil, gelişigüzel yerlerde konumlandırılmaktadır. Çünkü o devirde kıtaları yerli yerinde resmetmenin bir nîrengi noktası yoktu. Fakat bütün dünyayı gezmemiş olmasına rağmen -ki o günün şartlarında tüm dünyayı gezmeye bir ömür yetmez- Pîrî Reîs'in haritası bütün kıtaları bugünkü çizimlere ve uydu resimlerine uygun şekilde yerli yerine koymaktadır. Bu nasıl mümkün olabilir? Tabii ki Pîrî Reîs'e nispet edilen bu harita, harita mıdır yoksa uzaydan çekilmiş bir resim mıdır; orası hâlen bir muammâdır. Bu haritanın gizemi daha uzun yıllar çözülemeyecek gibi. Allahu A’lem.

49  Mânevî olarak bozulma, samimiyet ve fedâkârlıktan uzaklaşma pahasına maddî ilerlemeler veya ekonomik olarak gelişip dinine daha çok hizmet etme kuruntuları ve avuntuları ile iç içe koşuşturmalar başarı, kazanç ve hayır değildir! Çünkü cömertliğin ve fedâkârlığın zenginlikle bir alâkası yoktur. Çok olan çoktan, az olan azdan verir. Fedâkârlık da böyledir. Önemli olan, dünya ve dünyalıklar için mânevî değerlerden ve uhrevî kazançlardan vazgeçmeden, dünyevî sebepleri Allah'ın rızâsı yolunda kullanabilmektir.

50  Özellikle son asırda İslâm'ın Tevhîd akîdesi, İslâm dininin mâhiyeti, kaynakları ve uygulanışı gibi hususlarda nefisleri okşayan küfür, şirk ve nifâk rüzgârları estirilmeye çalışılmaktadır. Bu dönemde İslâm'ı öğrenmek adına ciddi bir çaba içine girmeyenler, gaflet ve dalâlet uykularının farkına ölüm meleğiyle karşılaştıklarında varabilirler! İlim öğrenip, temel kaynaklardan İslâm ümmetinin akîde, usûl, menhec ve ahlâkının mâhiyet ve keyfiyetini mukni' (ikna edici) delillerle öğrenmedikçe; Rabbimizin, Nisâ Sûresinin 115. Âyetinde "mü'minlerin yolu" ve Fâtiha Sûresinin 6. Âyetinde de Sırât-ı Müstekîm "dosdoğru yol" dediği yol üzerinde olmak mümkün olmaz. Daha da kötüsü, din adına ihdâs edilen yollar ve açılan kötü çığırlarla yeni nesiller kötülüğe çağrılmış olur. Her dönemde ilim öğrenmek büyük fazilettir; günümüzde kaçınılmaz ve ihmâl edilemez bir zarûret ve ihtiyaçtır. Aslında iman ve İslâm iddiasındaki bir kimse, bu iddialarındaki samimiyetini ilmi ve ilim ehlini severek, ilim tâliplerine yardımcı olmayı dînî bir sorumluluk görerek, imkânı ölçüsünce de ilim öğrenerek ve öğrendikleriyle amel ederek ispat edebilir. Allah'ın dini adına, -ilim ve tahkîkât olmadan- gelişigüzel milyonlarca söz söyleyen, yazan ve insanlarla otorite edâsıyla münâkaşalara cür'et eden kimselerin, canla başla Kur'ân ve Sünnet ilmini öğrenmek için çaba sarf etmemeleri en basit ifadesiyle gaflettir! Bu gafletten de ilmi ve ehlini önemsememek, ilmî hakikatleri hafife almak ve dalâlet doğar.

51  Bir kimse yatsı namazını kıldıktan sonra elbise değiştirip vitir namazını kılsa ve önceki elbisesinin temiz olmadığını fark etse, Ebû Hanîfe rahımehullâh’a göre yalnız yatsı namazını yeniden kılması gerekir. İmâmeyn’e (Ebû Hanîfe'nin iki seçkin talebesi Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî'ye) göre ise, her iki namazı da tekrar kılması gerekir. Çünkü vitr namazının vakti yatsıdan sonra olduğu ve hâlihazırda yatsı namazı da kılınmış sayılmayacağı için vitir namazı vaktinden önce kılınmış olur. Vakti girmeden kılınan namaz da sahîh olmaz. İmâmeyn’in fetvâsıyla amel etmek ihtiyât açısından daha güzeldir. Allah en iyi bilendir.

52  İnsan bazen cimriliğinin farkında olmaz. Bir kimse ayda yılda bir veya binde bir infâk ediyorsa veya az verdiği halde onu gözünde büyütüyorsa, bu da bir nevi cimriliktir, eli sıkılıktır! İnfâkın en hayırlısı, imkân ölçüsünce devamlı olan ve mümkünse ihtiyacı giderendir. İnfâk etmek mü'minin vasfıdır. Varlıkta da darlıkta da, azlıkta da çoklukta da, hatta zorlukta da infâk eder/etmelidir. Çünkü infâk şükretmektir, tasdîk etmektir. İnfâk, nimetlerin Allah'tan olduğunun şuurunda olmaktır. Mü'min, infâk ederek belâ ve musibetlerden korunur, hayırlara, âfiyetlere ve bereketlere nâil olur. Cimrinin kendine verdiği zararı ise kimse veremez!

53  BİR MUSİBET KARŞISINDA MÜ’MİNİN TAVRI:

Müslüman, Allah’tan âfiyet ister, belâ ve musibet istemez. Fakat imtihan esnasında başına musibet geldiğinde de üç sebepten dolayı Allah’a hamdeder:

1- O musibet, dini ve âkidesi hususunda olmayıp, âkıbetini ve âhiretini mahvetmediği için.

2- Daha büyüğü gelmediği için.

3- Sabrettiğinde ecir ve mükâfât elde edeceği için.

54  BÜYÜDÜKÇE MASUMİYETİMİZİ KAYBEDİYORUZ!

Küçükken; gururlu, kibirli, kendini beğenmiş ve havalı insanlara bakıp şaşırırdım. Bu insanlar da bir zamanlar bizim yaşımızdaydılar. Kötülük, entrika, içten pazarlık, menfaatçilik ve büyüklenme bilmezdiler. Tıpkı yanımızdaki şu çocuklar gibi. Neden şimdi onlar insanlara tepeden bakıyorlar? Ne değişti? Değişen nedir? Yoksa birlikte oynadığımız bu çocuklar da bir gün o şımarık büyükler gibi mi olacaklar diye düşünür ve endişe ederdim. Önce Allah’a, sonra da kendime söz verdim. İnşâAllah, zamanla değişmeyeceğim, bozulmayacağım, kötü insanları örnek almayacağım. Hiçbir zaman aslımı unutmayacak, gurur ve kibre kapılmayacağım. Havalı hareketlerden, patavatsızlıktan ve cür’etkârlıktan sakınacağım. İnsanların yanında itibar elde etmek için şekilden şekle, kalıptan kalıba, pozdan poza girmeyeceğim. Hamd ve şükür üzere yaşayacak, her dâim mütevâzı olacağım… Evet, hâlen, kendimi bildiğim anda düşündüğüm ve söylediğim bu sözüm üzereyim. Yâ Rabbi, -hevâ-ü heveslerin tavan yaptığı, gurur ve kibirlerin ayyûka çıktığı, riyâ, gösteriş ve kendini beğenmişlik hastalığının her tarafı sardığı özellikle şu zamanda- rahmetini, yardımını, inâyetini, lütfunu ve tevfîkini dilerim/z.

55  Bir zamanlar biz; çoban, kuş, kurt meyvesinden, gölgesinden yararlansın diye dağa-taşa ağaç diken, davarlar su içsin diye kervan geçmez yerlere yalaklar yapan, gelen geçen içsin ve bir 'Allah râzı olsun' desin diye yol kenarındaki bahçelerimizin girişine su testileri koyan bir millettik. Hiç unutmam, küçük yaşlarda iken evimizin damından karşı dağa bakıp, oradaki ağaç için, "o ağacı dedem dikti" derdik. Şimdi ise çıkar olmadan adım atılmıyor, eşe dosta gidilmiyor, her yere tezgâh açılmıyor, ihtiyaç sahipleri düşünülmüyor! Aslında insan, kendini düşünmüyor! İyilik ve ihsân ehli olmak düşünceli ve anlayışlı olmaktır; duyarsızlık ve neme lazımcılık ise anlayışsızlık ve hayırsızlıktır!

56  KIRÂAT VE KUR’ÂN KELİMELERİNİN ANLAMLARI HAKKINDA:

Kırâat (قِرَاءَةٌ) kelimesi “okumak” anlamında, قَرَأَ / يَقْرَأُ şeklinde sülâsî (üçlü) mücerred (içinde ziyâde harf bulunmayan) fiillerin üçüncü bâbından masdardır. Kur’ân (قُرْاٰنٌ) kelimesi de, tercîh edilen görüşe göre aynı bu bâbdan olup, “okumak, toplamak, bir araya getirmek” anlamında bir masdardır ve makrû’ (مَقْرُوءٌ) biçiminde yani “okunan, toplanan, bir araya getirilen” mânâsına gelecek şekilde ism-i mef’ûl anlamı içerir.

57  ŞU SOĞAN-SARIMSAK DERDİNDEN AH BİR KURTULABİLSEK!

Nefis terbiyesinin en etkili yollarından biri yeme ve içme ile terbiyedir. Rızkın Allah’tan olduğunu unutmuşçasına, yeme ve içme hususunda terbiye edilmeyen nefis azmaya mahkûmdur. Nefisler terbiye edilmediğinde insan için nefsinden büyük düşman olmaz!

Bakın İsrâîloğullarına, asırlarca Firavun hanedanının bin bir türlü işkence ve zulmü altında inim inim inlemeye tahammül ettiler ve köle olarak asırlarca baskı ve şiddet altında olmalarına rağmen sabrettiler de, daha sonra Yüce Allah onları bir nehirle imtihan etmeyi irâde buyurup, ondan içmemelerini, içerlerse de sadece bir avuç içmelerini ama asla daha fazla içmemelerini emretmesine rağmen, onların azı dışındakiler o nehirden kana kana içmişlerdi. İnsan nelere sabredebiliyor ama suya sabredemiyor! Oysa sabredip de içmedikleri takdirde ölecek de değillerdi; ama azgın nefis işte! ‘İçme!’ diyen Allah, ‘iç!’ diyen nefis! Nefisler dizginlenmeden Allah’a hâlis kul olunmaz!

İsrâîloğulları Tîh çölündeler… Mûsâ aleyhisselâm kavmi için su aramıştı da, Allah da asâsıyla taşa vurmasını emretmişti. Hz. Mûsâ asâsıyla taşa vurunca taştan hemen on iki pınar/göze fışkırmıştı. Rabbimiz, ihtilâfa düşüp de birbirlerine girmesinler diye bu kavmin her kolu için ayrı bir göze fışkırtmıştı. Fakat bu nankör kavmin istekleri bitmiyordu. Bu sefer de semâdan zahmetsizce üzerlerine inen bıldırcın ve kudret helvasını tek çeşit yemek saydılar; Mûsâ aleyhisselâm’a gelerek, tek çeşit yemekle yetinemeyeceklerini, Rabbine dua etmesini ve kendilerine yerin bitirdiği soğan, sarımsak gibi ürünlerden vermesini istediler. Yani soğan, sarımsak derdine düştüler. Hz. Mûsâ da onlara, daha hayırlı olanı daha aşağı onlanla mı değiştiriyorsunuz diye çıkıştı. Et, süt, bal, baklava derdinden de, soğan sarımsak derdinden de kurtulduğumuzda tam anlamıyla özgürleşeceğiz; rızık ve geçim, bizim için dert olmaktan çıkacak... O halde, etsiz yemek olmaz, baklavasız ve salatasız sofra kurulmaz, tek çeşit yemek mi olur, çorba, pilav ve salata da yemek midir diyerek yeme ve içmeyi araç olmaktan çıkarıp amaç hâline getirenler artık İsrâîloğullarının sünnetlerini ve kafa yapılarını terk edip, Rasûlullah aleyhisselâm’ın Sünnetine gelsinler! Zira şükretmesini bilmeyen bir toplum doyamaz!

58  “NASILSIN?” DERKEN BİR KEZ DAHA DÜŞÜN!

Eskilerden ehl-i hikmetten biri bir adama: “Nasılsınız?” diye sordu. Adam da boş bulunmuş olmalı ki: “Yirmi bin dirhem borcum var” dedi. Soran sesini çıkarmadı, çekti gitti. Nesi varsa derledi topladı sattı, adamın borcunu ödedi. “Bir daha bir kimseye ‘nasılsın?’ diye sorarken düşünürüm” dedi.

59  KİM DAHA CÖMERT?

Anlatıldığına göre geçmiş zamanda çok zengin ve çok cömert bir adam varmış. Ona: “Senden daha cömerdini gördün mü?” diye sormuşlar. “Gördüm” demiş. “Fırtınalı bir günde bir çobana misafir olmuştum. Bana bir koyun kesmişti. Böbreğini yerken sevdiğimi belli ettim. Adam gözden kayboldu, sekiz tane daha koyunu varmış, hepsini kesti, böbreklerini bana kebap etti. Ertesi gün de ben ona üç yüz koyun hediye ettim.” Dinleyenler: “Siz üç yüz koyun vermişsiniz. Siz niye daha cömert değilsiniz de, onu kendinizden önde tutuyorsunuz?” dediler. Adam: “Çünkü ben on binlerce koyunun içinden üç yüzünü verdim. O ise sekiz koyunun tamamını verdi. Bu sebeple o adam benden daha cömerttir” diye karşılık verdi.

60  Kişinin konuşma ve üslubu kişiliğini yansıttığı gibi, davranış biçimleri de karakterini yansıtır. Evindeki çöpü atacağında; poşetin altından bir şey damlayabilir diye, poşeti, altındaki kutuyla ya da poşet sepetiyle birlikte götürüp apartman koridorundaki veya apartman önündeki çöpe at! Poşetten akan pis damlalarla ortak kullanım alanlarını kirletme! Bu titizlik ve tedbîr, kişinin karakter kumaşının kalitesinden ileri gelir. Allah için yapılması durumunda mü’min sevap kazanır. Fakat dikkat etmeden çevreye ve insanlara zarar vermek vebâl gerektirir. Çöp poşetini ikinci bir poşet ile güvence altına almak da mümkün olsa da, bunu şahsen ben -zorunlu olmadıkça- tercîh ve tavsiye etmem; çünkü böyle yapmak poşet isrâfıdır. Çöp kutusuyla zahmetsizce bu iş görülebileceği halde, ikinci poşet harcamaya gerek yoktur. Ama bazen iş âcil olur, çöp poşete atılıp, sonra bir yere veya randevuya yetişilecektir, bu nedenle de eve dönmek için zaman yoktur veya kısıtlıdır; bu durumda ikinci poşet kullanılabilir. Bu konuşulan şeyler hikâye değildir; İslâm’ın âdâb ve usûlüdür. Bunları bilmekten ve uygulamaktan bile mahrûm/âciz iken, din adına ahkâm kesene, bir çocuk kalkıp: “Önce siz çöp atmayı öğrenin; evimizin önünü mahvediyorsunuz!” dese, haklı değil mi? Hani genelde çocuklar, “kral çıplak!” derler ya, o bâbdan anlamaya çalışabiliriz meselenin önemsiz olmadığını!

61  Her bir insan küçük bir dünya hatta bir âlem gibidir. İnsanın kişiliğini tanımadan şahsını tanımak mümkün değildir. Şahsen ben; biri bana bir konuda bir söz verse, sonra da unutsa; yanına gidip de "bana şu konuda söz vermiştin" demem. Bir kimse benim için iyi bir şey yapacağını söylese, sonra da unutsa; yanına gidip de "benim için şunu bunu yapacaktın" demem. Birinin bana borcu olsa, ama unutsa; ona gidip de "bana borcun vardı, ödemedin" demem. Bu davranışlarda teaffuf, istiğnâ, kanaat, mürüvvet ve vakar olduğuna kânîyim. Yukarıdaki üç uzun cümlenin kısa özeti şudur: Elden/yabancıdan bir şey beklemeyeceksin. Arkadaş veya dost bildiğin yahut da güvendiğin bir kimse de borcunu ödemede seni mağdur ederse, gidip de istemek veya fırça çekmek yerine; onun veya insanların bu hâline üzüleceksin. Böyle düşünmek çoğu nefis için zor olabilir ama nefsin sesi kısılırsa, hiç de zor değildir! Nefsini dizginleyen sâlih kullardan oluruz inşâAllah. Vesselâm.Formun ÜstüFormun Altı

62  Allah Teâlâ, insanların ve cinlerin rızkını kesiverse, iki dakikada hizaya gelmeyecek kimse yoktur. O halde, bizi yaratan, yaşatan, rızkımızı veren, sayılamayacak kadar nimetler ve fırsatlar bahşeden Yüce Rabbimize nasıl isyân edebiliriz?! Ey ins-ü cinn! Allah'a iman; O'nun razzâkiyyetine, mâlikiyyetine, melikiyyetine, ins-ü cinn üzerindeki hâkimiyyetine, ulûhiyyetine, rubûbiyyetine, yegâne ma’bûdluğuna, evrenin her köşesinde, her zerresinde ve bilâ-istisnâ bütünündeki tedbîr ve kazâsına teslimiyeti ve rızâsını gözetmeyi gerektirir. Bu teslimiyet kalpte yer etmeden, kavle ve fiile yansımadan İslâm’a girilemez ve Müslim olunamaz! Dünyada bir yaprak veya uzayda bir göktaşı bile onun ilmi ve izni dışında düşmez, hareket edemez! Bize can, akıl, fıtrat, fikir, konuşma, bir işi yapabilme istitâatini veren ancak Allah'tır. O izin vermese, sağımızdan solumuza dönemeyiz, elimizi, kolumuzu, göz kapağımızı bile oynatamayız! Bütün bu nimetleri bize verdi ki, bakalım, onlarla Allah'a teslim mi olacağız, yoksa Bezm-i Elest’te O’na verdiğimiz kulluk sözünü unutup kibir ve ihtirâsa mı kapılacağız? Topraktan yaratılmış ve bir hiç iken vâr edilmiş biz âciz, zavallı ve muhtaç kullar, Allah’a akıl vermeye ve din öğretmeye kalkışmamalıyız! Allah katında makbûl tek din olan İslâm'a uymalıyız. Allah'ın verdikleriyle Allah'a diklenmeye, dik kafalılık etmeye ve küstahça sözler sarf etmeye kalkışandan daha câhil ve daha zâlim kim olabilir?

