Şâri', şerîat koyucu demektir. Bu kelime şer' ve şerîat kelimelerinden gelmektedir, ism-i fâildir. Lügatte şerîat, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol, izhâr etmek, açıklamak ve kanun koymak anlamlarına gelmektedir. İslâm terimi olarak şerîat, Allah'ın kulları için koymuş olduğu dînî ve dünyevî hükümlerin hepsinin adıdır. Şerîat kelimesi, din ile aynı anlamda olup, hem "ahkâm-ı asliyye" denilen i’tikâdiyyâtı, hem de amelî, fer'î hükümleri, yani ibâdet, muâmelât ve ahlâkî esasları kapsar.
KANUN KOYUCU (EŞ-ŞÂRİ’, EL-MEŞERRİ') ANCAK ALLAH’TIR: Şâri’, şerîat koyucu demektir. Bu kelime şer’ ve şerîat kelimelerinden gelmektedir, ism-i fâildir. Lügatte şerîat, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol, izhâr etmek, açıklamak ve kanun koymak anlamlarına gelmektedir. İslâm terimi olarak şerîat, Allah’ın kulları için koymuş olduğu dînî ve dünyevî hükümlerin hepsinin adıdır. Şerîat kelimesi, din ile aynı anlamda olup, hem "ahkâm-ı asliyye" denilen i’tikâdiyyâtı, hem de amelî, fer’î hükümleri, yani ibâdet, muâmelât ve ahlâkî esasları kapsar. Şerîat, Peygamber tarafından teblîğ edilmiş olan "İlâhî kanun" demektir. Bu kanunun belirleyicisi ve gerçek sahibi olan Allah’a, "Şâri’-i Mübîn, Şâri’-i Mutlak ve Şâri’-i Hakîkî" denir. Şerîat’ı, Allah’tan aldığı gibi aynen, insanlara teblîğ eden Peygambere de "Şâri'" denir. Ama Peygamber için "Şâri'" kelimesi mecâzen kullanılır. Peygamberimizin Şâri' olması mutlak anlamda değildir. Peygamber, Allah’ın vahyettiği emir ve yasakları Allah’ın kullarına bildirir. Bildirdikleri şeyler vahiy ile olduğu için, onun, Allah’ın irâdesi istikâmetinde şerîat belirlemesi, aynen Kur’ân hükümleri gibi bağlayıcıdır. Kur’ân’da açıkça geçmeyen pek çok hükmü biz, Peygamberden öğreniriz. Kur’ân Âyetlerinin ne anlamlar ifade ettiğini de yine onun Hadîslerinden ve uygulamalı Sünnetinden öğrenmekteyiz. Bu nedenle Peygamberimize, "Şâri’-i Mecâzî" denir. Bâtıl dinlerde olduğu gibi, Peygamberlere, rûhânîlere, mukaddes addedilen bir takım kimselere, meleklere, cinlere ya da başka şeylere, Allah yanında egemenlik ve hüküm vaz’ etme hakkı verilmez. İslâm’a göre hüküm belirlemek mutlak olarak Allah’ındır [1]. Bu nedenle de ibâdet ancak Allah’a yapılır. İbâdet anlamına gelen hiçbir davranış ne maksatla olursa olsun, Allah’tan başkasına sunulamaz. Ancak Allah’a yapılması gereken ibâdetlerin birini ya da bir kaçını Allah dışında bir takım varlıklara sunmak, onları Allah’ın yanında ilâhlar edinmektir ki, bu şirktir! O kimsenin, bu şirkine rağmen, ibâdetlerin çoğunu Allah’a sunuyor olması durumu değiştirmez. Ümmet-i Muhammed’i diğer dinlerden, inançlardan ve felsefelerden ayıran en bâriz nokta burasıdır. Burası, bâtıl ile hakkın yol ayrımıdır. Şirk yoluna girenler müşrik; şirki, müşrikliği, küfrü, tâğûtu, sahte ilâhları, sahte dinleri ve beşerî fikir akımlarını reddedip sadece Allah’a bağlananlar da muvahhiddir. Tüm dünya ve hatta kendisine “Müslüman” ismi ya da sıfatı verenler bilmelidirler ki, İslâm’da ne Peygamberi ilâhlaştırmak ve ona kulluk etmek vardır, ne de başka insanları! Çünkü bu din Allah’ın dinidir ve Allah’tan gelmiştir. Her şey ve herkes mahlûktur ve Allah’a muhtaçtır. Kula düşen de, en güzel şekilde O'na kulluk yapmak ve kul olmaktan daha büyük bir şeref kabul etmemektir. Hristiyanlar’ın ya da Yahûdîlerin Peygamberlerine ve rûhânîlere taptıkları gibi, İslâm Peygamberine tapmak ile Müslümanlık bir