63  İlim ehlinde olması gereken temel, fazilet ve efdaliyet şartlarını maddeler hâlinde yazarak bir kitap te'lîf etsek; o kitabı da mağrûr ilim sahiplerinin kendilerinden aşağıda gördükleri akl-ı selîm avâm mü'minlerin eline versek ve desek ki, "buradaki özellikleri taşımayan, ilim ehli değildir!" Acaba âlim, şeyh, müftî, üstad, hoca veya müderris olarak bilinen kişilerden kaçı o kitaba göre ehliyet sınavını geçebilir? Hep düşünmüşümdür... Ya ilim eksik, ya amel! Ya iman eksik, ya ihlâs! Ya takvâ eksik, ya hikmet! Ya samimiyet eksik, ya fedâkârlık! Ya vefâ eksik, ya sadâkat! Ya sevgi eksik, ya merhamet! Ya af eksik, ya anlayış! Ya sabır eksik, ya tamammül! Ya teaffuf eksik, ya heybet! Ya şükür eksik, ya zikir! İnsan düşündükçe içi titriyor değil mi? Allah için tefekkür farzdır... Allah'ım, Sen'den sahîh ve sağlam iman, faydalı ilim, hak üzere sebât, istikâmet ve hüsn-ü hâtime dileriz; bizleri sâlihlerden eyle!

64  "Benim kalbim temiz, namaz kılmasam da olur" diyen arkadaş! Peygamberimizin -hâşâ- kalbi temiz olmadığı için mi beş vakit namazın yanında, geceleri ayakları şişinceye kadar nâfile namaz kılıyordu? İman insana namaz kıldırır! Sana namaz bile kıldıramayan -olduğunu iddia ettiğin imanın- acaba seni cennete götürebilir mi? Felsefe yapmayı bırakıp da, bunları düşünmek gerekmez mi? Yoksa, -Allah korusun- "iman ve ibâdet etmesem de, Allah affeder" kuruntusuyla mı şeytan oyalamaktadır! Tevbe etmeyi ve ibâdete başlamayı düşünüyorsun ama şimdi değil, sonra öyle mi? Fakat bil ki, erteleyenler helâk olmuştur! Son pişmanlık da fayda vermez!

65  Kur'ân'ı tek kaynak kabul edip, Hadîsleri/Sünneti delil saymayanlar, cenâzenin gömülmesi gerektiğini (Mâide: 31) Kur'ân'dan çıkartabilirler ama yıkanması ve kefenlenmesi gerektiğini Kur'ân'da bulamazlar. Çünkü bunlar, Hadîsler ve Sünnet ile sâbittir. Ayrıca cenâzenin yıkanması, kefenlenmesi ve defnedilmesi, Hz. Âdem’den beri sâbittir. Bu hususta nakiller de mevcuttur (Bkz: el-Bidâye ve'n Nihâye, İbn-i Kesîr, Dâru Hecr, 1/230, 231). O halde Kur’ân’dan başka kaynak kabul etmeyen kimseler, cenâzelerini yıkamadan mı gömecekler? Yoksa buna sadece gelenek veya âdet mi diyecekler? Âdet demek yerine: “Bizim âdet sandığımız nice meseleler Nebevî Sünnet ile sâbittir. Demek ki biz, bunların hak olduğundan habersizmişiz” demeleri daha akıllıca olmaz mı? Aslında Kur'ân'ın nasıl yaşanacağı hususunda Rasûlullah'ın Hadîsleri/Sünneti, yani onun örnekliği delil alınmadığında birçok mesele gizli/kapalı kalır. Birçok mesele de tam olarak anlaşılamaz. Açıklanmaya muhtaç şeyler, aklî ve nefsî eklemelerle ve yorumlarla tahrîf edilir, ketmedilir, böylece onlardan yüz çevrilir!

66  Kur'âncılar'a ["tek kaynak Kur'ân'dır" iddiasıyla, Kur'ân'ı paravan yapıp hevâsına uyanlara] göre, Kur'ân'da açıkça bulunmayan bazı meseleler, "öteden beri vardı" iddiasıyla benimsendiğinde, kabul edilmek zorunda kalındığında geleneğe uyulmuş olmuyor da, bugün Hadîslere uyan kimseler, Kur'ân'da açıkça bulunmayan bazı şeylere uydukları gerekçesiyle geleneğe uymuş sayılıyorlar öyle mi? Düşün!.. Bu büyük bir çelişki değil midir?Formun Üstü

67  Cimri ve kibirli zenginler: "Fakirler bize muhtaç olsunlar, kapımızı çalsınlar, bizden bir şeyler istesinler, veririz veya vermeyiz ama istesinler, bizim önümüzde ve yanımızda başları yerde olsun, kendilerini ezik hissetsinler, malımız sebebiyle bize hürmet etsinler" diye düşünürler ya; vallâhi, zenginiyle fakiriyle tüm sâlih mü'minler: "Yâ Rabbi, beni ve kardeşlerimi cimrilere muhtaç etme! Onların mallarını benim hayırlı işime karıştırma! Bizi, Sen'den başkasına asla muhtaç etme. Sen bize yetersin. Sen Ğanî'sin, Kerîm'sin, Latîf'sin, Erhamu'r-Râhımîn'sin" diyerek sabah-akşam dua etmektedirler.

Formun Üstü

Formun Altı

68  İnsana malın nispeti rahatsız eder, ilmin nispeti mutlu eder. Bir zengine: "MâşâAllah, malın var" desen, malımda gözü var diye rahatsız olur. Bir fakire bile: "Malın yerinde, durumun iyi, hadi yine iyisin" desen, o da sinirlenir, bu sözden hoşnut olmaz. Yani malı kime nispet etsen, hoşlanmaz! Ama ilmi olan bir kimseye: "MâşâAllah, ilmin var" desen, Allah'a hamdederek, bu sözden mutlu olur. Câhile bile: "MâşâAllah, bayağı bilgilisin" desen, o bile bu söz sebebiyle sevinir. Yani ilim kime nispet edilirse onu sevindirir, mal kime nispet edilirse de onu huzursuz eder. Çünkü ilim peygamberlerden; mal ise Firavunlardan, Hâmânlardan, Kârûnlardan mirastır. İlmi ancak erbâb-ı fazilet sever, malı ise herkes sever! Malı sahibi korur, ilim ise sahibini korur! Mal dağıttıkça azalır, ilim ise dağıttıkça çoğalır! Mal yakutlarla, elmaslarla ve parayla alınır, faydalı ilim ise ancak ehliyet ile elde edilir. İnsan ölünce malı dünyada kalır, ilmi ise yanında durur.

69  Hayat boyu arkadaş/dost seçiminde -vahyin belirleyiciliği istikâmetinde- temelde iki şey benim için 'ölçü' oldu: Bir kimse iman ehli mi, samimi (ihlâs ve takvâ sahibi) mi? İmandan kasıt, sahîh imandır; samimiyetten kasıt ise İslâmî anlamda "ifrât ve tefrîtten uzak, vasat ve meşrû bir çizgide” samimiyettir. Bu iki vasfı taşıyan kimseler, uzaktan da yakından da sevilirler ve Allah izin verdiğinde dost olunmaya da lâyık kimselerdir.

Zamanımızda dostluk ve vefâ neden kalmadı diye düşünürken, aklıma gelenlerden birkaç satır... İddia ettiğimiz gibi, hepimiz çok samimi ve sütten çıkmış ak kaşık gibi isek, neden -eskilerde olduğu gibi- Allah için kardeşliğin ve dostluğun farkına varmış, dünyanın bütün debdebelerine, gürültülerine ve câzibelerine rağmen âhiret kardeşi olmuş, gerçek anlamda Allah'ın rızâsını arayan ve yardımlaşarak cennete yürüyen/koşan iki kişiye bile rastlamaz olduk?! Eskiden, ahretliği/âhiretliği bulunmayan kimse pek olmazdı? Annemin ahretliğini bilirdim, annem kadar hürmet ederdim. Evet, analarımızın/babalarımızın geçmişte kardeş gibi/kardeşten öte can dostları olurdu ama bugün evlatları olarak çoğu kimse mal, makam, itibar, şöhret, para ve çıkar sevgisinin sarhoşluğu altında dost ihtiyacının farkında bile değil! Bin cilt kitap ezberlesen, laf ebesi olsan, dünyanın servetlerine konsan, makamlarını işgal etsen, milyonlar seni alkışlasa hatta câhiller sana imrenip, çocukları için seni model/örnek gösterseler bile; beyhûdedir, boştur! Değil mi ki, Allah'a imanın ve ihlâsın yok!Formun ÜstFormun Altı

70  Önce "örtünmeyin, giyinin" dediler. Sonra da, -Peygamberimizin âhir zamanda ortaya çıkacağını bildirip, sakındırdığı- giyinik çıplaklığı 'moda' adı altında yeni nesillere süslü gösterdiler, teşvik ettiler. Eskiler, bu duruma başta direnseler ve kabul etmek istemeseler de, belli bir zaman sonra birçoğu, "herkes böyle", "kimse yadırgamıyor" diyerek, açık saçıklığa sessiz kalmaya hatta normal karşılamaya başladı. En sonunda da Batı, bâtıl, şeytan ve nefis kökenli çıplaklık 'çağdaşlık' oldu! Şehvetçilik, bencillik, çıkarcılık, hırs, ihtirâs ve aç gözlülükler şefkat, sevgi, saygı, ihlâs ve takvânın yerini aldı. Bu gidişatı, hayâ ve ahlâk çöküntüsü, mâneviyat erozyonu görenler yadırganır oldu! Maalesef ki, vahiyden uzaklaşmanın doğal sonucu tezâhür etti! Bu özetin bir kısmını dahi benimseyen eski toplumlar helâk edilmişti. Yâ Rabbi, içimizdeki bazı akılsızlar nedeniyle bizi helâk etme! Rabbimiz, ölümle başa gelecek felâket ve helâketten önce şuur ve hidâyet nasip eylesin. Affet Yâ Rabb!Formun Üstü

Formun Altı

71  Takvâ sahipleri -hayır görünümlü bile olsa- şöhrete götüren sebep ve vesîlelerden sakınır. Gaflet ve nefis ehli ise, hayır görünümü bahane ederek şöhrete koşar, insanlar nezdinde itibar arar! Takvâ, Hakk'ın rızâsı istikâmetinde bir duruştur; gaflet ise mütemâdiyen nefsi ve nefsin amellerini savunuştur!

72  MÜSLÜMAN! KIZMA AMA!...

Bir ‘samimi’ tanımı yapsak: “SAMİMİ MÜ’MİN, SÖYLE(T)MEDEN YAPAN, YAPINCA DA SÖYLEMEYEN, İSTETMEDEN VEREN, VERİNCE DE BAŞA KAKMAYAN, DOSTUNUN DERDİNİ BİLEN VE ONUN DERDİYLE DERTLENENDİR” desek; bu tanıma göre kaçımız samimi sayılabiliriz?

Sosyal hayatta ve sosyal medyada yüksekten mi atıyoruz dersiniz? İnsanlara ayar vermekle meşgul olmaktan dolayı, kardeşlik adına sorumluluklarımıza hiç sıra gelmiyor! Hiç mü’min kardeşimizin derdini, sıkıntısını ve ne halde olduğunu merak etmiyor, umursamıyoruz! Para kazanmaya ayırdığımız zaman kadar, paraya verdiğimiz değer kadar, evvelâ yakınımızdaki mü’minlere zaman ayırmıyor, onları bilfiil sevmiyoruz! Sonra da kardeşlik edebiyatı yapıyoruz! Kardeşlik fedâkârlıkla başlar! Bir karşılık beklemeden sevmekle ve vermekle başlar. Allah için ziyâret edip, keyfiyetli şekilde “nasılsın?” demekle ve bu soruya şükür ve hamdlerle cevap verilip, halden şikâyet edilmese de -ki olması gereken budur-, sorumlu ve izzetli davranmakla başlar. Bir kimsenin malı, kazancı, geliri ve imkânları olacak; ama o kişi o nimetleri hayır yollarında seferber edercesine tasadduk etmeyecek! Bunu anlayabilen -sabreden, şükreden ve takvâya tâlip olan- bir fakir kardeşim var mı? Bu ve benzeri hassâsiyetlerine şâhit olamadığımız kimseler -en yakınımız bile olsa- ne söylerse söylesin, sözleri şahsen benim için yavan ve çiğdir! Hazmetmeden ve gereğiyle âmil olmadan nutuğu herkes çeker! Mü’minin farkı takvâsı, ihlâsı, cömertliği, fedâkârlığı, vefâkârlığı ve merhameti olmalı değil mi? Din kardeşin sende bunu görmek istiyor. Sen de bunları görmek istiyorsan, söyle, yap ve hayra teşvik et. Neticede bu, söylenen bazı kimseler için de, söyleyen için de bir hayır ve fazilet olur; Allah dilerse…

73  VEFÂ KALMADI!

Eskiden sevgi, saygı, kardeşlik, vefâ, duyarlılık ve fedâkârlık vardı. İnsanlar eşini dostunu ziyâret eder, birlikte oturup kalkar, birbirinin derdiyle dertlenir, sevinçlerine ortak olurdu. Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği dünyalıkları da, sevgilerini de paylaşırlardı. Böylece, malları da sevgileri de artardı. Bugün insanlar sevgisizliğin nedenini aramaktadırlar. Oysa neden, nefsin cimriliği ve vefâsızlıktır. Günümüzdekiler, vefâ ve cömertliğin karın doyurmadığını düşünerek, nefsî çıkarlarına odaklandılar, kendi dünyalarına çekildiler. Bu gidişattan duyarsızlık ve taassup doğacağını düşünemeden, bu şekilde kendilerince level atladıklarını; yaşın kemâli ve tecrübelerle olgunlaştıklarını ve ideala ulaştıklarını düşündüler! Eskiye rağbet değil ama eskilerde bu kadar vefâsızlık ve nemelazımcılık yoktu. Ne yazık ki, zaman -mânen- kötüye gidiyor! Daha gerilere gitmeye gerek yok, günümüzü, 80'lerle, 90'larla bile kıyaslasak, aradaki mânevî uçurumu görürüz. Örfen de olsa, faziletler, eskilerde daha da yaygın ve yoğun idi. İnsanlar birbirine tutkun idi. Çok bilmeseler de, bildikleriyle amel ederler ve nasihat severlerdi. Şimdikiler, hazmedemedikleri bilgilerle beyinlerini şişiriyorlar ama ihlâs ve takvâya, kardeşlik ve vefâya önem vermiyorlar, nasihat sevmiyorlar, istişâre etmiyorlar. İstisnâlar da vardır diyelim ki, inzâr ve terhîb, hikmet açısından ikmâl edilmiş olsun. İstisnâlar kâideyi de bozmaz, karın da doyurmaz! Küsurâta kanâat etmeyen, az ile yetin(e)meyen, hep daha çoğuna göz diken insan, beynennâs konjonktürün vehâmetini (وَخَامَةٌ) anlamakta zorlanmaz!

74  ŞAŞIRT!

Hayat içinde öyle hayırlı manevralar yap ki, öyle hayırlı ameller yap ki, öyle hayırlı adımlar at ki, ŞAŞIRT! Evet, şaşırt! Hayrın azaldığı bir toplumda hayırlı amele hasret olan mü'min, emin ol, senin o güzel ameline önce şaşıracak, sonra da Allah'a hamd, senin için de dua edecektir. İnsanları sevindirmenin, sevilmenin, kardeş olmanın, hepsinden önemlisi de, Allah'ın sevgisini ve rızâsını kazanmanın yolu, ihsân ehli olmaktır. Ayrıca ihsân ehli, mü'minlerin Allah'ı tesbîhine, hamdine müsebbip olur ve dualarını kazanır. Bu hayırlara ulaşmak çok kolaydır. Sadece nefsin, kötülüğü emreden veya hayra mâni olan isteklerine 'dur!' demek yeterlidir!

75  Dün Kadercilik (Kaderiyyûn, Kaderiyye) akımı akılcılıktan çıktığı gibi, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, Sünneti tamamen reddedip, Kur'ân'ın tek kaynak olduğunu savunan Kur'âncılık (Kur'âniyyûn, Kur'âniyye) akımı da akılcılıktan çıkmıştır! Akılcılığın vahyi ikinci plana attığı bütün akımlar sivri zekâlı dalâlet yönelişleridir. Allah'a değil de, aklına güveneni Yüce Allah aklına havâle eder. Vahiyden bağımsız veya vahyi kendine uyduran akıl da insanı uçuruma götürür!

Kur’âncılık akımına karşı olmak, aslâ ve kat’â Kur’ân’a karşı olmak değil; “Kur’âncılık, Kur’ân Müslümanlığı, Kur’ân’daki Din, İndirilmiş Din” adı altında Sünnet ve Hadîs aleyhtarlığı üzerine binâ edilen felsefeye karşı olmaktır.

76  İMAN ETMEYECEK OLAN KÂFİRLERİN UZUN YAŞAMALARI, KENDİLERİ İÇİN BİR HAYIR DEĞİLDİR!

Allah Azze ve Celle buyurdu:

وَلاَ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ خَيْرٌ لِأَنْفُسِهِمْ إِنَّمَا نُمْلِى لَهُمْ لِيَزْدَادُوا إِثْمًا وَلَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ

“O inkâr edenler (kâfirler) kendilerine mühlet vermemizin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara sırf günahları artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân: 178)

Âyetteki “mühlet vermek” (الْإِمْلاَءُ); uzun ömür ve rahat yaşam demektir.

Âyet, sebeb-i nüzûlü itibariyle Uhud savaşıyla alâkalıdır. Fakat Usûlen, sebebin husûsî olması hükmün umûmî olmasına engel değildir. Yüce Allah Uhud günü müşriklere verdiği zafer ile onlara bir mühlet vermiştir. Bu, onlar için bir hayır değil; sadece günahlarını artırmaları içindir.

İbn-i Âmir ve Âsım, وَلاَ يَحْسَبَنَّ “sakın sanmasınlar” buyruğunu “ye” harfi ile ve “sîn” harfini de fethalı olarak okumuşlar. Hamza ise, “te” harfi ile ve “sîn” harfini de fetha ile وَلاَ تَحْسَبَنَّ “sakın sanma!” biçiminde okumuştur. İlk kırâate göre fâil (özne) “kâfirler”, ikinci kırâate göre ise, fâil “muhatap” yani Muhammed aleyhisselâm’dır.