kalpte aynı anda yer edemez. Kendisine tapınılanın mübârek olması, şirki mubâhlaştırmaz! Aksine suçu daha çok artırır. Bu sözlerimiz, Peygambere itâat konusunda kimseyi gevşekliğe sürüklemesin. Zira uyardığımız konu, ona itâat etme konusunda değil, ona tapma konusundaki sapkınlıktır. Uyarımız, kendilerine şeyh ya da velî denilen bir takım kimselere Allah yanında ilâhlıktan pay biçen ve bazı hususlarda onlara da ibâdet eden zihniyetler konusundadır. Açıklamalarımız, “Hz. Muhammed’in sıfatları da aynen Allah gibidir. Allah’tan tek farkı, eti, kemiği olmasıdır. Hz. Muhammed eşittir Allah’tır” diyenlerin akîdelerinin "İslâm" olmadığına işâret etmek ve bu tür bozuk inançlardan uzak durulması konusunda uyarıdır. “İnsan, hiç Peygambere tapar mı?” diyerek geçiştirmeyin! "Evliyâ, eren, kutsal, mübârek ya da rûhânî" denen bir çok canlılara tapan insan, bunlardan daha şerefli ve daha üstün olan Peygamberlere neden tapmasın?! Tarih boyunca da insanlar ya Peygamberleri aşırı alçaltmışlar ya da aşırı yüceltmişlerdir. Kendilerine kitap verilmiş olan Hristiyan ve Yahûdîlerin hâline bakın! Kimi “Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir” [2] diyor, kimi “Mesîh (Îsâ) Allah’ın oğludur” [3] diyor, bir diğeri de “Üzeyr Allah’ın oğludur” [4] diyor! Hz. Îsâ daha beşikte bir bebek iken, “ben Allah’ın kuluyum” [5] cümlesini söyleyerek; İlâhî bir mu'cizeyle Hristiyanlara ilk reddiye ve uyarısını yapmadı mı?. Peygamberimiz, "Âmir" (emreden) ve "Nâhî" (nehyeden) sıfatlarına sahiptir. O Allah’ın kulu ve Rasûlüdür. Şu kadar var ki, Allah Rasûlünün emrettikleri ve yasakladıkları, Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Bu konuda Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Peygambere itâat eden gerçekte Allah’a itâat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse; zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu (gözetleyici) göndermedik.” [6] Bir de şu Âyetleri okuyalım: “Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din olarak kabul etmeyenlerle, kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar savaşın.” [7] “İşte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.” [8] Yukarıdaki Âyetlerden de anlaşılacağı gibi, Rasûl-ü Ekrem’in haram kıldığı dinde haram, helâl kıldığı da helâldir. Ancak bu, dinde "müstakil iki şâri'" (kanun koyucu) olduğu anlamına gelmeyip, “O, arzusuna göre konuşmaz, bildirdikleri vahyedilenden başkası değildir” [9] Âyeti yanında, bizzat Hz. Peygamberin, “Ben ancak Allah’ın Kitâbında helâl kıldığı şeyi helâl kılarım ve yine ancak Allah’ın Kitâbında haram kıldığı şeyleri haram kılarım” [10] şeklinde ifade ettiği gibi, Kur’ân’a ve dolayısıyla tek ve gerçek şâri’ olan Allah’ın irâdesine tâbi ve O’nun kontrolünde bir teşri’ faaliyetidir. Yukarıda da yeterince açıkladığımız gibi, Allah’ın Rasûlünün vahiyden gerçek anlamda bağımsız ve müstakil olarak hüküm koyma yetkisi bulunmamaktadır. O, Allah’ın buyruklarının insanlara ulaştırılmasında bir elçidir ve kendisi de bu buyruklara teslim olma noktasında bir kuldur. Peygamber bile din adına, Allah’tan bağımsız olarak hüküm belirleyemiyorsa ve dine ilâve ve çıkarma hakkına sahip değilse, diğer insanların her ne amaçla olursa olsun, Allah’ın irâdesine muhâlif hükümler belirlemeleri ya da bunların dinden olduğunu iddia etmeleri asla doğru olamaz. Bu tür faaliyetler küfr-ü sarîh ve küfr-ü ekberdir! Şer’î kaynaklardan hüküm çıkaran müctehidlerin