Bu Âyet, Kaderiyye’nin görüşünün bâtıl olduğuna dair açık bir delildir. Zira Yüce Allah, -her şeyi bildiği gibi- ölünceye kadar iman etmeyecek olan kâfirlerin âkıbetlerini de bilmektedir. Ve her şey gibi, bunları da önceden kaydetmiştir. Bu da, kadere imanın vücûbunu gerektirir. Son asırda ortaya çıkan, “Allah, kulun irâdî fiillerine taalluk eden amellerini kul işlemeden bilmez” biçimindeki sözün bâtıllığı ve küfür olduğu, -birçok delillerin yanı sıra- bu Âyetin delâletiyle de sâbittir.

Rabbimiz, kâfirlerin âkıbetleri hakkında şöyle buyurdu:

لَا يَغُرَّنَّكَ تَقَلُّبُ الَّذِينَ كَفَرُوا فِى الْبِلَادِ مَتَاعٌ قَلِيلٌ ثُمَّ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ

“Kâfirlerin (refah içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın! Azıcık (değersiz ve geçici) bir geçim; sonra varacakları yer cehennemdir. O ne kötü yataktır!” (Âl-i İmrân: 196, 197)

77  NEFSİMİZİ UNUTMAYALIM!

Rabbimiz Teâlâ meâlen buyurdu:

"Siz, insanlara iyiliği emredip de kendi nefislerinizi unutuyor musunuz? Oysa siz Kitâbı da okuyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Bakara: 44)

Formun Üstü

Formun Altı

– Çoğu kimse Tevhîd'i delilleriyle bilmiyor...

– Allah'ın esmâ ve sıfatlarını (esmâ-i husnâ'yı) öğrenmemişler var...

– Çoğu kimse Kur'ân Âyetlerini okuduğunda anlayamıyor...

– Kur'ân'ı yüzünden okuyamayan mü'minler bile var...

– Tecvîd bilmeyenler var...

– Bir tek sûreyi dahi baştan sona ders hâline getirerek öğrenmemişler var...

– En asgarîsinden, metniyle 40 tane Hadîs bile ezbere bilmeyenler var...

– Nebî aleyhisselâm'ın okuduğu ve tavsiye ettiği günlük dua ve zikirlerden -hasbel kader- ezberleyip de, sabah-akşam okumayanlar var...

– Günlük düzenli şekilde Kur'ân okumayanlar, okusa bile okuduklarıyla hayatını düzenleme derdinde olmayanlar var...

Bu liste saymakla bitmez!.. Ama biz, kendi eksiklerimizi ya da hayrımızı unutmuşuz da, başkalarını mı düzeltmeye çalışıyoruz?! Noksansız insan olmaz, elbette kusurlarımıza rağmen iyiliği emredeceğiz ama kendimizi unutarak değil herhalde! Akıllı insan, önce kendi iyiliği için çalışır, sonra da başkalarının iyiliği için koşturur. Başkalarını düzeltmek, kendimizi düzeltmekten daha evlâ değildir! Başkasına nasihat eden kimse, aslında önce kendi nefsine nasihat etmiş olur. Birine, "şu iyiliği yap" diyen kimse, onu önce kendisi yapar ve "bunu önce ben yapmalıyım" şuurunda olur/olmalıdır. Birine de, "şu kötülüğü yapma, şu kötülükten sakın!" diyen kimse de, aynı şekilde önce kendisi ondan sakınır ve "bundan, önce ben sakınmalıyım" şuurunda bu sözü söyler/söylemelidir.

78  SENDE DE AYNISI VARSA, EYVALLAH…

İçimde öyle güçlü bir temenni ve iştiyâk var ki, eğer mâddeten zengin olsaydım, yakınımdakilerden başlayarak "İslâm hakkı, komşuluk hakkı ve akrabalık hakkı" bakımından öncelikleri gözeterek -hasbel-kader- bütün mü’minlerin maddî sıkıntılarına merhem olup, Müslümanları nefsî olarak dışlamadan her mü’minin izzet ve şerefini koruyarak izzetli ve şereflice -sadece Allah’ı şâhit tutarak- onlara bol bol tasadduk ederdim. Hayırlara teşvîk adına samimi hisleri paylaşmak güzeldir. Zira nicelerimiz nice duygu ve düşüncelerimizi eşimizle dostumuzla paylaşıyoruz. Bu çok insânî ve olağan bir durumdur. Ama gelin görün ki, bu istek ve arzuma rağmen, hayatım boyunca: “Allah’ım, beni mâddeten zengin et; bana malı mülkü bol bol ver” diyerek dua edemedim. Rabbimden hep geçimlik adına yeterli olanı talep ettim ve hiçbir şekilde hiçbir kimseye muhtaç etmemesini diledim. “Ama neden böyle?” denilecek olursa; Nasslara bakmak yeterlidir. Bakıldığı halde, Nassları lâyık-ı vechi ile henüz fıkhedememiş olanlar, Ashâb-ı Kirâm’ın dünyaya ve mala bakışına seyr-i nazar etsinler. Onlardan da ders çıkaramayanlar, -hâssaten- âhir zamanda zenginlerin hâline baksınlar; neye tâlip olduklarını görsünler! Sonra da, Allah’tan hayırlısını ve muhtaç olunan her hayrı istemek yerine, bol mal istemenin -zenginlerin genel görüntüsü ve takvâ açısından- ne kadar korkutucu ve endişe verici olduğunu anlasınlar!

79  İSTİÂNE İLE İSTİĞÂSE ARASINDAKİ FARK NEDİR?

İstiâne; bir hâcetin yerine gelmesi için yardım talep etmektir.

İstiğâse ise, şiddetli bir musibetin, belânın, helâkin def’i için yardım dilemektir. Denizde boğulmak üzere iken veya uçak düşerken yardım dilemek gibi.

İstiâne, kurbet (Allah'a yakınlık) ânında olur; istiğâse ise, kürbet (belâ, musibet, sıkıntı, dert, tasa) ânında olur.

Allah’tan başka kimsenin güç yetiremeyeceği bir hususta âciz bir fânîden, ölüden, gaipten veya putlardan yardım dilemek şirktir!

80  ÖĞÜT ÖNCE NEFİS İÇİNDİR!

İnsan kötülüğü kendine konduramadığı yani kendinden uzak gördüğü, kendini pûr-i pâk sandığı sürece, kötülüklerden kurtulamaz!

İnsanlara genel bir üslup ile kötülüklerden sakındırıcı konuşma yapın; kimse itiraz etmez... Ama uygun şartlar altında aynı nasihatleri ve uyarıları husûsî olarak bir kişiye yapın, o kişi dengesiz ve patavatsız biri ise, sizinle tartışacak veya kendini müdâfaaya başlayacaktır. Hatta sizin onu tanıyamadığını yahut da onun sizi yanlış tanıdığını söyleyerek sizi suçlayacaktır. Nefis müdâfaası sadedinde bahaneler uyduracaktır... Efendi biri ise, en azından rahatsız olacaktır. Neden? Çünkü insan kötülüğü kendine konduramamıyor, kondurmak istemiyor. Bu noktada nefis devreye giriyor. Ama elbette takvâ sahipleri bundan müstesnâdır. Onlara hikmet çerçevesinde hak bir uyarıda bulunsanız, size sadece teşekkür ederler, hayrınız ve bereketiniz için de dua ederler. “Yanlış yaptığımda beni uyaran dostlarım var” diye de Allah'a hamd ederler! Siz hangi gruptan olmak isterdiniz?

81  Hayatınız boyunca insanların çoğunda cehâlet, taassup, asabiyet, hamâset, cür'et ve fırkacılık göreceksiniz. Ama o kimselerin hemen hepsi bu kötü sıfatları taşıdıklarını kabul etmeyecekler. Hayat yolculuğunuzda ona/buna/şuna, şu ya da bu gruba, şu ya da bu fikre, kendilerine ve kendi fikirlerine değil de sadece ve ancak Allah'a ve gerçek anlamda Sünnet ve hak ehli olmaya çağıran ve bu çağrıdan nefsine ve şeytana pay ayırmayan; "iman, takvâ, ihlâs ve adâlet" kırmızı çizgileri olan insanlara rastlarsanız, onları sevin, dost edinin, dostluğa ve hakka vefâlı olun, sâlihlerden olmak için çalışın ve Allah'a dua edin! Mea's-selâm ve'd-duâ.

82  Adam soruyor:

– Neden, bâtılın taraftarları çoktur?

Bunun cevabı zor değildir.

– Çünkü kural tanımazlık ya da ifrât veya tefrît his, heves ve hevâya hoş gelir; teslimiyet, tasdîk, sadâkat, sıdk, adâlet, denge ve vasatlık ise iman, çaba, çalışma, sabır, sebât ve istikâmet ister! Bâtıl ehli ise, nefsince yaşamak ister. Hakka tâlip olmayanın hak yolunda olmaması şaşılacak bir durum değildir! Fakat kim ne için çalışırsa, Hakk Teâlâ katında dünyadaki çaba ve çalışmasına uygun bir âkıbete mahkûm olacaktır. Zira dünyanın son durağı kara toprak olsa da, kara toprak âhiret menzillerinin, konaklarının, duraklarının ilkidir. Âhiret yolculuğu bu konaktan sonra da devam edecek ve insan âhirette ya cennet ya da cehennem olmak üzere asıl son durağa ulaşacaktır. Tabii ki ameline göre, ameline uygun şekilde.

83  Kim demiş, Ümmet-i Muhammed vefâsız diye? Bilakis Ümmet-i Muhammed en hayırlı, en âdil, ifrât ve tefrîtten uzak, vasat, dengeli ve denge unsuru olan bir ümmettir. Ama gelin görün ki, Ümmet-i Muhammed olduğunu iddia etmek ayrıdır, ispat etmek ayrıdır! Bir kimse sadece iman etmekle kâmil iman sahibi olamıyorsa, sadece Ümmet-i Muhammed’im deyip yan gelip yatmakla da kâmil anlamda Ümmet-i Muhammed olamaz! Bu nedenle, bütün doğrular ve güzellikler Allah’tan, İslâm’a uymaktan, gerçek anlamda Ümmet-i Muhammed olmaktandır; bütün hayırsızlıklar, vefâsızlıklar, haksızlıklar, hadsizlikler, ifrâtlar, tefrîtler ve taşkınlıklar ise kişinin bizzat kendi nefsinden ve hevâsındandır!

84  NEFSÎLİK KİSVESİNİ ATIN!

Erdem nedir bilir miyiz? Bize karşı nefsî konuşan, nefsî davranan, vefâsız ve duyarsız hareket eden bir kimse; bizim de kendisine nefsî konuşup, nefsî karşılık vereceğimizi ve duyarsız davranacağımızı, belki de kendisiyle ilişkiyi keseceğimizi düşünüp beklerken, bizim nefsîlikten uzaklaşıp, onun sû-i zan ettiği kötü ve düşük davranışları sergilemeyip, takvâ ve ihlâsa uygun hareket etmemizdir.

Bu noktada nefsî davranmayan insan ne kadar da azdır! Oysa kişide bu kötü hasletin bulunup bulunmaması; onun karakter kalitesinin ve dostluğa liyâkat ehli olup olmadığının tespitinde önemli kriterlerden biridir. Bir veya birkaç kez nefsî davranış sergilemeyi ayrı tutmak ve geçici bir zaaf olarak görmek gerekir; çünkü insan günahtan ve hatadan hâlî değildir. Fakat bir kimsenin karakter ve huyu nefsî konuşmak, nefsî karşılık vermek, nefsî hisler beslemek ve nefsî hareket etmek olmuşsa, bu çok farklı bir durumdur. Maalesef ki, bu kötülük, -o kimse ıslâh olup tevbe etmedikçe- onun karakter ve kişiliğinin bir parçası hâline gelir! Böylece kendisine zulmeder, etrafına sıkıntı verir! Bu, eskilerin; "can çıkmadan huy çıkmaz" dedikleri şeydir!

85  AHLÂKI KAVRAYAMADIK!..

İnsanlık tarihi boyunca milyonlarca ahlâk tarifi yapılmıştır ve yapılmaya da devam etmektedir. İSLÂM'IN AHLÂK TARİFİNİ ve kapsamını BİLMEYEN, İslâm'ın faziletlerinden, güzel haslet ve vasıflardan MAHRÛM kalmaya MAHKÛMDUR! En yakınlarınızdan itibaren vâkıaya bakın, GÖRÜRSÜNÜZ! Bugün insanların ve Müslümanların çoğu, bir davranışın, bir tavrın, bir amelin, bir konuşmanın, bir susmanın, bir meylin veya temâyülün İslâm ahlâkına uygun olmadığını ve yanlış bir şey yaptığını BİLMİYOR bile! CEHÂLET, insanları ya i'tikâden ya da amelen yahut da her ikisi yönüyle câhiliyyeye sürükleyip, fazilet ve erdemlerden UZAKLAŞTIRMAKTADIR! Çoğu kimse farkında olmasa da, ahlâkî bakımdan câhiliyye ideolojisinden ve İslâmdışı ahlak(sızlık)lardan etkilenmeyen insan, çevremizde parmakla gösterecek kadar AZALMIŞTIR! Çünkü 'AHLÂK' kavramı hakkında, insanların zihinlerine sınırlı bir anlamı empoze ettiler, ahlâkın kapsamını daraltıp, bütün hayırları muhtevî olan bu büyük fazileti ve dolayısıyla da onun mes'ûliyetini KETMEDİP TAHRÎF ETTİLER. Sonra da, ahlâk ve edepten yoksun NESİLLER türemeye başladı. İnsanlar -bazen haklı yere, çoğu zaman da kendi hallerine bakmadan, kendilerini düzeltmeden- ahlâk ve edepten yoksun arkadaşlıklardan ve etkileşimlerden ŞİKÂYETÇİ OLMAYA BAŞLADILAR!

86  VEFÂ VE SADÂKAT ÖLÜYOR!

Dostluk ve vefâ kalmadı ama sosyal medyadaki paylaşımlara bakın! İnsanların bu noktada bir sıkıntısı, bir derdi ve bir telebi yok; çünkü dünyalıkları ve dünyevî imkânlarıyla mutlular! Maddede para ve çıkarları, mânâda ise nefsin arzu ve isteklerini dosttan ve dostluktan daha çok seven ve dosta ve dostluğa tercih eden insanlar türedi! Bu gidişatın korkunçluğunu dün görmeyen ve itiraf etmeyenler, vefâsızlıklara, duyarsızlıklara ve çıkarcılıklara şâhit olduklarında bugün söyleseler ya da bugün bu gerçeği görmezlikten gelenler, tezgâhı, dükkânı, atı, arabasıyla mutlu olanlar (!) yarın vefâsızlıklarla karşı karşıya kaldıklarında konuşsalar ve sızlansalar kime ne fayda! Bilelim ki, vefâ ve duyarlılık kaybedilirse, bir şey kazanılamaz; zira her ne kazanılsa da, vefâsızlığın vebâlini ve günahını telâfi edemez! Vefâsız müttakî, vefâsız mücâhid, vefâsız muhsin, vefâsız sâlih ve hayırlı insan olmaz!..

87  CEHÂLETİN İKİ UCU!

Hikmet, basîret, firâset ve iz’ândan uzaklaşan, öfkesine ve nefsine uyarak radikalleşir, katılaşır ve sivrileşir. Vasatlıktan uzaklaşan ise, hevâsına ve arzularına uyarak tefrîte düşer, tembelleşir, gevşekleşir; vakar, heybet ve ağırlığını kaybeder, hatta akîdeden dahi uzaklaşır! Dengeli insan olmak ne kadar zor ise, dengeli, vasat ve mazbût bir mü’min olmak -hakka hakkıyla uyulmadığı müddetçe- daha zordur! İnsan gerçek anlamda hakka tâbi olup, Tevhîd, hak, hikmet ve adâlet ehli olmadıkça, hayatın içinde kendisini radikalleştirecek veya -radikalizme bir tepki olarak- şahsını din konusunda tefrîte ve gevşekliğe sürükleyecek birçok uydurma/sudan sebep ve bahane bulur. Bu da, cehâletin iki zıt ucudur! Birisi aşırılık ve katılık ucu; diğeri ise tembellik, laçkalık ve gevşeklik ucu!

88  ALLAH İÇİN DÜŞÜN!

Küçüklükten itibaren tasavvuf ve tarîkat konusunu o kadar çok inceledim ve tahkîk ettim ki, okumayı, araştırmayı ve tahkîki çok sevmeme rağmen, bu sahada bir şey okumak içimden gelmiyor!

Meselenin güncelleştirilmesi şudur: Günümüzdeki sûfîlik, ğulât-ı sûfiyye'dir; sakınmak ve sakındırmak gerekir. Yeri geldiğinde de hakkı söylemek yeterlidir... Sûfîlerin çoğunlukta olduğu muhitlerde yaşayan mü'minler, haklı olarak bu konuya ağırlık verip, aracılık şirki başta olmak üzere, bütün şirk, hurâfe ve bid'atlerden sakındırıp, Tevhîd'e ve dini yalnız Allah'a hâlis kılmaya ağırlık veriyorlar. Ne diyelim? Allah yardımcıları olsun.

Fakat akıl ve fikir de dâhil olmak üzere, bütün benlikleriyle -kayıtsız şartsız- mürşidlerine teslim olmuş, mürşidlerinin ağzından çıkan şeyleri "Nass" (Âyet-Hadîs) gibi gören ve sarâhaten gayrimeşrû görünümlü dahi olsa hiçbir hususta şeyhlerine karşı gelmeyen, itiraz etmeyen mürîdlere ne anlatırsanız anlatın; -Allah dilemedikçe- o gerçekleri düşünüp, doğruya tâbi olmazlar. Çünkü aklını kiraya değil, mülkiyetiyle birlikte vermiş, hibe etmiş kimseleri ikna etmek, onların taassuplarını kırmak, -Allah dilemedikçe- mümkün değildir. Bunun yerine, önyargılı olmayan aklı başındaki insanlara ve yeni nesillere iman, İslâm ve Nebevî ahlâkı anlatmak binlerce kez daha hayırlıdır! Hidâyet Allah'tan olduğu için, hiçbir zaman hakkı gizlemeden, durum ve şartlar elverdikçe ve sağlıklı oldukça da Tevhîd ve İslâm'ı anlatmak gerekir. Şahsen ben, tek tarîkatta mürşid olanlar bir yana, 4-5 tarîkatın şeyhi olduğunu söyleyen kimselerle bile tartıştım. Tırnak içinde söylemek gerekirse; asâleten şeyhliğin yanında, 'vekâleten şeyhlik' diye de bir şey var…  Vallâhi ve billâhi, ilim ve i'tikâd nâmına lalettayin ezberledikleri, şeyhlerinden duydukları şeylerden başka bir şey bilmiyorlar ve ne söylerlerse söylesinler, vahiy hakikatleriyle ânında susturuluyorlar. Siz bakmayın, uçamayan şeyhleri, mürîdlerinin uçurduğuna!