ictihâdları, İslâm’da "teşri’de bulunma ameliyyesi" değildir. Kanun koyma hakkı, Allah’tan başka kimsenin yetkisi dâhilinde değildir. İctihâd; müctehid kişinin herhangi bir şer’î hüküm hakkında kendisi için bir kanâat ve kuvvetli bir zann hâsıl olana kadar bütün gücünü kullanması ve elinden geleni yapmasıdır. Diğer bir ifadeyle, Nassların maksûdunu elde edene kadar elinden geleni son tâkatine kadar gerçekleştirmesidir. Müctehid, bir konu hakkında ictihâd ederken, o konuda elinden daha fazlası gelmediğine, daha fazlasını yapamayacağına dair kendisinde bir acz hisseder ve fetvâ verdiği meselenin zann-ı gâlip ile doğru olduğunu düşünür. Müctehid’in ictihâdıyla ortaya çıkan zannî şer’î hükme; yani hakkında kat’î delil bulunmayan o meseleye “müctehedün fîh” denir. Müctehidlerin şer’î kaynaklardan, hükmü açık olmayan meseleler hakkında hüküm çıkarmaları faaliyeti, keyfî bir görüş belirtme şeklinde olmadığı gibi, Allah’ın sınırlarına bir tecâvüz de değildir. İslâm’da ictihâd, fer’î meselelerde ve yalnızca müctehidler tarafından yapılır. Herkesin rastgele Kur’ân ve Sünnet hakkında yorum yapması ve fetvâlar vermeye cür’et etmesi İslâm’la bağdaşmaz. Fetvâya salâhiyeti olan âlimlerin yaptıkları da zaten Hudûdullah’ı ve İslâm’ın esaslarını muhâfaza etmektir. Allah’ın belirlediği temel ve kesin hususlarda değiştirme ve tartışma asla söz konusu değildir. Durum böyleyken beşerî-demokratik düzenlerde câhil ve ehliyetsiz insanların genelde çoğunluk esasına göre keyfî olarak kanun belirlemeleri nasıl makul karşılanabilir?! Üstelik de, Allah’ın kanunlarını hiçe sayma pahasına..! Maalesef bu yöntemin İslâm’a uygun olduğunu söyleyerek, yazılar yazan, konferanslar ve demeçler veren sözde ilim taifesinin mevcudiyeti herkesçe bilinmektedir! Birçok yazar, düşünür, profesör ve din (!) adamı, halkın kendisini, kendi irâdesine göre yönetmesinin yani kula kulluk yapmanın İslâm’ın rûhuna uygun olduğunu söylemektedir! Herhalde bu iddialardan, onların kuruntularına ya da rûhlarına uygunluğu anlamamız gerekmektedir! Ama bunu keşke aldattıkları insanlar da anlayabilse!.. Muhammed Kutub’a kulak verelim: “İslâm âleminde samimi, ama Demokrasi hakkında aldatılmış bir takım yazar, düşünür ve davetçiler vardır. Bunlar derler ki: ‘Biz Demokrasi'de bulunan iyilikleri alır, onda bulunan kötülükleri bırakırız.’ Yine derler ki: ‘Biz ateizmi, ahlakî çözülmeyi ve cinsel kargaşayı mubâh saymayız.’ O zaman bu kesinlikle Demokrasi olmaz.. İslâm olur! Zira Demokrasi, halkın aracılığıyla halkın hâkimiyetidir. Demokrasi halka kanun çıkarma yetkisi verir. Bu durum ortadan kaldırılacak ya da herhangi bir şekilde sınırlandırılacak olsa, bugün varolan ismiyle Demokrasi olmayacaktır.” [11] Kur’ân bize, hüküm ve hâkimiyetin kime ait olduğunu bildiriyor: “Hüküm ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [12] Bu Âyete göre, İslâm dininin temel ilkesi, hâkimiyetin Allah’a ait olmasıdır. Bu temel ilkeye teslimiyetten sonra Allah’ın belirlediği diğer hükümlere uygun bir hayat yaşamak; Allah’ın bizden istediği kulluktur. İnsanların çoğunun Allah’ın hâkimiyeti esasına dayanan hak dini bilmedikleri, ‘her konuda Allah ve Rasûlü en iyi bilir’ diyerek boyun eğmedikleri, kendilerine de hâkimiyetten bir pay istedikleri de bir gerçektir. Allah bize başka bir Âyette de itâatin gerçek merciini ve ihtilâfların çözüm şeklini öğretmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a itâat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (Müslüman idarecilere) de itâat edin. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasûlüne götürünüz. Bu, hem daha hayırlı ve hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” [13] İslâm’da idarecilere itâatin ölçüsü ve fikir özgürlüğüne dair birkaç örnek sunmak istiyoruz. İslâm’ın ilk halîfesi Hz. Ebû Bekir, hilâfeti ele aldığında ilk sözü şöyle olmuştu: “Ben sizin aranızda Allah’a itâat ettiğim sürece, siz de bana itâat ediniz. Şayet Allah’a ve Rasûlüne karşı gelecek olursam, benim sizin üzerinizde itâat isteme hakkım kalmaz.” Diğer Râşid halîfeler de benzer cümleler söylemişlerdi. Hz. Ömer bir gün: “Ben iyilik yaparsam bana yardımcı olunuz. Kötülük yaparsam beni doğrultunuz” demişti de, Selmân-ı Fârisî şöyle karşılık vermişti: “Allah’a yemin ederiz, eğer sende bir eğrilik görecek olursak onu kılıçlarımızla düzeltiriz.” Hz. Selmân’a, Hz. Ömer karşısında konuşma hakkını imanı veriyordu. Cesâret ve adâlet numûnesi olan Hz. Ömer bu sözden memnun kalarak şöyle dedi: “İdaresi altında Ömer’i kılıçlarıyla düzeltecek kimseler yaratan Allah’a hamdolsun.” İslâm’da mutlak itâat ancak Allah’adır. İslâm toplumlarında Müslüman idarecilere Allah’a itâat ettikleri sürece itâat edilir. Allah’ın buyruklarına karşı gelen, nefsine uyan hiç kimseye itâat edilmez. Günümüzde hangi demokrat idareci, yukarıdaki Hz. Ömer’in söylediklerini tebaasına söylemeyebilir? Hangi beşerî ideoloji, Hz. Ömer’in o sözlerini "İslâmî" ya da "meşrû" kabul edebilir? Bir gün yine Hz. Ömer hutbe verirken, evliliklerin kolaylaştırılması maksadıyla: “Mehirleri yüksek tutmayın” der. Müslümanlar arasından bir kadın ayağa kalkarak şöyle karşılık verir: “Allah geniş tutarken sen mi daraltacaksın? Allah, ‘Onlardan birisine yüklerle mehir bile vermiş olsanız, ondan hiçbir şey geri almayınız’ [14] diye buyuruyor.” Bu sefer Hz. Ömer: “Ömer hata etti ve kadın isâbet etti” demiştir. Allah’ın, insanların ictihâd etmesi için bazı hususları terk ettiği ve bu hususlarla ilgili olarak ortaya çıkan durumlara uygun düşen düzenlemelerde bulunabilecekleri doğrudur. Fakat bu her şeyden önce Şerîat’ın genel esaslarına bağlı olmak durumda olup, Demokrasilerde görüldüğü gibi, beşerî hevâlara terk edilmiş değildir. İşte İslâm’da siyâsî hürriyet böyledir. Bunun kaynağı, hiçbir ortak söz konusu olmaksızın yalnızca Allah’a ibâdet etmektir. İşte yeryüzü yöneticilerinin kutsallık niteliğinin olmaması, buradan kaynaklandığı gibi, üstü açık veya kapalı bir şekilde yöneticilere teşrî’ hakkının verilmemesi de buradan kaynaklanmaktadır. O bakımdan Allah’a hakkıyla ibâdet eden mü’min, yöneticilere karşı başını dik tutan, üstünlük ve izzet duygusunun farkına varır. Öyleyse İslâm ile Demokrasi'yi birlikte değerlendirmeye imkân yoktur. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. İslâm’ın demokratik bir düzen olduğunu veya onun demokratik düzeni kabul edebileceğini yahut da onunla yan yana gelebileceğini ileri sürmeye imkân yoktur. Sadece ârızî bazı benzerliklerin varlığıyanıltmamalıdır. Hak ve teminatlar, şûrâ prensibi, fikir hürriyeti, özgürlük gibi kavramlar muhtevaları ve amaçları bakımından bu iki sistemde farklıdır. İslâm’da, "Allah’a ortak koşmaksızın ibâdet" ilkesi vardır. Allah’ın Şerîat’ının hâkimiyeti, Tevhîd’in varlığının işâretidir ve Tevhîd’i pratikte gerçekleştirmek anlamına gelir. Demokrasi'de ise, Allah’tan başkasına ibâdet edilir ve