Bilelim ki, tarihteki ğulâtları yönüyle ve günümüzdeki daha net görüntüsüyle sûfîlik denilen tefrît/ircâ' hareketi, aklını kullanan ve düşünen câhilî toplumlarda bile rağbet görmez! Fakat akıl ve fikir nimeti kullanılmazsa tehlike! O zaman ateizm gösterilerek şirk i'tikâdına insanlar râzı edilebilir! Allah için düşün! Zira bu satırların arkasında Allah için ihlâs var! Vesselâm.

89  SORUMLULUKTA ÖNCELİKLER ESASTIR!

"Herkes evinin önünü süpürürse..." kâbilinden her bir mü'min yakın çevresine karşı sorumluluklarını ifa ederse, sorumlulukların ifası adına ileriye dönük bir değil, birkaç adım atılmış, dolayısıyla da İslâm'a hizmet adına verimli toprağa birkaç tohum serpilmiş olur. Böylece mazlûmlar, garipler ve muhtaçlar da mâddeten, mânen ve rûhen nefes almaya başlarlar. İnsanlar da artık hakkı dinlemeye ve düşünmeye başlarlar. Bugün düşünürler, -biiznillâh- yarın iman ederler. Komşuda bir yangın varsa, tüm mahalleli tedirgin olup, o yangını el birliğiyle söndürmesi gerekirken, bugün insanlar kendi evini, komşusunu ve yakınlarını bırakmış, başkalarının evleriyle, komşularıyla ve yakınlarıyla ilgileniyorlar. EyvAllah, mü'minler kardeştirler. Ama kardeşlik haklarında dahi öncelikler vardır. İkrâm gibi gündelik bir meselede dahi öncelik olduğu gibi. Önceliklerin ihmâliyle insan, -ne yaparsa yapsın- aslî sorumluluğundan kurtulamaz! Bir de câhil insanlar arasında en yaygın şey, bir şeyleri bahane ederek, asıl şeylerden kaçmalarıdır! Bu cür'et ve gaflet, şeytan ve nefsin fısıltısının desteğiyle olmaktadır! Yahu, sana, karşı/uzak mahalleye veya uzaktakilere gitme diyen yok ki! Karşı mahalleye giderken, kendi mahalleni ihmâl etme, uzaktakileri düşünürken, yakınındakilerden gâfil olma diyen var. Sence yanlış mı? Düşün!

90  Tavizci ve yağcı karakterli kişiye ilim öğretilmez! Çünkü o kimse âlimlere karşı övünmek, avâm ile mücâdele etmek, insanların teveccüh, ilgi ve alâkalarını kendine çevirip, mal, makam ve itibar elde etmek için ilim öğrenir! Bu tür ehliyetsiz kimseler bir şeyler öğrenmiş olsalar bile, o öğrendikleri şeyler kendileri için 'faydalı ilim' olmaz! Önce edeb ve haddi bilmek gerekir! Takvâ ve ihlâstan soyutlanmış okumalar ve öğrenmeler -hayâtî fonksiyonları olmayan- rûhsuz/cansız bir ceset gibidir! Gerçek hayat ise, vahye hakkıyla tâbi olmaktır.

Formun Üstü

Formun Altı

91  İNANCA HAZIMSIZLIK!

Bire bir görmedim ama zaman zaman sosyal medyada bazı videolar izledim. Az önce de onlardan birini izleyince, birkaç satır yazmak istedim... Çoğu zaman toplu taşımalarda veya kalabalık ortamlarda tesettürlü/örtülü hanımlara karşı -İslâm'a düşmanlık adına- tahammülsüz olan, bağırıp çağıran, çirkefleşen, özgürlükten ve insan haklarından sadece kendi kafa yapısındaki kimselerin özgürlüklerini ve haklılıklarını anlayan/savunan, kendisi gibi düşünmeyenlere ise hazımsız olan kimseleri görünce, Rabbimizin: مُوتُوا بِغَيْظِكُمْ "Kininizle geberin!" (Âl-i İmrân: 119) Âyetini hatırlarım! Tesettürü 'çağdışılık' görerek, Allah'ın emrine ve dinine karşı cür'etkârlık olunca, Allah'ın sözünü hatırlamak kadar doğal bir şey olamaz! Biz, ehl-i küfrün hidâyet bulup yaşamasını isteriz. Ama bu sözü söyleyen Yüce Allah olunca, O elbette kiniyle geberecekleri de bildiği için böyle buyurmaktadır. Toplum içinde kemmiyet yönünden ciddi bir yekûn teşkil edecek nitelikte olmasa da, medeniyetin gerektirdiği insânî ortak paydaların farkına varamamış, tırnak içinde vahşice ve absürt hareketler sergileyen bu kimseler, kendi fikirdaşları için dahi zararlıdırlar! Medeniyet, çağdaşlık, özgürlük, eşitlik, hoşgörü ve insan hakları denilip de, bu sözlerin içeriğinden yüzeysel olarak dahi fersah fersah uzak olup, ön yargı ve nefretle hareket etmek modern çağda bir ilkelliktir! Relaks lütfen, gerginlik yok! Zira herkesin inancı da, yaşantısı da, giyimi de kuşamı da kendine! Hangi çağdayız; biraz medenî olalım?! Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, sen de başkasına yapma!

92  KAÇ TÜRLÜ CÂHİL VARDIR?

Üç türlü câhil vardır:

a) Öğretilip bilgisizliği giderilmesi gereken (bilmeyen ama bilmediğini bilen). Bu tür cehâlete “cehl-i basît” denir.

b) İkaz edilip uyandırılması gereken (bilen ama bildiğini bilmeyen).

c) Yüz çevrilip kendisinden uzak durulması gereken (bilmeyen ama bilmediğini de bilmeyen, bilmeyip de bildiğini sanan). Bu kimsenin cehâletine “cehl-i mürekkeb” denir.

Üçüncü kısım kimseler hakkında Rabbimiz şöyle buyurdu:

Sen af yolunu tut, iyiliği (Urf ile) emret ve CÂHİLLERDEN DE YÜZ ÇEVİR. Sana şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işitendir, en iyi bilendir.” (A’râf: 199, 200)

“Rahmân’ın kulları yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler. CÂHİLLER ONLARA (SATAŞARAK) HİTAP ETTİKLERİNDE, ONLAR: ‘SELÂM(ETLE)’ DER (GEÇER)LER.” (Furkân: 63)

Rabbimiz, Tevhîd’i kabul etmeyip şirkte direten müşrikler hakkında şöyle buyurdu:

“Rabbinden sana vahyolunana uy! O’ndan başka hiçbir (hak) ilâh yoktur. MÜŞRİKLERDEN DE YÜZ ÇEVİR.” (En’âm: 106)

93  “İBÂRE Mİ MÂNÂ MI?” POLEMİĞİ!

Klasik Arapça eğitimi veren medrese geleneğinde asıl olarak ibâreyi doğru okumaya önem verilir. Bir ibâre okunurken gramer hatası yapmamaya özen gösterilir. İbâre, gramer hatasız yani hareke hatası yapmadan okunduğunda, bu başarı sayılır. Fakat aynı ibâreye mânâ verilemese, yanlış anlamlar verilmiş olsa dahi, bu fazla önemsenmez. Oysa bir ibâre hem lafız hem de mânâdan oluşur. Birisinde eksiklik, birisinde hata etmek bir noksanlık kabul edilir.

Arapça’ya fazla önem vermeyen ve zaman ayırmayan kesimde ise, ibâre okurken/okunurken gramer hatası yapmak fazla önemsenmez, yalnızca mânâya odaklanılır. “Sen mânâya bak, ibâreyi boş ver!” denir. Oysa “mânânın köprüsü, o mânâyı bize ulaştıran vasıta” ibâredir. İbâreden anlamayıp gramer hatası yapan kimsenin anladığı anlamların çoğu yanlıştır. Zira anlamı doğrultan, ıslâh eden gramerdir!

Dolayısıyla bu iki yaklaşım türü de yanlıştır! Birinin ifrât, diğerinin tefrît olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dediğimiz gibi, bir ibâre hem lafız hem de mânâdan oluşan bir bütündür. Birisinin ihmâli noksanlıktır!

94  HUZÛR-U İLÂHÎ’YE TEVHÎD’LE VARANA MÜJDELER OLSUN!

Bir kimsenin yerle gökler dolusu günahları olsa, ama o kul, Allah'ın huzuruna Tevhîd'le varsa, Rahmân, Rahîm, Ğaffâr, Vehhâb, Latîf, Ğafûr, Kerîm, Tevvâb, Afuvv, Raûf ve Zü'l-Celâli ve'l-İkrâm olan Allah Sübhânehu ve Teâlâ o kulunun dilerse tüm günahlarını affeder ve azap etmeden onu cennetine koyar!

Bir kimse de, şirki terk etmeden -insanlara, hayvanlara ve bitkilere- yerle gökler dolusu iyilikler yapsa ama Allah'ın huzuruna Tevhîd'siz varsa, Allah o kulunun bütün iyiliklerini siler ve onu derhal ebedî cehenneme atar! Allahu Ekber. Lâ İlâhe İllallâh Muhammedun Rasûlullah. Allah'ım, sen bizi koru!

95  CELÂLEYN TEFSÎRİ:

Tefsîru'l Celâleyn'i (Celâleyn Tefsîrini) Bakara Sûresinden İsrâ Sûresinin sonuna kadar Celâluddîn el-Mahallî eş-Şâfiî yazmış, onun vefâtı üzerine geri kalan kısmını da Fâtiha Sûresiyle beraber Kehf Sûresinin başından Kur'ân'ın sonuna kadar el-Mahallî'nin talebesi Celâluddîn es-Suyûtî eş-Şâfiî tamamlamıştır. Kur'ân'ın vecîz bir tefsîrini bu şekilde hoca ve talebe yarı yarıya gerçekleştirmişlerdir. Allah ikisine de rahmet etsin.

96  LÜGAT İLMİ:

Arapça'da sözlüğe, lügate, kâmûsa bakmak yani kökünü ve iştikâklarını bilerek herhangi bir kelimeyi birkaç saniyede bulabilmek bir ilimdir [İlmu'l-Luğa]. Niceleri, Arapça öğrenirler hatta -nasıl alabiliyorlarsa- icâzet/diploma bile alırlar ama lügate bakmayı bilmezler! Lügat ve kelime bilgileri kitaplarda okuduklarından ve duyduklarından ibârettir. Onun için de, kelimelere yanlış anlamlar verirler veya birçok kelime ve anlamını bilmezler yahut da kelimelerin Nahiv açısından son harfini doğru tespit etseler dahi, sondan önceki harflerin harekelerinde- dabt ve imlâ yönünden hatalar ederler. Tabii ki Nahv'de yetersiz iseler, kelimelerin son harekelerini de genelde yanlış okurlar. Bilelim ki, Sarf, Nahv ve Lügat ilimleri iyi düzeyde bilinmeli; bunlardan biri dahi ihmâl edilmemelidir.

97  SOSYAL MEDYADA NEFSÎ DAVRANIŞLARA SİTEM!

Bismillâh, elhamdülillâh, vessalâtü vesselâmu alâ Rasûlillâh...

Hamdolsun, şu zamana kadar face'de bir tek kimseyi bile engellemedim; engellemem de! Sanal ortamda bile olsa, sadece arkadaş olarak tercih etmediğim biri olursa, arkadaşlıktan çıkarırım. Bu da en doğal hakkımdır. Ama bu amelimde bile nefsî hislerle hareket etmem. Zira ben, bir amelimin içinde nefsîlik veya riyâ olduğunu fark edersem, o amelden sakınırım ve hâlimi ıslâh ederim... Beni arkadaşlıktan çıkaran/çıkaracak kimseye de nefis yapmam, aleyhinde konuşmam ve kızmam. Hatta güler geçerim. O da onun tercihidir derim. Beddua etmem, kötülüğünü istemem! Hele hele arkadaşlık daveti gönderdiğim kimseyi asla incitmem. Bir kimsenin sayfasına girip yorum yapmak durumunda kalırsam, kılı kırk yararcasına bir hikmet gözetirim. İnsanlar hakkında, tanımadan söz söylemem, normal şartlarda münker olmayan bir sözü güzele yorarım. Paylaşımını beğenmediğim ve kabul etmediğim birçok kimseye de -fayda vermeyeceğini düşünürsem- muhâlefet edercesine ve polemik başlatırcasına yorum yapmam. Patavatsızlık olarak değerlendirilecek her tavır ve davranıştan sakınırım! Zira sosyal medyayı kullanmanın dahi bir usûl ve âdâbı vardır. Müslüman izzet ve şeref sahibidir. Onun izzet ve şerefine yönelik her söz haramdır! Müslümanın izzet ve şerefine gıyâbında veya huzurunda saldırı olduğunda da onu hüsn-ü şehâdetle müdâfaa etmek, Müslümanın Müslüman üzerindeki bir hakkıdır. Burada büyük bir sorumluluk vardır. İhlâli durumunda da büyük bir vebâl yüklenilmiş olur. Allah korusun! Fakat neticede herkes şâkile'sine (karakter, mizaç ve kâbiliyetine) göre amel eder. Rabbim, bizi sözde değil, özde sâlihlerden eylesin.

Kardeşler, arkadaşlar! Lütfen sağduyu!

Şeytana ve nefs-i emmârenize geçit vermeyin!

Önce şirkten, sonra da kul hakkından sakının!

اللَّهُمَّ إِنِّى أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَضِلَّ أَوْ أُضَلَّ أَوْ أَزِلَّ أَوْ أُزَلَّ أَوْ أَظْلِمَ أَوْ أُظْلَمَ أَوْ أَجْهَلَ أَوْ يُجْهَلَ عَلَىَّ

”Allah’ım! Sapmaktan, saptırılmaktan, ayağımın kaymasından, kaydırılmasından, zulmetmekten, zulme uğramaktan, câhillik etmekten ve bana câhillik yapılmasından Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, 5094; Bkz: Tirmizî, 3427; İbn-i Mâce, 3884; Nesâî, 5486, 5539)

98  FACE EHLİNE SİTEM!

Bismillâh...

Genç arkadaşım!

Ben, senin, beğenmediğim paylaşımların için -fayda vermeyeceği zann-ı gâlibiyle ve senden olmasa da bir başkasına sebep olman nedeniyle gereksiz polemik oluşacağı yüksek ihtimâliyle- sayfana girip yorum yapmıyorum! Sen de, benim, beğenmediğin paylaşımlarım için muhâlefet ve kafa karıştırma maksadıyla ve dahi paylaşımın ağırlık ve mâneviyatını zedeleyecek şekilde yorum yapma! Beğenmiyorsan, arkadaşlıktan çık! Vallâhi, nefis yapmam hatta teşekkür bile ederim. Kimseye ezâ etmemiş olursun! Yanlış olup olmadığı bir yana, hikmetsiz yorum sahiplerini ben arkadaşlıktan çıkarsam, nefisleri kabarıyor, sû-i zan ve gıybete başlıyorlar! Yani bir mü'minin bin tane hayrını, nefislerine hoş gelmeyen bir tavır -ki belki o dirâyettir, hak adına dik duruştur, yiğitliktir- sıfırla çarpmak istercesine!.. Bilin ki, nefis ehli olanlar ve nefislerine uymaya devam edenler, hak ehli olamazlar. En azından, nefsî davrandıkları hususlarda! Face'de tertemiz bir sayfada hâlis Tevhîd'i, saf İslâm'ı, İslâm kardeşliğini, Müslümanın insanlığını, edebini, anlayışını, vasatlığını, ifrâtçılık ve tefrîtçilikle, patavatsızlık, densizlik ve dengesizlikle işinin olmaması gerektiğini Allah için, hiçbir çıkar beklentisi olmadan ve hikmeti gözetmeye çalışarak dile getiren bir mü'minin paylaşımlarının altında gereksiz yorum yapmayın! Kendi sayfanızda paylaşım da yapabilirsiniz, yorum da! Yıllardır bunu kaç kez söyledim. Hem de o kadar nâzik, kibar, efendi, ince ve hikmetli üslupla ki! Ama sanırım anlayışlı kimselerden başkasına hava gazı geliyor! el-İnsâf hayru'l-evsâf! "İnsâf, vasıfların en hayırlısıdır!" Vesselâm!

99  ONDAN SORULACAKSINIZ!

Rabbimizin: وَإِنَّهُ لَذِكْرٌ لَكَ وَلِقَوْمِكَ وَسَوْفَ تُسْـَٔلُونَ “Muhakkak o (Kur’ân) sana ve kavmine bir şereftir. Siz (ondan) mes’ûl olacaksınız (sorulacaksınız)” (Zuhruf: 44) Âyetini; Kur’ân’ı bütünlük içinde değerlendirmeden ve doğru fıkhetmeden, sanki burada “sadece ondan sorulacaksınız” biçiminde hasr varmış gibi, özelde Peygamberimizin Hadîslerini, genelde ise Sünnet-i Seniyye’yi inkâr edip, Rasûl'ün pratik örnekliğini, ta'lîm, terbiye ve tezkiyesini dinde delil saymamaya delil sananlar bilsinler ki, Kur’ân’ın ahkâm ve talimatlarından da, muhtevâsını ve hükümlerini tahrîf etmekten de sorguya çekileceksiniz!

100  Hayatta -dilenmenin dahi Şer'an câiz olduğu üç durumla imtihân olan- gerçek ihtiyaç sahipleri -kadınlar, bebekler, yaşlılar, sakatlar, muhtaçlar- varken, bitini kanlandırmak için açgözlülük eden muhteris, bencil ve şükürsüz kimselere infâk edip de, onurlu, şahsiyetli, mazlûm, mağdur, garip ve gerçek anlamda ihtiyaç sahibi insanları ihmâl etmek anlayış noksanlığıdır!