insanların ortaya koydukları şerâitler, Allah’tan başkasına ibâdet edildiğinin işâreti olup, pratikte de bu gerçeğin teyididir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: وَإِن تُطِعْ أَكْثَرَ مَن فِي الْأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَن سَبِيلِ اللّٰهِ إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَخْرُصُونَ “Eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna itâat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftirâ edenlerdir.” [15] İmam Şenkîtî rahmetullahi aleyh, bu Âyeti şöyle tefsîr ediyor: “Allah Teâlâ, bu Âyet-i Kerîme’de dünya ehlinin çoğuna itâatin sapıklık olduğunu zikretti. Başka yerlerde de dünya ehlinin çoğunluğunun mü’minler olmadığını ifade etti. Bu durumun geçmiş ümmetlerde de bir vâkıa olduğunu ortaya koyan pek çok Âyet vardır. Allah Teâlâ’nın şu sözleri gibi: ‘Fakat insanların çoğu iman etmezler.’ [16] “Sen ne kadar arzu etsen de, insanların çoğu iman edici değillerdir.” [17] ‘Andolsun ki, onlardan öncekilerin çoğu da sapıtmış idi.’ [18] ‘Şüphesiz ki bunda elbet bir Âyet vardır. Hâlbuki onların çoğu mü’min değillerdir.’ [19] Bu konuda başka Âyetler de vardır.” [20] Bu Âyette bize, yeryüzündeki insanların çoğuna uymanın sapıklık olduğu bildiriliyor. Zira insanlar, ilimsizce kendilerine tâbi olanları saptırıyorlar. En’âm: 116’nın son bölümünde bu saptırıcılığın nedeni haber veriliyor: “Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftirâ edenlerdir.” İlâhî vahye sırtını dönen tüm insanlığın yapacağı budur! Hiçbir ilmî değeri olmayan tahmin ve kuruntularını hakikatin yerine koyarlar. Ve böylece insanlar, yalnızca yalan yanlış şeyler söylerler. Kendilerine itâat edenlerin de cehennem sebebi olurlar. İslâm’ın bütünüyle hâkim olduğu toplumlar hâriç, Hz. Âdem aleyhisselâm’dan beri yeryüzündeki insanların çoğunluğu sapıklık yolunu seçmiştir. Bu açıdan bakarsak, Müslüman olmak gerçekten büyük bir ayrıcalıktır. Hayat bir imtihan alanı olduğu için, Yüce Rabbimiz hidâyeti hak etmeyene imanı lütfetmiyor. Öyleyse, bu insanlar niye iman etmiyorlar?" diye kendimizi helâk edercesine perişan hâle getirmemeliyiz. İnsanlara Allah’tan daha çok merhametli olamayız. Allah, sonsuz merhametine rağmen, bir takım kimselerin iman etmelerini istemiyorsa, bu durum, onların mü’min olmak istemediklerinden dolayıdır. Allah da adâleti gereği, onlar için en münâsip olanı yaratıyor. İnsan özellikle ailesinin ve yakın akrabalarının iman etmelerini ziyâdesiyle ister. Ama Takdîr-i İlâhî’ye de teslim olmak zorundadır. Peygamberimiz de başta yakınları olmak üzere küfür içinde yüzenlerin iman etmelerini çok istemişti. Yüce Rabbimiz, Rasûlüne, istediği kimselerin hidâyetinde söz sahibi olmadığını bildirerek, hidâyet etmenin ancak kendisine ait olduğunu haber verdi: إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ “Muhakkak sen sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidâyet verir. O, hidâyete erecekleri daha iyi bilendir.” [21] Başka bir Âyette de görevimizin teblîğden ibâret olduğu açık ve kesin bir üslupla bildirilmektedir: وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ “Bize düşen apaçık teblîğden başkası değildir.” [22] Bu konuda son olarak şunu söylemek gerekir ki; insanlar ne kadar bilgili ve kültürlü olurlarsa olsunlar, bilim ve teknikte ne kadar ilerlerlerse ilerlesinler, kendileri için neyin hayırlı olacağını, Allah’a sormadıkça bilmelerine imkân yoktur. Kendi zanlarına