101  BİR KUMBARA EDİN!

Değerli kardeşim!

Üç hayrı aynı anda kazanacağın, -dilerse Allah’ın daha da artıracağı- bir güzel ameli sana söyleyeyim mi?

Tane tane söylüyorum… Sen de yavaş yavaş ve düşünerek oku inşâAllah…

Bir kumbara edin… Aşağı yukarı her gün veya eline geçtikçe o kumbaraya para at… İmkânının genişliğine veya darlığına göre, ayda bir veya birkaç ayda bir ya da altı ayda bir o kumbarayı aç ve içindekileri Allah yolunda elzem, evlâ ve efdal olan kimselere infâk et… Hatta kumbaraya para atmaya başlarken, “bu kumbaranın içindekileri şu şekilde infâk edeceğim” diye sâlih bir niyet al... Böylece hem isrâftan kurtulursun, hem iktisâd, hem de infâk ehli olursun… Bir amelle gelen üç büyük fazilet... Hatta o kumbaranın içindeki çil çil paralara ve banknotlara gözün kaymaz, kedinin ciğere baktığı gibi bakmazsın. Böylece de, kanâati, şükrü ve zühdü öğrenirsin… Şeytan, nefs-i emmâren yoluyla -seni çok düşünüyormuş gibi- o paralara asıl senin ihtiyacın olduğunu fısıldasa, kalbini bozmaya ve seni cimriliğe sevk etmeye çalışsa dahi, niyetini bozmaz, “benden daha çok ihtiyaç sahipleri var” dersin… Böylece îsâr ehli de olursun… Allah da gönlüne, şükrüne, kanâatine ve duyarlılığına göre sana karşılık verir… Hem dünyada, hem de âhirette... Bu mu'tâd amelle birlikte, imanın da, ibâdetin de, kardeşliğin de, infâkın da, îsârın da mânevî lezzetini, tadını ve tatlılığını alırsın… Ne mutlu o mü’minlere! Ve selâm olsun o güzel kardeşlerimize!

102  KALİTELİ SORU SORMAK, İLMİN VE ANLAYIŞIN YARISIDIR!

Kaliteli soru; okumayandan, araştırmayandan, üzerine düşeni yapmayandan değil, okuyup araştırıp, gayret edip de anlamadığı bir noktayı nokta atışı mesâbesinde, ders niteliğinde hikmetli ve yerli yerinde bir soru ile soran sorumlu kimseden gelir!

Fazilet, soru cümlesi kurabilmek değil, kaliteli soru sorabilmek ya da soru sormaya gerek kalmadan, sorumlu davranıp, bilinmeyen o meseleyi okuyup öğrenmektir. Okuduğu halde anlamamak diye bir şey olmaz! Okunan şeyde, ana hatlarıyla veya yüzeysel olarak anlaşılmayan bir veya birkaç şey, tafsîlî ve ilmî olarak da birçok şey olabilir. İşte güzel ve hikmetli soru, ihtiyaç ve gereklilik olan o noktaların sorulmasıdır. Soru sorulan kişi de anlar ki, bu kişinin seviyesi şu ve bu meselede şunları biliyor ama şunları da bilmiyor... Soru soranın bilmediği noktaları -seviyesine göre- açıkladığı anda, söz biter, konuşma uzayıp gitmez; Katar treni gibi!.. Bazen de şu konuya bak veya şu kitabı oku gibi cevaplar da cevap hükmünde olur. Gevşekliği ve tembelliği benimsemiş kişiye sorumluluğunu hatırlatır.

Tembel kimselere vecîz olarak, "okumayan değil, anlamayan sorar" sözü hayır getirebilir. "Bilmemek" ile "anlamamak" arasında da fark vardır. Bilmeyen, okumayandır; anlamayan ise okuduğu halde bazı hususları kavrayamamış kimsedir.

103  KÖTÜ HUYLARDAN KURTULMAK AZİM İSTER!

Kötü huylarınız var da, o hususta bir kere değil, bin kere, öylesine değil, ısrârla sizi uyaran dostlarınız da bulunuyorsa, Allah için o kötü huydan kurtulmak için nefsinizle birkaç ay veya birkaç yıl mücâdeleye girişin! Kötü huydan kurtulmak "hadi" veya "tamam" demekle olacak şey değildir! Ondan kurtulmak; sırtımızdaki yüklerle, ağırlıklarla ve zaaflarla birlikte dik bir yokuşa tırmanıp zirveye ulaşmaya çalışmak gibidir. İnsan bu yolda yorulur, terler, toz içinde kalır, ayaklarında ve dizlerinde derman kalmaz. Ama yine de vazgeçmeden hedefe doğru ilerler ve en sonunda da ulaşılmak istenen yere varır. İşte kötü bir huydan veya bir kötülükten kurtulmak bunun gibidir. Kararlılıkla ve samimiyetle azmetmeden ve çalışmadan başarılı olunamaz! Allah'ın yardımıyla o kötü huydan kurtulduktan sonra şöyle rûhunun derinliklerinden gelerek temiz havayı içine çekersin ve daha önce fark edemediğin güzelliklerin farkına varırsın. Böylece sana ve çevrene sıkıntı ve ezâ veren o kötü karakterle bağlarını koparırsın. Aksi olursa -Allah korusun-; o zaman, inan, otuz yıl, elli yıl da geçse o kötü huy ve karakterle birlikte yaşarsın. Dünyaya da o kötü karakter penceresinden bakarsın! Hayra ve takvâya tâlip olan yakınların sana hayatın boyunca binlerce kez nasihat ederler, etmişlerdir ama sen bildiğinden şaşmazsın! Kendine acımıyorsan, etrafında senin hayrın için çırpınan ve kötü ahlâkından etkilenebilecek insanlar sebebiyle endişe eden hayırlı mü'minlere acı! Akl-i ve fikr-i selîm mü'mine bir nasihat yeter! Anlayış ve basîret ehli ise, işâretten ve halden dahi anlar. Yani bu makama erişen kimseye temcit pilavı gibi tekrar tekrar uyarı yapılmaz. O alacağı şeyi, vücut dilinden de alır, genel nasihatlerin içinden de alır, nehy-i ani'l münker yapılan kimselere söylenen sözlerden de. Rabbim, bizi fıkıh, anlayış, dirâyet, firâset ve ihlâs ehli kullarından eylesin. Takvâya tâlip ve tâbi olmak yerine, çok ve boş konuşan gaflet ehlinden değil!

104  CEHÂLETTEN VE YARIM BİLGİDEN YA İFRÂT YA TEFRÎT DOĞAR!

Bugün gençleri bekleyen tehlikelerden biri radikalizm, diğeri ise ircâ akîdesine kayma riskidir! Bunlar -ifrât ve tefrît olarak- birbirine tepki olarak ortaya çıkan iki uçlu bâtıl yönelişlerdir! İslâm'ın vasatlığını yani îmânî, İslâmî, ahlâkî, usûlî, menhecî ve mezhebî dengeyi ilim, hikmet, fıkıh, basîret ve akl-ı selîm ile yakalayamayan kimse ya aşırılığa ya da atâlet ve boş vermişliğe kaymaktadır! Şâhit olunmuştur ki, hayatlarının bir döneminde aşırı gidenler, bir zaman sonra tefrîtçiliği; bir dönem tefrîtçi yaşayanlar ise bir zaman sonra fanatizmi tercih edebilmektedirler. İslâm adına dengeyi sağlamak; orada veya burada durmak yahut da şu ikisinin ortasında bulunmak değil, iman ve istikâmet adına Nebî'nin örnekliğinde, tüm müctehidlerin ve İslâm ümmetinin üzerinde bulunduğu dosdoğru yolda müstekîm olmaktır. Fakat insan ve cin şeytanlarından o yolun düşmanları ne kadar da çoktur! Bu sebeple, hak ehli olmak, ümniyye, kuruntu, hayal, temennî ve kuru bir niyetle olacak şey değildir. Bunun için, selîm akıl, faydalı ilim, sahîh iman, basîret, hikmet ve Sünnet-i Seniyye üzere sebât ve istikâmet gerekir. Bu değerler yeterince, doğru şekilde bilinmeden ve pratiği anlaşılmadan da hak adına savunulan iddiaların çoğu zan ve kuruntudan ve içi boş kavramlardan öte bir anlam taşımaz! Allah korusun! Rabbimizden, sahîh ve sağlam iman, iman ve İslâm üzere bir hayat, dosdoğru yolda sebât ve istikâmet, hayatın sonunda hüsn-ü hâtime, kabirde tesbît, mahşerde âfiyet ve esenlik, hesaptan sonra da Yüce Rahmân'ın rahmet ve keremiyle doğrudan cennete girmeyi dileriz.

105  EY KORONAVİRÜSÜN DE RABBİ OLAN ALLAH’IM!

Yâ Rabbe'l-Âlemîn!

Her hâlükârda Sana hamd olsun. Bizler Sana iman ettik, Sana yöneldik ve ancak Sana tevekkül ettik. Bizi affet, bize mağfiret et, bize merhamet et, biz âciz kullarına yardım et; bizim Mevlâmız ancak Sen’sin.

Rabbimiz!

1 Aralık 2019 yılında Çin’de ortaya çıkıp, sonra tüm dünyaya yayılan bu koronavirüs musibetinden, önce tüm Ehl-i iman’ı, sonra da bütün mazlûmları koru!

Arkadaşlar!

Temizliğe, sosyal mesafeye, izolasyona/karantinaya dikkat edelim!

Tevekkül çerçevesinde de tevbe ve istiğfâra, zikir, şükür ve tesbîhâta, abdestli bulunmaya, namaz ve sabırla Allah’tan yardım istemeye, birbirimizin gıyâbında özel ve güzel dualar etmeye gayret edelim!

Bu arada Allah’ın yardım ve tevfîkiyle -youtube’da beşincisini yayınladığımız- İmam  Nevevî’nin Sahîh-i Müslim şerhi olan “Minhâc” adlı eserinden yaptığımız Hadîs derslerimize inşâAllah devam edeceğiz… Müslim‘in Sahîh’inin “Îmân” kitâbından bâblar seçerken, konu olarak farklı olanları seçmeye dikkat ediyoruz. İnşâAllah, “Îmân” bölümünü bu usûl ile itmâm edeceğiz. Başarı Allah’tandır.

Âlemlerin ve koronavirüsün Rabbi olan Allah Sübhânehu ve Teâlâ bugün ve yarın yardımcımız olsun. Hem dünyada hem âhirette…  Etrafta kol gezen bu virüs tehlikesini ve olan veya olası tüm tehdît ve tehlikeleri tez zamanda üzerimizden def etsin, bizleri korusun; hakkımızda hayırlar, hayırlı sonuçlar halk etsin. Allah’tan hidâyet, takvâ, âfiyet, emniyet, selâmet, itminân ve gönül huzuru dilerim.

Bilelim ki, فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “…Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf: 64)

Selâm ve dua ile.

106  PEYGAMBERİMİZİN ALLAH’A ŞİKÂYET EDECEĞİ KİMSELER!

Maalesef bugün dünya, sanki Kur’ân indirilmemiş, Allah insanlara bir Kitâb göndermemiş gibi yaşamaktadırlar!

Allah Rasûlü, Kur'ân'dan hicret edenlerden yani ondan ayrılıp ilişiği kesenlerden, onu hayatlarının çok gerilerinde bırakanlardan ve hayatlarından onu çıkartıp atan insanlardan davacı olacak, Kur'ân da davalıların aleyhinde şâhitlik yapacaktır!

وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ إِنَّ قَوْمِى اتَّخَذُوا هَذَا الْقُرْآنَ مَهْجُورًا

"Rasûl: 'Yâ Rabb, gerçekten benim kavmim bu Kur'ân'ı büsbütün terk etti' dedi." (Furkân: 30)

Rabbimiz, Âyette مَتْرُوكًا dememiş, مَهْجُورًا buyurmuştur.

İkisi arasında fark vardır. "Metrûk" (terk edilmiş) denilseydi, terk etmek; "ayrılmak" anlamına gelse de, bu ayrılışın bir dönüşü de olurdu. Ama "mehcûr" (hicret edilmiş) ifadesinde hicret, "bir yerden ve bir şeyden tamamen ayrılmak, uzaklaşmak ve geri dönmemek" anlamına gelir. Bu nedenle, meâllerde sadece "Yâ Rabbi, gerçekten benim kavmim bu Kur'ân'ı terk etti" diye anlam vermek yeterli olmaz; "büsbütün terk etti" denmesi daha doğrudur.

107  PRATİK BİLGİ:

ÂDETLİ KADININ ORUCA BAŞLAMASI HAKKINDA:

1- Âdetli kadın namaz kılamaz ve oruç tutamaz. Ramazan ayı ve bayram çıktıktan sonra âdet döneminde tutamadığı oruçları kazâ eder, kılamadığı namazları kazâ etmez. Namazların kazâ edilmemesi, İslâm'ın kolaylık yönüdür.

2- İkinci olarak da, âdetli kadın gusletmeden oruca niyet edebilir mi sorusu çok sorulur. Aslında bu sorunun cevabının ilk bölümünü birinci maddede verdik. O konu zaten Müslümanlarca bilinen bir husustur.

Ama her kadının bilmediği ve kafa karışıklığına neden olan bir husus vardır. O da, âdet döneminin sonuna gelmiş bir kadın, âdetinin kesilip kesilmediğinden tam emin olmadan, gusledip, oruca niyet edip, oruca başlayabilir mi meselesidir...

Bu meselede iki şeyin altını çizmek gerekir. Birincisi, âdetin bitmiş olmasıdır. Çünkü âdetli iken kadın ne namaz kılabilir ne de oruç tutabilir. İkincisi ise, imsâktan önce oruca niyet etmiş olmasıdır. Bu ikisi olduktan sonra kadın oruca başlayabilir. İmsâktan önce gusledecek vakit bulamasa bile orucu sahîhtir. İmsâktan sonra guslederek temizliğini tamamlamış olur.

İmsâktan sonra âdeti biten kadın o gün hiçbir şey yeyip içmemiş olsa bile, oruç tutmuş sayılmaz!

108  YORUM YORUM YORUM, KONUŞ KONUŞ KONUŞ!

Sosyal medya paylaşımlarının çoğunda hikmet ve güzel üslup yerine, nefret söylemi ve hamâsî nutuk var! Hikmet ehli her mü'min, -bu söylemlerde haklılık payı olsa bile-, hikmetten ve sağduyudan uzak olduğu için bunlardan rahatsız olur! Bugün Ashâb-ı Kirâm olsaydı, onlar da bu söylemlerden sakınır ve tasvîb etmezlerdi! Selîm akıl, sabır, anlayış, teennî olmadan hatta düşünmeden söylenen her sözde yanlışlar bulunur. Face'nin yorum bölümünün ve özel mesaj özelliğinin olması, bizim; sâhibu'l-kalem ve ibnu'l-kelâm yani yazı, yorum ve söz ehli olduğumuzu göstermez! İnsan iki düşünüp bir söylemeli, on düşünüp bir yazmalıdır! Yerli yerinde söz söyleyen ve yorum yapan insanlar bu zamanda o kadar azaldı ki! Bu görüntünün bir nedeni de, aklı başındaki kimselerin sessizlik ve atâletidir. Hikmetle, edeple ve usûlü dâiresinde nehy-i ani'l münker yerine, çoğu kere neme lazımcı hareket edenler sebebiyle fevka'l-âde rahatsız edici görüntülere şâhit olunmaktadır. Cür'etkâr ve konuşmadan duramayan insanlar da olur olmaz konuşur dururlar! Câhil kimse konuşmadan duramaz. Câhili cehâleti konuşturur; bilen kimseyi de ilmi susturur. Bilmeyen de zanneder ki, insanların çoğu hikmetten uzak ve boş lakırdıdan başka bir şey bilmez! Evet, böyle sanırlar ve belki birçok iyi insan hakkında bile olumsuz duygu beslerler ve ön yargılı hareket ederler. Oysa hikmetten uzak azınlık hep câhilî cür'etle sahnededir! Diğer neme lazımcı kısım ise nâhoş şeyleri kalben kabul etmese de, kavlen ve fiilen sessiz takılır. Hâlbuki sükûttan, önce ve evlâ olan güzel örnekliktir. Neticede diyebiliriz ki, elbette insanların içinde çok hayırlı, edepli, efendi, güzel ahlâklı, anlayışlı ve vicdanlı kimseler de vardır. İnşâAllah, insanlık ve insânî temiz fıtratla beraber de çoktur. Rabbim, mea'l-hidâyet bu kimselerin sayısını artırsın!

109  EBEVEYN EVLATLARINA HİZMET ETMEDEN HİZMET GÖREMEZ!

Erkek evlada “kendisine hizmet edilen erkek” anlamında “mahdûm” (مَخْدُومٌ), kız evlada “kendisine hizmet edilen kız” anlamında “mahdûme” (مَخْدُومَةٌ) ve ”kıymetli, değerli, şerefli” anlamında ‘kerîme’ (كَرِيمَةٌ) denir. Ebeveyn, evlatlarına bir anlamda hizmet edendir. Evlatlara hizmet etmeden onların hizmetini ve hayrını görmek mümkün değildir. Çocuklara hizmetlerin en hayırlısı, karınlarını doyurmaktan bile daha önemli olan şey, onlara iman ve İslâm’ı öğretip, güzel ahlâk ile terbiye ve te’dîb etmektir. Çocuklara Tevhîd ve İslâm ahlâkı öğretilmeden, onların hayrını görmek sadece bir hayal ve beklentidir. Zira kendine hayrı olmayanın, başkasına hayrı da olmaz. Son olarak söylemek gerekirse, kız evlat “kerîme” olduğu ve “kerîme” de “kıymetli” anlamına geldiği için, kız evlat ebeveyninin kıymetlisidir. Onun için ecdâdımız, kız çocuklarına, “kıymetlim!” diye hitap ederler ve bu hitap şekli ile de onlara nâmeler yazarlardı.

110  SENİN YERİN DE DOLAR BE KARDEŞİM!

Ben olmasam olmaz sanırsın,

Trip ve kaprislerin çekilsin istersin,

Bir şey yapsan iki şey beklersin,

Dokunmaya gelmez, çıtkırıldımsın.

İster bekle, ister kırıl, ama bil ki;

Sadece Allah’tan bekleyen,

Kırmayan ve kırılmayan nice yiğitle,

Senin yerin de dolar be kardeşim!

111  PRATİK BİLGİ:

KUSMAK ORUCU BOZAR MI?

Miktarı ne kadar olursa olsun, elinde olmadan kusmak orucu bozmaz. Kusma esnasında mideden ağza kadar yükselip, sonra mideye dönen şeyler de oruca zarar vermez. Kişinin kendi isteğiyle ağız dolusu kusması durumunda ise oruç bozulur; kazâ gerekir.

Peygamberimiz buyurdu:

مَنْ ذَرَعَهُ الْقَىْءُ فَلَيْسَ عَلَيْهِ قَضَاءٌ وَمَنِ اسْتَقَاءَ عَمْدًا فَلْيَقْضِ

“Oruçlu iken kendine hâkim olamayarak kusan kimseye kazâ gerekmez. Ama bile bile isteyerek kusan kimse, (orucunu) kazâ etsin.” (Tirmizî, 720; İbn-i Mâce, 1676; Ebû Dâvûd, 2380)

Kustuğu için orucu bozuldu sanıp yiyip içmeye devam eden kimseye ise keffâret değil, sadece kazâ gerekir.

NOT: İmam Ebû Yûsuf’a göre, ağza kadar yükselip mideye dönen kusmuk ağız dolusu olursa, orucu bozar. İmam Muhammed’e göre ise, azlığı-çokluğu önemli değildir. Eğer kendiliğinden mideye giderse, orucu bozmaz ama oruçlu kişi kendisi yutarsa bozar. Ayrıca Ramazan’da bile bile yemek yemeyi isteyerek kusan kişiye, bazı âlimlere göre sadece kazâ gerekse de, bu hususta ittifâk yoktur. Kimi âlimlere göre ise, hem kazâ hem de keffâret gerekir. Çünkü burada bir kasıt vardır. Kasten yiyip içmek de hem kazâ hem de keffâret gerektirir.

112  TERÂVÎH'İN REK'AT SAYISI VE UHUVVET!

Bu Ramazan'da terâvîh namazının rek'at sayısı hakkında yazı yazmayacağım. Merak edenler, Selef'in, Halef'in, dört mezhebin ve mutlak müctehidlerin mesele üzerindeki fetvâlarını okuyabilirler.

Her Müslümana farz olan, imanın kemâline ve doğrudan cennete girmeye vesîle olan uhuvvet (kardeşlik) konusunda bu kadar yaygın atâletler, ihmâlkârlıklar ve vefâsızlıklar varken; bazı Müslümanların kaç rek'at terâvîh namazı kıldığı uhuvvet adına iman ehlini -inanın- pek ilgilendirmiyor.

Adam, kardeşliğin hukukunu gözetmesin, sonra her gece teheccüde kalksın. Hatta Mâlikî mezhebine uyarak 36 rek'at terâvîh kılsın! Yahut da muhakkık âlimlerin dediği gibi, önemli olan kıyâmın ve kırâatin uzun olmasıdır anlayışıyla ister daha da artırsın, isterse de kırâati uzatıp rek'at sayısını azaltsın! İnsan sormaz mı, kardeşlik bunun neresinde? Sen, sana farz olanı terk ederek, bu duyarsızlığınla nasıl Allah'a yaklaşacaksın? Birkaç rek'at fazla namaz kılmakla ve amelsiz 'çok şükür! demekle mi?

Hem de her rek'atte "iyyâke na'budu ve iyyâke nesteîn" derken, kardeşliğe ve vahdete vurgu yaptığının şuurunda olmadan! Bilelim ki, şuurla kılınan namaz insanın hayatını düzenler, ıslâh eder, insanın iç ve dış âlemini vahiyle formatlar. Vesselâm!

113  "EFRÂDINI CÂMİ', AĞYÂRINI MÂNİ'" (جامع أفراده ومانع أغياره) NE DEMEKTİR?

Bir kavramı açıklarken, o kavramla ilgili bütün özellikleri zikredip, o kavramla ilgisi olmayan hususları dışarıda bırakmaktır. Yani ne eksik ne fazla!

Bu tabir, Mantık ilminde tarifin tarifidir, tanımın tanımıdır. Bu tanıma uygun bir tanımlama olmadığında, yapılan şey ta'rîf değil, tahrîf olur!

114  DİNDE İHLÂS ESASTIR!

Bir kimse tasavvufu övmek için bugün kitap yazsın, yarın çıkıyor! Demek ki yanlış-doğru adamlar çalışıyor! Ama Allah'ın sıfatlarını, İslâm'ı, Tevhîd'i, hakkı, hak dini, şirki, küfrü, tâğûtu, câhiliyyeyi, bid'ati, hurâfeyi bilumûm önemli câmi' kavramları içeren ilmî eser yazılsın; kaderine teslim! Sonra da oturduğun yerden Ğulât-ı Sûfiyye'yi ve bid'at fırkalarının ğulâtlarını eleştir dur! Sen, Allah'ın dinine yardım etmeden sadece konuşmakla ve eleştirmekle veya nefsini, egonu pohpohlamakla hakkı anca ihkâk edersin!.. Hak yücedir de, sen o yüceliğin neresindesin?!

Adamın bir konuşmasını dinliyorum, adam dediğime bakmayın, yirmi yaşına kadar İHL'den hocamızdı. Diyor ki: "Tasavvufta Üç Temek Kavram - Râbıta, Tevessül ve Vahdet-i Vücud- adıyla bir kitap yazacağım...." Program sunucusu da merakla beklediklerini söylüyor... Diğer konuşmasını dinliyorum. "Râbıta-i Şerîfe, Tevessül ve Vahdet-i Vücud hakkındaki kitabım çıktı" diyor. Râbıta-i Şerîfeymiş, Vahdet-i Vücudmuş! FesübhânAllah! Peki, sen inandığın değerler için hangi çalışmayı ve fedâkârlığı yapabiliyorsun? Bilelim ki, hak yücedir; nefsîlik, kibir, hased, ego ve bencillikle birlikte Allah'ın dinine yardım olmaz! Önce ihlâs ve samimiyet!

115  HAYR OLA!

Apartmanınızdaki, sokağınızdaki, mahallenizdeki, köyünüzdeki ve şehrinizdeki Müslüman kardeşlerinizi ve mazlûm fukarâyı gözetin! Gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu unutmayın. Yarım hurmayla da olsa, kendinizi ateşten korumaya bakın!

Bil ki, çoğu zaman, senin cömert olmasını beklediğin kimseler senin kadar zengin olmayabilirler. Zira hayır ehli olmak ve iyiliklere liyâkat, mal çokluğuyla değil, gönül zenginliği ve takvâ iledir. Nice malı az olanlar, malı çok olanları hayırlarda geçmiştir. Malı çok olan Ebû Bekr gibi zenginler ise ümmete hayırlılıkta önder ve örnek olmuşlardır. Müslüman, güzel örneklere gıpta etmeli ve onlar gibi olmaya çalışmalıdır!

Bilinmeli ki, herkes her hayra muvaffak olamaz! Hayır ve faziletlere ancak nasibi olanlar nâil olabilirler.

Hayır ehli, sağına soluna bakmadan, "acaba kim yapacak?" demeden, "ben varım!" deyip, hayra adım atabilen, hayırlarda yarışan ve yardımlaşan kimsedir.

İyilik ve infâktan on kere bahsetmektense, bir kez yapmak daha evlâdır.

Yapmadığımız şeyleri söylemenin de, söylediğimiz şeyleri yapmamanın da, söylememiz gerekenleri söylememenin de, yapmamanın da vebâli vardır! Allah'tan afv-ü âfiyet dileriz.

116  ĞULÂT-I SÛFİYYE’NİN EDEBİ!

Ğulât-ı Sûfiyye'den bazı zevât, zaman zaman veya çoğu zaman edeb ve ahlâk sınırlarını aşarak yaptıkları tartışmalarını savunmak adına, "bazen gerektiğinde ileri geri konuşana ağzının payını vereceksin" diyorlar. Nedense, muvahhidlerden başka hiç kimseye ağızlarının payını verdiklerini hiç göremedik! Müstekbirliğin, gurur ve kibrin farkında mısınız? Onların ileri geri konuşmaktan kasıtları, kendilerinin şirki terk edip hâlis Tevhîd'e davet edilmeleridir! Saf ve hâlis Tevhîd'i duymaya bile tahammülleri yok! İsterse teblîğci bütün sözlerini Âyetlerle delillendirsin! Sizin inancınızda Âyetlerin de mi bir hatırı yok! Onlara hürmetiniz bari gerçekleri dinlemenize sebep olsaydı ya! 

İleri geri konuşmaymış! Yani buymuş, ileri geri konuşma! Bu minvâldeki "ileri geri" tabirine bile kalben, ihlâs ve sıdk ile Kelime-i Şehâdet gerekir! SübhânAllah! Buymuş, onların dengelerini bozup edepsizleşmelerine sebep olan konuşma! 

"Edeb, nefis terbiyesi" lafları hep bir yalandan ibâret! Kendilerinden olmayanlara karşı zırnık edepleri yok! Tabii ki menfaat ve çıkarları olmadığı sürece! Hangi muvahhid Müslüman onlara "Tevhîd" dese, onlar "tefrît" diye bağırmaya devam ediyorlar! Hem de tartışmasını bilmeden, rezil rüsva olarak! 

Devam edin, Allah es-Sabûr'dur. Fakat bilin ki; "Şüphesiz Rabbinin azapla yakalaması çok şiddetlidir." (Burûc: 12) Belki hidâyetlere, belki de en azından edeplenmelere vesîle olması dileğiyle. Vesselâm.

117  HİDÂYET:

Tevhîdî mevzularda; “bu kadar insanlar bu meseleyi anlamamış da, dağdaki çoban mı anlamış?” veya “birkaç kişi mi anlamış?” yahut da “bu kadar hocaefendiler bilmiyor da, sen mi biliyorsun?” diyen kimseler ya Allah’ın el-Hâdî olduğuna iman etmiyorlar ya da hidâyetin Allah’tan olduğunu ve O’nun, hidâyete erecekleri de ermeyecekleri de çok iyi bildiğini; müşriklerde ise akıl olsa da, akl-ı selîm’in, hidâyetin, sahîh fıkhın, furkân ve basîretin bulunmadığını, bu sebeple hak ile bâtılı karıştırdıklarını, dolayısıyla da mü’minlere göre güneşten daha açık olan meselelerin o kimselere zifiri karanlık gibi olduğunu anlayamıyorlar! Allah bu kimselere hidâyet versin. Bizim de hidâyetimizi artırsın. Hidâyet ne büyük nimet!

118  İNFÂK!

İnfâkta üç şeyi önemsiyorum:

1- İnfâkı -takvâ, ihlâs, fazilet ve muhtaçlık bakımından- en uygun kişiye vermek.

2- İmkân varsa, bizzat vermek. En güzeli budur. Bu davranış kalpleri de te'lîf eder. Bu şekildeki infâktan inşâAllah sıla-i rahim sevabı da hâsıl olur.

3- Bir aracıyla gönderiyorsak; herkesten/en yakınımızdan bile gizlememiz hatta kendi adımızın bile söylenmesini istemememiz, "bir Müslüman" denmesiyle yetinilmesini öğütlememiz. Aracı olan kimsenin de, kendisi veriyormuş izlenimi oluşturmasını kerîh görüyorum; "bir Müslümanın infâkıdır" demesini güzel buluyorum.

Toplumda gerçekten çok gevşek ve yanlış davranılan bir konuda Allah rızâsı için genel maslahatı gözeterek hayır ve fazilet olduğuna inandığım birkaç noktayı özetledim.

Rabbim, hepimize ihlâs ve takvâ lütfetsin.

119  YİĞİTLİK!

İlim öğrenmek yiğitliktir

İlimle amel etmek yiğitliktir.

İlim öğretmek yiğitliktir.

İlmi teblîğ etmek yiğitliktir.

İlme vefâ gösterip hakkı savunmak yiğitliktir.

İlim ehlini sevmek yiğitliktir.

İlmin gerektirdiği istikâmette i'tikâden, amelen, ahlâken, usûlen ve menhecen müstekîm olmak yiğitliktir.

Ama birkaç harf ve birkaç kelime öğrenip de gurur ve kibirle kasılmak; ilim öğrenmemek, amel etmemek, öğretmemek, teblîğ etmemek, ilme ve âlimlere vefâlı olmamak ve ilmin gereği olarak hakkı müdâfaa etmemek hükmen cehâlettir, âcizliktir, gaflettir belki dalâlettir!

120  SELEF’İN EDEBİ!

Selef-i Sâlihîn (sahâbenin, tâbiîn'in ve tebe-i tâbiîn'in sâlihleri) bir münâzara ve cedel esnâsında bile olsalar; kendilerine bir konuda muhâlefet eden kimse bir Hadîs söylediğinde, صَدَقَ رَسُولُ اللّٰهِ “Rasûlullah doğru söyledi” deyip, o Hadîs'i okuyan -kendisiyle tartıştıkları- Müslümana اللّٰهُ يَرْحَمُكَ “Allah sana rahmet etsin” diye dua ederlerdi. Onların susmaları da konuşmaları da münâzaraları da cedelleri de bir edeb dâiresindeydi ve ancak Allah içindi.

121  BİLİRSİN...

Sende kibir yoksa, kibirliyi bilirsin.

Haset yoksa, hasetçiyi bilirsin.

Gösteriş yoksa, riyâkârı bilirsin.

Cimrilik yoksa, cimriyi bilirsin.

İfrât yoksa, ifrâtçıyı bilirsin.

Tefrît yoksa, tefrîtçiyi bilirsin.

Cehâlet yoksa, câhili bilirsin.

Taassup yoksa, mutaassıbı bilirsin.

Bilirsin; çünkü sana benzemezler.

Bilirsin; çünkü ihlâs ve takvâ kişiye firâset ve basîret kazandırır.

122  ŞÎRÂZE KELİMESİNİN ANLAMI NEDİR?

Şîrâze (شيرازه), Farsça bir kelimedir.

Hakikat ve mecâz olarak başlıca üç anlamı vardır.

1) Ciltçilikte kitap ciltlerinin iki ucunda bulunan, kitabın yapraklarını düz tutan ibrişimden (ipek iplikten) örülmüş ince şerit.

2) Pehlivan kispetinin parçası.

3) Düzen, nizâm, esas (mecâz).

Ayrıca bu kelimeden oluşturulan "şirâzeden çıkmak" deyimi vardır.

Çocukluğumuzda “beni şîrâzeden çıkarma” ya da “adamı şîrâzeden çıkardı” gibi kullanımlarını çokça duyardık…

Bu deyimin hakikat ve mecâz olarak iki farklı anlamı bulunmaktadır.

1) Kitabın sırt bölümünde bulunan dikişin bozulması sebebiyle sayfaların dağılması.

2) Akıl dengesini kaybetmek (mecâz). Şîrâzesi bozuk (sıfat).

123  ÖĞÜT VER!

Öğüt ver! Söylediğine fayda vermezse, yanındakine fayda verir. Duyana fayda vermezse, duyurulana fayda verir. Yakınındakine fayda vermezse, uzaktakine fayda verir. Hiçbirine fayda vermezse, sana fayda verir.

Rabbimiz Teâlâ buyurdu:

فَذَكِّرْ إِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰى

“O halde eğer öğüt fayda verirse, öğüt ver.” (A’lâ: 9)

وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

“Öğüt ver; çünkü öğüt mü’minlere fayda verir.” (Zâriyât: 55)

124  UZAK DURUN!

1- Müslümanları tekfîr eden tekfîrcilerden,

2- Küfre küfür, kâfire kâfir demeyen Ğulât-ı Mürcie'den,

3- Polemik, tartışma, sansasyon, provokasyon ve yaygara sevenlerden,

4- Aşırı övgücülerden,

5- Aşırı sövgücü, yergici, kınayıcı, aşağılayıcı ve lânetçilerden,

6- Akl-ı selîm olmayan, hikmetsiz, basîretsiz ve temyîzsiz hamâkat ehli arkadaşlardan,

7- Mutaassıp, önyargılı, anlayışsız, alıcıları kapalı ve nasihat dinlemeyen, dinlese de kendine göre eğip büken kimselerden,

8- Şöhret, itibar, makam ve liderlik peşinde koşanlardan,

9- Karakteri problemli olan ve istikrârsız bir yaşam eğrisi izleyen, sürekli fikir değiştiren, zaman geçtikçe devamlı sûrette geçmişteki kendini, kendi sözlerini ve yaptıklarını yalanlayan, gelecekte de şimdiki hâllerini yalanlayacak olanlardan,

10- İnsanları tanımadan haklarında sû-i zan eden, ileri geri konuşan, iftirâ eden, fitnecilik yapan, peynir-ekmek yer gibi yalan söyleyen ve sözlerinden ve yaptıklarından dolayı Allah'a hesap vermekten korkmayan ve kul hakkından endişe etmeyen kimselerden... Evet, bu ve benzerlerinden uzak durun!...

125  KARA SABANLA TARLA SÜRMEK!

İman edip de mü'minlerle fiilen kardeş olamayan, kardeşliğin hukûkunu gözetmeyen her bir kimse, ekim dikim yapmak için tarlasını tek başına kara sabanla -ter ve bitkinlik içinde- süren, sürmeye çalışan kimse gibidir!

Bu kimse ve bunun gibiler, tarlanın kenarında, serin bir ağaç gölgesinde birkaç kişiyle mola esnasında çay içip piknik yapmasını, muhabbet edip gülüşmesini belki o esnada ufak tefek aktiviteler yapılmasını kardeşlik sanır/lar! Oysa iş, sorumluluk ve vefâ vakti geldiğinde o kimseler gidecek ve yine tek başına kalacaktır! Hem de gidenler kadar yalnız! Bir dahaki çay, çorba ve muhabbet sohbetlerinde iyi gün dostlarıyla buluşana kadar!

126  Kıyâmet gününde Allah Azze ve Celle, kâfirlere öyle bir gazap edecektir ki, ne ondan önce ne de ondan sonra Yüce Allah öyle gazap etmiştir! Kıyâmetin o dehşetini gördüklerinde, insanların korkunç hallerine şâhid olduklarında Allah'ın peygamberleri bile نَفْسِى نَفْسِى "nefsim, nefsim" ve اللّٰهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ "Allah'ım, bana selâmet ver, selâmet ver" diyeceklerdir. Peygamberimiz ise أُمَّتِى أُمَّتِى "ümmetim, ümmetim" diyecektir. Allah'ın peygamberlerini bile bu hâle düşüren bir günden insan nasıl korkmaz?!

127  HER BAŞARILI ERKEĞİN ARKASINDA BİR KADIN VARDIR!

Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır; o kadın da anadır. Ana, küçüklüğünden itibaren verdiği terbiyelerle ve hiçbir zaman üzerinden eksik etmediği dualarıyla evladının başarı yolunu açar. Başarıda birçok faktörler vardır. En önemlisi, ana ve aile terbiyesidir. Özellikle analar, sâniyen de babalar, aman ha, çocuklarınızı ihmâl etmeyin. Karı ve koca olarak çocukları kendinize benzetmeye ve uydurmaya da çalışmayın. Onlara Nebevî ahlâk istikâmetinde iman, İslâm ve takvâyı öğretin... Rabbim analarımıza hidâyet, selâmet ve afiyet versin; bizi ve onları cennetlik eyleyip, hepimizi cennette buluştursun.

128  OKU!

Arkadaşlar!

İslâm'ın ilk emri "Oku!" İlâhî fermânıdır. Çağımızda okuma oranı çok düşük! Okuyan kesimde de usûlsüz ve önyargılı okuma biçimleri yaygın!

Bilelim ki, okumadan, düşünülmez, anlaşılmaz, konuşulmaz, yapılmaz, tartışılmaz, sahîh bir bilgiye ve sağlıklı bir kanâate sahip olunmaz, faydalı bir amel veya eser ortaya konulamaz!

Okumayan anlamaz, okumayan görmez, okumayan bilmez, okumayan duymaz! Sağır duymaz, uydurur; bilmeyenin nefsince yakıştırdığı gibi!

O halde, Alak Sûresinin nâzil olan ilk Âyetleri üzerinde tefekkür edelim ve mûcibince amel edelim.

Aksi takdîrde -Allah korusun- câhil kalırız; anlayışımız kıt, ufkumuz dar, bakış açımız sınırlı ve fikirlerimiz zan, hevâ ve hevesle ma'lûl (illetli, hasta) olmaktan kurtulamaz!

İnsanın cehâletten büyük düşmanı olmaz! İnsanın kendine yapıp ettiğini kimse yapamaz/edemez! Kendimiz için bir iyilik yapalım ve yaratan Rabbimiz adına, Rabbimizden gelenleri, Rabbimizin buyruklarına ve rızâsına uygun şekilde okuyalım. Vesselâm!

129  GERÇEK DOST KİMDİR?

Gerçek dost; kardeşindeki sâlih ve hayırlı amelleri ve gayretleri gören, takdir eden, teşvik eden, gıpta eden ve yardım eden, yanlışlarını ise bir ana, bir baba şefkâtiyle incitmeden ve kırmadan, rahmet, hikmet ve güzellikle düzeltmeye çalışan, düzeltme esnasında asla nefsine uymayan, ayrıca kardeşini iyi tanıyıp, onun hakkında patavatsız ve boşboğaz insanlarca söylenebilecek "şöyle demiş, böyle yapmış" gibi kötü söz, gıybet, sû-i zan ve iftirâ gibi çirkinlikler karşısında kardeşinin izzet ve şerefini koruyup, "ne kadar kötü bir söz söylediniz; o böyle demez! Ben Allah için onun hakkında hayır bilirim ama maalesef ki şu an hayırlı sözler duymuyorum!" diyerek, yiğitliğini, şecâatini, rüşdünü, dirâyetini, takvâ ve vefâsını ortaya koyabilen insandır.

Böyle bir dostunuz varsa, hasedi ve fesâdı bir tarafa atıp ıslâh olun, hayırlara koşun ve kardeşliğin değerini bilin! Yoksa mahrûmiyetle cezalandırılırsınız! Güzelliklerin ve güzel insanların değerini bilemiyorsanız da, zorlamanın ve nefsânî ısrârın bir anlamı yoktur. Allah'ın fazlı ve lütfu lâyık ve nasipli olanlara ulaşır! Ama mutlaka ulaşır. Yeter ki biz hayra ve fazilete tâlib olalım; hayra ve kısmete sırt dönmeyelim! Allah'tan âfiyet dileriz.

130  Âhireti arkalarına atıp dünyanın peşine takılanlar, kazandıkça kazanabilirler, tezgâhlara ve dükkânlara sığmayabilirler yeni yerlere geçebilirler, dünyalıkları dolup taşabilir hatta bir yerden bir yere taşınmak için -iyi gün dostlarının da katılımıyla- konvoy ve kâfileler hâlinde yola revân olabilirler, paralarını koyacak yer bulamayabilirler, en sağlam, en ağır ve en büyük çelik kasalar edinebilirler ama bir gün gelir, ölüm meleği o kimselere de uğrar ve yaşamları boyunca peşinden koşup da biriktirdikleri bütün mallarını ve paralarını, hırsla parçalayıp taksîm edip bir an önce yemek için sabırsızlanan mirasçılarına bırakıp bu dünyadan -varsa sadece sahîh imanları ve sâlih amelleriyle birlikte- göçer giderler. Hem de yanlarına bir çöp bile al(a)madan!

Yeryüzündeki dünyalıkları, malları ve hazineleri bir yerden başka bir yere kendi nâm-ı hesabına taşıyıp biriktirip de, bu hırs ve koşuşturma esnasında kulluktan ve âhiretten gâfil olarak yaşayıp ölen kim yaptıklarından pişman olmamış ki?!

131  En az bin yıllık bir geçmişi olan eski Anadolu örfünde İslâm terbiyesinden kaynaklanan bir incelik vardı. Bu incelik; yaşça kendisinin büyük olmasına bakmadan genç kızların erkeklere "abi" diye hitap etmeleri, orta yaşlı kadınların ise "oğlum, evladım, yavrum, kuzum" gibi hitaplar kullanmalarıdır. Bu inceliğin nedeni, şeytanın kalplere bir fesat düşürmemesi, bacılarımıza şefkât duygularının, analarımıza da saygı ve hürmet duygularının canlı tutulması ve böylece şehvet belâsının önüne geçilmesidir. Allah için duyarlı ve sorumlu insanlar hep kazanırlar... Durum bu. Fakat annemin bir ziyâretimiz esnasında bir arkadaşıma "abi" diye hitap etmesi şaşırttı beni. :) Normalde annem "oğlum, kuzum" gibi ifadeler kullanır. Demek ki o arkadaş "abi" denebilecek bir görüntüye sahipti. :) Analarımızın ve bacılarımızın yaşa bakmaksızın ve nefis yapmaksızın saygı ve edep çerçevesindeki bu çok titiz davranışları gerçekten takdire şâyândı. Feminizm, Hümanizm ve Modernizm çıktı; yiğitlik, hanımefendilik ve beyefendilik bozuldu. Rabbimiz, bize ve yeni nesillere, ancak kendisine iman ve teslimiyet üzere istikâmet versin. Bizi ve soylarımızı şeytan ve dostlarının şerrinden korusun.

132  Yaşama ve geleceğe ait kafandaki bütün düşüncelerini çıkarıp masanın üzerine koy. Yarın veya hafta sonu kıyâmet kopacak olsa, o düşünceler ve hedefler kıyâmet ve sonrasında sana fayda sağlayacak şeyler ise, onları tekrar kafana koy. Eğer kıyâmetten sonra sana hiçbir şekilde fayda sağlamayacak, aksine zarar verecek şeyler ise, onları çöplüğe at! Hem de çöplüğün en derin yerine at ki, gören biri onları bir şey sanıp almasın!

133  BOĞAZLAR SORUNU!

1- İnsanlar vardır, yemeğe hiç doymazlar, akılları fikirleri yemektedir. Âdeta akılları midelerine bağlıdır...

2- İnsanlar vardır, neredeyse hiç yemek yemezler, azla yetinirler, yemek peşinde koşmazlar. Acıktıklarında bu kimselerin doymaları çok kolay ve zahmetsizdir. Bir süre yemek yememeyi, yemeğin gecikmesini sorun etmezler. Gidip geldikleri yerlerde mütemâdiyen yemeği söz konusu eden kimseler de olmazlar...

3- İnsanlar vardır, önlerine üç beş çeşit yemek konulsa bile, kendilerine yakın olan yemekten veya yemeklerden yerler. Sofrada ulaşamadıkları yemeklere hiç uzanmazlar...

4- İnsanlar da vardır, kaliteli, lüks, pahalı ve leziz yemekler peşinde koşarlar. Bu kimseler ikrâm edilen veya önlerine konulan her yemeği yemezler, beğenmezler, hemen her yemekte kusur bulurlar. Armudun sapı, üzümün çöpü derler. Her yerde yemek istedikleri, yiyeceklerin efendisi olan ette bile kusur bulurlar. O et iyi pişmemiş, öteki çok pişmiş, beriki yağlı olmuş, diğeri yağsız olmuş!..

Aç iken okuyup nefis muhâsebesi yapılmalıdır. Siz hangisisiniz? Veya hangisine yakınsınız?

Rabbimiz, bizleri açgözlü, bencil ve muhteris kimselerden eylemesin; takvâ ve kanâat ehlinden eylesin.

134  HASET VE GIPTA:

Hasetçi, kazanmak için çalışmaz. Çalışıp kazananın elindekilere göz diker, gözlerini belertir. O kimsenin elindeki şeylerin kendisinin olmasını ister. O şeylere, -o kimsenin değil de- kendisinin lâyık olduğunu düşünür. Onlara kendisi sahip olamayacaksa da, hiç değilse o kimsedeki şeylerin yok olmasını ister. Hasetçinin hasedi işte budur!

Haset, kıskançlık ve çekememezliktir. Eskilerin tabiriyle haset, günülemek demektir.

Hasetçinin amelinde iki yön vardır:

1- Ya haset ettiği kimsenin sahip olduğu maddî veya mânevî imkânların kendisine intikâl etmesini, kendisinde olmasını hırsla istemesi,

2- Ya da kıskandığı kimsenin o imkânlardan mahrûm kalmasını temenni etmesidir!

Bir kimsede bu ikisinden biri var ise, onda hasetçilik var demektir!

Gıpta, hasetten farklıdır. Gıpta imrenmek demektir. Gıpta eden kimse, maddî veya mânevî imkânları/zenginlikleri olan kimseye asla çekememezlik etmez, sadece ona imrenir. Ondaki imkânların onda kalmasını, ona mübârek olmasını, Yüce Allah'ın bir benzerini de kendisine vermesini diler.

Hadîste geçtiği gibi şu iki kişiye gıpta edilir. Allah'ın kendisine ilim verip de o ilimle amel eden, onu insanlara öğreten ve onunla hükmeden kimse ile Allah'ın kendisine mal verip de o malı bütün hayır yollarında tasadduk edip Allah yolunda harcayan kimsedir. İşte bu iki kimseye gıpta edilir.

Haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım/sığınırız. (Oku: Felak: 5)

135  Kızdır, kızınca, "kızdı" de!

Patavatsızca söz söyle, cevap verilince, zoruna gitsin!

Kızmasın ve zoruna gitmesin istiyorsan; hevâdan konuşma, kızdırma ve patavatsızlık etme!

Meşrû şekilde kızmak değil, gayrimeşrû şekilde kızdırmak ve rahatsız etmek günahtır! Kızmak, -Kur'ân ve Sünnet'in de delâletiyle- insânî ve fıtrî bir vasıftır. Önemli olan, ne için kızıldığıdır. Allah için mi yoksa nefis için mi?!

İnsan robot değildir. Kızar da sever de sevinir de sevindirir de üzülür de! Ama kâmil mü'min üzmez, patavatsızlık etmez, kalp kırmaz, kaş yapayım derken, göz çıkarmaz. En azından, bunları yapmamalıdır. Nefsi, kendini günaha sürüklerse de hemen oracıkta hatasını anlayıp pişman olmalı ve tevbe-istiğfâr etmelidir. Kalp kırdığında ise vicdan azâbı çekmeli ve helâlleşmelidir. Hayırlı Müslümana yakışan budur!

136  Yeni insanlarla tanışmaya değil, yıllardır tanıdığınız kimselere karşı vefâlı olmaya ve onlara karşı sorumluluklarınızı îfâ etmeye istekli olun! Yeni insan tanımak sorumluluk demektir, sorumlulukların artması demektir. Akıllı mü'min odur ki, Allah'ın dediğine, dileğine ve takdîrine teslim olmakla beraber, sorumluluklarını îfâ etmekle meşgul olur; sorumluluklarını artırmakla veya sorumluluklarından kaçmakla değil!

137  Genel nasihat yüksek bir yerden bir şehri temâşâ etmek/ettirmek gibidir. Özel nasihat ise, o şehrin içine girip, sokak sokak orayı gezmektir/gezdirmektir. Herkes kapasitesi ve anlayışı oranında ibret alır, ders çıkarır.

138  CİNSİYETSİZLİĞİN, NÖTR CİNSİYETİN ARTMASI:

Bugün dünyadaki popüler konulardan biri, cinsiyetsiz nesillerin yetişmesi, ne kız ne erkek üçüncü cinsiyet. Bununla ilgili Netflix yüzlerce film ve dizi yayınlıyor, özendiriyor. Amerika’da bazı ünlüler yeni doğan bebeklerinin cinsiyetini söylemiyor, “ergenliğe gelince kendi seçecek” diyorlar. Kız, erkek ya da cinsiyetsiz. Böylelikle cinsiyet bitecek, evlenme bitecek, üreme bitecek ve kusurlu insandan kurtulup kusursuz yapay zekâ robotlara zemin hazırlanacak! Bugün instagram filtreleri arasında bir sürü LGBT sembolü vardır. Bunlardan birisi kırmızı ayakkabı giymiş zenci bir erkek ve yanında “queer” yazıyor. Queer, kız ya da erkek olmayan cinsiyet ve cinsel yönelimlerin hepsini içine alan bir kavram. Bu kavramlar herkese öğretiliyor ve normalleştiriliyor. Türkiye, instagram kullanımı 40 milyon kullanıcı ile nüfus penetrasyonunda dünyada 2. sırada yer alıyor. Buna alışmamız ve kanıksamamız bekleniyor, çocuklar maalesef bu anlamda risk grubundalar. İzlanda gibi bazı Batı ülkelerinde kızı kız gibi erkeği erkek gibi yetiştirmek “cinsiyet baskısı” suçu olarak görülüyor. Dünya gözümüzün önünde sürüm değiştiriyor… (Dijitalizm, Said Ercan, Motto, 2020, 4. Baskı, S: 190, 191)

139  KADER İNKÂRCILIĞI!

İman bölünme, parçalanma kabul etmez. Yani "şuna inanırız, buna inanmayız" denilemez! İslâm da akîde de bir bütündür. "Allah esmâ ve sıfatlarında alîmdir ama kader konusunda alîm değildir" denilemez! Bu akıllara ve kalplere ziyân bir sözdür! Allah'ı mutlak anlamda el-Alîm kabul etmeden asla iman gerçekleşmez. Hangi konuda olursa olsun, Allah'a noksanlık izâfe eden kimse bir lahza bile İslâm dâiresinde kalamaz! Aman ha, ilim ve hikmetten yoksun, akılcı, kelâmcı, felsefeci ve zancı kimselere değil; lafları getirip götürmeden, laf ebeliği yapmadan, din adına ahkâm kesmeden, Kur'ân ve Sünnet'in güneşten daha parlak ve apaçık olan muhkem Nasslarına ve müctehid ulemâya ve on dört asırdır Ehl-i Sünnet'in üzerinde bulunduğu akîde, menhec ve yola uyunuz!

Bilelim ki, İslâm akîdesi hakkında ilimsiz, mesnetsiz ve hamâsî nutuk ve zanlardan oluşan polemiklere ve fitnelere giren kimselerin bir kısmı veya bir çoğu dalâlette kalır!

İnternet çağındayken, müctehid ulemânın her ilmî dala ait temel eserleri metin, şerh, hâşiye, tashîh, tahkîk ve ta'lîkleriyle elimizin altındayken, okuma yazma bilmeyen çocuklar gibi sun'î gündemler oluşturup, -eğer okunup araştırılsa, sorulup öğrenilse, söylenildiğinde hakka teslim olunsa- hiçbir mesele ve sorun olmayan hususlarda bilgisizce, zanna ve kişisel anlayış ve görüşlere dayanarak polemik ve gündemler oluşturulması oldukça mânidârdır!

140  ALLAH İÇİN NASİHAT ÖNCE NEFSEDİR!

Nasihat önce nefsedir, sonra dinleyenedir, daha sonra da dinleyenin ulaştırdığı kimseyedir.

Bir misâl verelim. İnfâktan bahsedip "infâk edin" deyip de kendisi infâk etmeyen, cimri ve eli sıkı olmasıyla bilinen bir kimsenin -belki kendisine yontmak adına cümleler sarf ettiği- nutkuna rast gelirseniz, o kimsenin yanında boşuna zaman kaybetmeyin, vakûr şekilde kalkıp gidin, Âyet okuyun, Hadîs okuyun, Allah'ı zikredin, tefekkür edin, tevbe-istiğfâr edin, eşinizi dostunuzu ziyâret edin,  infâk edin, hediye verin, bir kardeşinizin yüzüne tebessüm edin, güzel söz söyleyin, Allah için ihlâs ve ihtisâb ile iyilikler edin. Hayır olan budur! Hayır takvâdır, ihlâstır, samimiyettir, fedâkârlıktır ve ferâgattir.

Akl-ı selîm mü'min firâsetlidir, saf, akılsız, câhil ve mütemâdiyen kandırılabilir bir insan değildir. Mü'min, iman, takvâ ve basîret üzere hareket eder, kendi hayrına ölüm ötesi için sâlih ameller işler, boş ve bâtıl işlere dalanlarla birlikte dalmaz, nefis ve hevâ ehliyle vakit kaybetmez.

Velhâsıl, bir kimsenin samimiyeti, söylediği sözleriyle amelinin uygun olup olmadığından ve dünya malıyla münâsebetinde takvâlı ve zâhid davranıp davranmadığından anlaşılır!

141  ALIŞIN, ÖĞRENİN!

Gençler ve olgunlaşmamış yetişkinler!

Gideceğiniz, geleceğiniz yerlere eli boş gitmeyin, ikrâm etmeyi, infâk etmeyi, hediye vermeyi, çam sakızı çoban armağanı gönül almayı bilin. Kalbinizi ve elinizi buna alıştırın. İyilik ehli olun. İyilik yapamadan duramayın. Verdiğinizi de asla gözünüzde büyütmeyin, kimseye söylemeyin, gösteriş yapmayın. Bilakis iç âleminizde az verdim diye üzülün, daha hayırlısını yapmaya azmedin! Sadece görüştüğümüz, yanımızdaki ve yakınımızdaki insanlar, hayvanlar ve bitkiler değil, uçan kuş bile bizden yararlansın, fayda görsün. Dedelerimizin dediği gibi, bir yere giderken "gelecek var mı?" deyin, giderken de "gidecek var mı?" deyin. Kısaca "gelecek, gidecek bir şey var mı?" demeyi öğrenin. Kendinizi hep almaya değil, asıl olarak vermeye, ikrâm ve iyilik etmeye alıştırın! Yoksa siz farkına varmasanız da, zâhirî görüntünüzde odun gibi yaşarsınız!.. Dost acı söylesin ki, dostluk kazansın. Vesselâm.

142  "FALAN SENİN HAKKINDA ŞÖYLE DEDİ" DEMEYİN!

Hiç kimse, aleyhinde konuşulmasından hoşlanmaz. Onun için biri birinin aleyhinde konuşur da siz buna şâhid olursanız, o sözleri, hakkında konuşulup gıybeti edilen kişiye yetiştirmeyin! Şuna emin olun ki, sizin laf taşımanızın kimseye bir faydası olmaz! Aksine fitne sebebi olur, kalpler soğur ve aralar bozulur!

Laf taşıyan kimse lafçılığıyla âdeta şunu demek istemektedir: “Falan senin aleyhinde konuştu. Onun neler söylediğini şimdi sana dediğimde üzüleceksin, moralin bozulacak hatta kızacaksın. Böylece ondan kalbin iyice soğuyacak hatta onunla görüşmek bile istemeyeceksin. Belki de şeytanın yapamadığını ben yapıp, iki Müslümanın arasını açacağım. Onu birazdan yapacağım. Şimdi sıkı dur. Senin aleyhinde konuşulanları sana ballandıra ballandıra anlatarak, bütün bu kötülüklerin olmasına sebep olacağım…”

Ne diyelim? Allah sana akıl, fikir versin; dilinin ve amelinin şerrinden hepimizi korusun!

143  ÂHİR ZAMANDAN ENSTANTANELER!

Adam ilimden anlamaz ama akîdeyi çok iyi bilir!

Adam ilimden anlamaz ama dini çok iyi bilir!

Adam ilimden anlamaz ama çok güzel fetvâ verir!

Adam ilimden anlamaz, doğal olarak da ilimden anlayanları eleştirir, nasihat sevmez; çünkü kendini müctehidler seviyesinde görür!

Âhir zamanda ilim, âlimlerin azalmasıyla peyderpey ortadan kalkar… Yoksa Yüce Rahmân ilmi zorla, söküp çıkarmakla insanlardan geri almaz.

Dünyalık, makam ve şöhret sevgisi artıp, ilme rağbet azalınca âhir zamanda geriye ilimden anlamayan kimseler kalır. O kimselerden bir kısmı veya birçoğu ilimsizce, kendi kanâat, görüş, zan ve hevâlarına göre atıp tutarlar, lafları getirirler, götürürler!

Bilelim ki, gök kubbe yerinde durdukça ilme, hayra, Tevhîd’e, İslâm’a ve güzel ahlâka tâlib olan hak ehli -az da olsa- bulunmaya devam edecektir!

Onun için kimse kendisini tek mü’min, tek allâme (!) sanmasın!... Hâşâ, Allah adına -câhilce- noterlik yapmaya kalkışmasın!

Vesselâm!

144  ORTAKLARIN ÇOĞU...

Ortaklık düşünenler, dikkat!

Maalesef çoğu zaman para sadece oyunu değil, dostlukları da bozuyor! Bunun nedeni, ticâretin de Allah için olduğu şuurunun pörsümesi; nefsî hırs ve tamahkârlıkların ortaya çıkmasıdır! Ticârette, ortaklıkta ve alış verişlerde insanların birbirine zulmetmemesinin çözümü ise, sahîh ve sağlam iman, sâlih amel ve takvâdır. Bu kimseler de ne kadar azdır!

Okuyalım:

٠٠٠وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ الْخُلَطَاءِ لَيَبْغِي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ إِلاَ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَلِيلٌ مَا هُمْ٠٠٠

"...Gerçekten (mallarını birbirine) katıp karıştıran (ortak)ların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Onlar da ne kadar azdır!..." (Sâd: 24)

145  DOSTLUK NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Dostluk fedâkârlıktır. Dost bilinen kimse, sırtına binilip kullanılacak bir merkep, bir araç ve bir nesne değildir! Dostluğu böyle anlayanlar -iyi gün dostları dağılınca- dostsuz kalmaya mahkûmdurlar.

Dostluk samimiyet ve fedâkârlık yarışıdır. İnsanları yontma ve kendine pay çıkarıp yağ gibi üste çıkma sanatı değildir! Dostluk karşılık beklemeden sevmektir, Allah için vermektir, cömertlik ve yardımseverlikte öne geçmektir. Yoksa dostluk, tanıdığın herkesi yolunması gereken bir kaz veya ördek ya da sırtına binilmesi gereken bir merkep gibi görüp de, beklentiler karşılanmadığında da cömertlik, infâk, fedâkârlık, ferâgat, îsâr, ensâr, muhâcir, kardeşlik ve samimiyet Âyetlerini nefis ve hevâ için kılıç gibi kullanarak, karşıdakileri suçlama talihsizliği değildir!

Hak sözün kökü de, temeli de, niyeti de, maksadı da, hedefi de hak olmalıdır. Bir hak sözü söyleyen, o sözle birisini suçlamayı değil, önce nefsinin, sonra da başkalarının ıslâhını amaçlamalıdır.

Cömertlik, kardeşlik, infâk ve îsâr diyen de, aslında bunu önce kendi nefsine söyler. Onun için de, bu dedikleriyle önce kendisinin amel edip, sözden daha tesirli olan o ameliyle de başkalarına güzel örnek olması beklenir. Aksi istikâmette bilgi çokluğuyla insanlara ayar vermenin dostlukla bir ilgisi yoktur. Belki nefse çıkar yontmayla bir ilişkisi vardır! Vesselâm.

146  İnsan hayattayken elindeki kazandığı dünyalıkların, gezip dolaştığı, devrân sürdüğü yerlerin, yolların, sokakların, köprülerin, teknolojik imkânların, gezip görebileceği tüm dünyanın, hiç görmediği ve gezmediği uzaklardaki ormanların, dağların, denizlerin, nehirlerin, çağlayanların, şelalelerin, kuş seslerinin, göllerin, köylerin, şehirlerin, ülkelerin ve kıtaların bütün güzelliklerinin kendisinin olduğunu sanır... Önceki nesiller de genelde hep böyle düşünmüşlerdi! Ama dünya ve bu ihtişamını, o kazandıklarını, saraylarını, iktidarlarını, taçlarını, tahtlarını, koltuklarını, köşklerini, yurtlarını, barklarını, altınlarını, gümüşlerini, paralarını, modern eşyalarını, antika koleksiyonlarını, modern veya klasik arabalarını, çeşit çeşit elbiselerini, velhâsıl, "benim!" dedikleri her şeyleri hatta evlerindeyken üzerinde oturdukları minderlerini ve köşelerini, kalemlerini, kitaplarını bile geride bırakıp, yanlarına bir çöp bile alamadan, sesleriyle, sözleriyle ve karaltılarıyla birlikte gittiler! Sırası gelen herkesin, -durum ve şartlar ne olursa olsun- bekleme yapmadan gitmek zorunda olduğu âhirete göçtüler. Bir gün biz de gideceğiz? Rabbimizden iman ve İslâm üzere istikâmet ve ölüm ânında hüsn-ü hâtime dileriz.

147   Sadaka verdiğiniz garibanların ve mazlûmların resimlerini çekip yüzlerini göstermeyin! İyilik yapın, daha çok yapın ama ihlâs ve duyarlılıkla yapın. Üç kuruş verdik diye o kimselerin fotoğraflarına talip olmayın! Kalplerinizin ve nefislerinizin gösteriş yapmayı amaçlıyor olmasından ve o gariplerin izzet, şeref ve mürüvvetlerini rencide etmekten korkmuyor musunuz? İyilik yaptım sanırken, Allah'ın huzurunda hesap vermekten endişe etmiyor musunuz? Normal şartlarda bir insan, izzet, şeref ve mürüvvetinin zedelenmesi karşılığında çuvallar dolusu altını elinin tersiyle iter. İtmek de ne kelime?! İterken gözünün ucuyla bile bakmaz! Gerçek iyiliğin farkında olmak, farkındalık adına... Allah için...

148  İSLÂM'I BİR BÜTÜN OLARAK ALMAK GEREKİR!

Tevhîd, ilim, iman, vahdet, takvâ, kardeşlik, ihlâs, tevekkül, tefekkür, zühd, zikir, fikir, sabır, şükür, hamd, sıdk, sadâkat, tasdîk, adâlet, cihâd, namaz, oruç, zekât, hac, tesettür, teheccüd, hicâb, emr-i bi'l ma'rûf, nehy-i ani'l münker, davet, teblîğ, hikmet, basîret, firâset, nasihat, sohbet, istişâre, iyilik, ikrâm, ihsân, tesbîh, tevbe, istiğfâr, dua, tazarru', tasadduk, edeb, sevgi, saygı, af, rahmet, tedbîr, teennî, kanâat, tevâzu, güzel ahlâk ve nefis terbiyesi, bütün bunlar hep İslâm'ın değerleridir.

Bunları veya bir kısmını başka kaynak, meşreb ve gruplardan ta'lîm ve terbiye etmek yerine; hak ve adâleti, ma'rûf ve münker'i, din ve ibâdeti, ihlâs ve samimiyeti, dostluk ve kardeşliği, iyilik ve kötülüğü doğrudan İslâm'dan, Kur'ân ve Sünnet'ten ve İslâmî temel kaynaklardan öğrenip tahkîk etmek gerekir. Çünkü Allah ve Rasûlü en iyi bilendir. Allah Teâlâ dâimen ve ebeden doğruyu söyler. Şeytan ise yalan söyler ve yaldızlı sözlerle aldatıp yoldan çıkarmak ister!

İslâm yücedir, bütün beşerî dinlere ve ideolojilere karşı zâhirdir, üstündür; hiçbir eklenti ve senteze muhtaç değildir! Ve bilnetice, İslâm, bir bütün olarak ve bütün değerleriyle İslâm'dır!

149  İSLÂM TERBİYESİ:

Çocuk eğitimindeki en büyük yanlışlardan biri, anaların, kız çocuklarını; babaların ise, erkek çocuklarını kendilerine benzetme çabalarıdır. Çoğu zaman, karı-koca arasındaki geçimsizliklerde de maalesef çocuklar koz olarak kullanılmaktadır. Oysa ana ve babalar gibi, bütün çocuklar da Peygamber ahlâkıyla terbiye edilmelidir. Her hususta Peygamberimizin güzel ahlâkı örnek alınmalıdır.

Çocuklara, örnek alınması gereken "model insan" olarak sadece Allah Rasûlü gösterilmelidir. Zira Müslümanın mutlak örneği Rasûlullah aleyhisselâm'dır. Onun dışındaki kimseler ise, Allah ve Rasûlüne uydukları ve Nebevî ahlâk ile müzeyyen oldukları sürece mukayyed örneklerdir. Güzel örneklik bu noktada Peygamberin Sünnetine uymakla ve onun ahlâkıyla ahlâklanmakla kayıtlıdır!

Çocuk eğitiminde diğer bir nokta ise, kız çocuklarının bulûğ çağından önce, mükellef olan her Müslüman için Allah'ın emri olan tesettüre alıştırılmalarıdır. Çünkü küçük yaşlarda moda ve teberrüce özendirilip, tesettüre alıştırılmayan ve hicâb eğitimi verilmeyen kızlar ileride bu hususta genelde titiz olmamaktadırlar. Namaz eğitimi de böyledir! Kız olsun, erkek olsun, çocuklar, ergenlik çağından önce namaza alıştırılmazlarsa, ergenlik çağına erdiklerinde onların hemen namaz kılmaya başlamaları ve namaz konusunda yani namaza devam, ihtimâm, namazın ikâme ve muhâfazası hususlarında titiz hareket etmeleri çok zor olmaktadır. Özellikle de câhiliyyenin devrân sürdüğü çağlarda!

Rabbimiz, bizleri Kur'ân ahlâkıyla ahlâklandırsın ve yeni nesillerin İslâm terbiyesiyle müeddeb kimseler olmalarını nasip eylesin.

Yûsuf Semmak

Bağlantı | kategori: NASİHATLER | tarih: 19/10/2020 | Yorum(0) | Yorum yaz
YORUM YAZINIZ
İSMİNİZ

E-Posta (Gizli)

Web siteniz

Yorumunuz

Güvenlik kodu
21.05.2025Çarşamba
Son Konular .: 127- Hasta İçin Okunacak Dualar! | Yusuf Semmak
.: 126- Her Köşeye ve Her Kişiye Tevhid'i Duyurun! | Yusuf Semmak
.: 125- Ru'yetullah'ı Reddedenlere Reddiye! | Kesitler-3 | Yusuf Semmak
.: 124- Kelime-i Şehadet Nedir? | Kesitler-2 | Yusuf Semmak
.: 123- Tağutu İnkar Etmek İmanın Şartıdır! | Yusuf Semmak
.: 122- Zerre Kadar İman Nedir? | Kesitler-1 | Yusuf Semmak
.: 121- Alın Yazgısı, Kader | Yusuf Semmak
.: 120- İlim Ne İçindir? Kimlere İlim Ehli Denir? | Yusuf Semmak
.: 119- Tekfircilik! | Yusuf Semmak
.: 118- Kur'an ve Sünnet'in Arasını Ayırma! | Yusuf Semmak
.: 117- Tevhid'i Nasıl Anlamalıyız? | Yusuf Semmak
.: 116- Sosyal Medyada Ne Paylaşalım? | Yusuf Semmak
.: NASİHATLER 17
.: 115- Ebu Hanife Hakkında | Yusuf Semmak
.: 114- Arapça Test Çözümleri – Tesniye'nin (İkilin) İ'rabı | Yusuf Semmak
.: 113- Kur’an Okuma ve Öğretme Karşılığında Ücret Almak, Ölüler için Kur’an Okumak ve Rukye Bahsi - PÇMO – 44
.: NASİHATLER 16
.: 112- Peygamberin Kabrini ve Diğer Kabirleri Ziyaret ve Ölülere Nelerin Fayda Vereceği - PÇMO – 43
.: Muhtelif Konularda Kısa Kısa - 7
.: 111- Kâfir Olarak Ölenlere, Dünyadaki İyi Amelleri Fayda Sağlamaz! | Yusuf Semmak
.: 110- Benim Babam da Senin Baban da Ateştedir! | Yusuf Semmak
.: 109- Hz. Ömer’in Hılâfeti Devrinde Bir Adamın Hz. Nebî'nin Kabrine Gelip Onunla Tevessül Etmesi – 42
.: 108- İman Edip Müslüman Olmak Tertemiz Bir Sayfa Açmaktır! | Yusuf Semmak
.: 107- Peygamberimizin Kabrini Ziyaret Meselesi – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 41
.: 106- Zamanın Önemi ve Su Gibi Akan Ömür! | Yusuf Semmak
.: 105- Mü’min Sabahlayıp Kafir Akşamlamak veya Mü’min Akşamlayıp Kafir Sabahlamak! | Yusuf Semmak
.: 104- Tarihte Putperestlik Nasıl Başladı? - Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 40
.: 103- Müslümana Sövmenin ve Onunla Savaşmanın Hükmü Nedir? | Yusuf Semmak
.: 102- Türbe ve Kabirleri Ziyaretin, Bid’at Olan Tevessülle İlişkisi – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 39
.: 101- Münafıkların Özellikleri Nelerdir? | Yusuf Semmak
.: 100- Müslümanı Tekfir Eden Kimsenin Durumu Nedir? | Yusuf Semmak
.: 99- Tevessülün Anlamı, Kısımları ve Bid’at Olan Tevessül – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 38
.: 98- Ehl-i Kıble Kime Denir? | Yusuf Semmak
Son Yorumlar
Yusuf Semmak
🔸 Rabbimiz, yolunu kaybed
Yusuf Semmak
Kadr Gecesi sebebiyle duâ ediyoru
Yusuf Semmak
Rabbimiz kalan ömrümüzü geçen ömr
Yusuf Semmak
☝️ "Tâğûta ibâdet et
Yusuf Semmak
✍ Sıla-i rahmin ömrü ve rız
Yusuf Semmak
BUNLAR HİÇ EŞİT OLUR MU?! 1- "
Yusuf Semmak
Arkadaşlar, videoyu paylaşalım!
Yusuf Semmak
Bu konuda üç Âyet-i Kerîme zikred
misafir
Thankks forr sharing your thought
Oğuzhan
Admin çok teşekkürler.
İsmail
Yüce ALLAH cc razı olsun sizden h
Yusuf Semmak
Ve aleyküm selâm kardeşim. Tâbi
Bekir Yetginbal
Canım kardeşim selamualeykum GÜN
Bekir Yetginbal
Ey Rabbim bu kulunun gayretlerini
Mahmut
Selamünaleykum Yusuf peygamberin
Ufuk
Çok güzel
Şeyma
Bu nadide soru ve cevapları için
Ahmet
Doyurucu bir yorum Teşekkürler
Yusuf Semmak
Son mısralar/dizeler hep "Lâm" ha
Baraa
Bence çoooook güzel bir site
ali
İlmî Arapça Sayfası http://www
ali
Faydalı Bir Maksud Programı http
ali
Faydalı Bir Emsile Programı http
Yusuf Semmak
BU DERSTE İŞLENEN BAŞLICA MEVZULA
Derya Atan
Ağzınıza, yüreğinize sağlık hocam
Firdevs Sevgi
inş güzeldit.
misafir
⭐⭐⭐⭐&
mustafa
Abi çook teşekküür ederim
Medine
Cenetin kapısın geçmek istiyom
Yusuf Semmak
Namazda Salli-Bârik okurken, Peyg
Yusuf
Allah razı olsun hocam çok anlaşı
Yusuf Semmak
Saçınızı erkeğe kestirmediğiniz,
Meryem
Verdiğiniz bu bilgiler için çok t
© 2012 YUSUFSEMMAK.COM