uyarken, bir tarafı tamir ederlerken, diğer tarafı tahrip ederler. Bir de birbirlerine sorup duyduklarına uyarken, birbirlerini "rabb" ittihâz etmiş olurlar. Allah Teâlâ vahiy göndererek insana iltifât etmişken, insanın Allah’ın Kelâm’ını dinlemeyerek, O’ndan i’râz etmesi çok büyük bir nankörlüktür! Burada şöyle bir soru sorabiliriz. İnsanların idaresi gibi çok önemli bir konuda, söz sahibi kılınıp kendilerine vilâyet yetkisi tanınacak zümrenin tespitinin halkın genelinin arzularına terk edilmesi doğru mudur? Allah bildirmemiş olsaydı, belki de cevabı tartışmaya açık olacak böyle bir mesele, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’ân tarafından açıklığa kavuşturulmuştur: “Eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna itâat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftirâ edenlerdir.” [23] Peki, Allah’ın Âyetlerine sırtını dönen, zanna uyan, yalan söyleyen ve demagoji ile kendilerini aklamaya çalışan bu kaypak karakterli kişilerin sıfatları nelerdir? Bu konuda da sözü Allah’a bırakalım: “Gerçekten insan, Rabbine karşı çok nankördür.” [24] “...Gerçekten, insan çok zâlim ve çok nankördür.” [25] ”...Doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.” [26] “...İnsan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür.” [27] “...İnsan pek acelecidir.” [28] “Gerçekten insan helû’ (çok hırslı, sabrı kıt) [29] olarak yaratılmıştır.” [30] “...Fakat insanların çoğu şükretmezler.” [31] “...Gerçekten insanların çoğu fâsıktırlar.” [32] “Onlardan pek çok kimsenin günah işlemekte, düşmanlık yapmakta ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün.” [33] “...Onların pek çoğunun aklı ermez.” [34] “...Fakat onların çoğu câhillik ediyorlar.” [35] “...Fakat insanların çoğu bilmezler.” [36] “...Onların çoğu zandan başkasına uymazlar. Gerçekte zan ise, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz.” [37] “İnsanların birçoğu Âyetlerimizden cidden gâfildirler.” [38] “...Fakat insanların çoğu iman etmezler.” [39] “Onların çoğu, şirk koşmaksızın Allah’a iman etmezler.” [40] “...Onların çoğu kâfir kimselerdir.” [41] “...İnsanların çoğu ancak küfürde ısrâr ettiler.” [42] “...Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler, bundan dolayı yüz çeviriyorlar.” [43] İslâm toplumlarında Müslüman idarecilere bile kesinlikle kanun belirleme hakkı tanımayan Allah, yukarıdaki sıfatları taşıyan insanlığa yasama yetkisi verenlerden asla râzı değildir. Ayrıca bu apaçık delillerden sonra öne sürülecek hiçbir mazeret huzûr-u mahşerde kabul edilmeyecektir. Nitekim Kur’ân, insanların bu bâtıl yönelişlerini önlemek, onları sadece Allah’ın egemenliğini tanımaya davet etmek, sonuçta da müşriklerin mazeretlerini iptal etmek için gelmiştir. Demek ki yeryüzündeki insanların çoğu sapmıştır ve saptırıcıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de yeryüzü insanlığının çoğu; Rabbine karşı nankör, zâlim, tartışmacı, aceleci, hırslı, sabırsız, şükürsüz, fâsık, günahkâr, akılsız, câhil, bilgisiz, zanna uyan, gâfil, imansız, müşrik, kâfir, küfürde ısrârcı, hakkı bilmeyen ve ondan yüz çevirenler olarak tavsîf edilmiştir. O halde, İslâm tarafından böyle tanıtılan insanların kanun koyucu seçmesi ve seçildikten sonra teşrî’ (yasama) hakkını elde ettiğini savunması aklen ve ilmen câiz değildir. Teşrî’ yetkisini kazanmak için çaba sarf edenler, ilâhlık iddiasına kalkışan; onları seçen ve sözde onlara yetki verenler de onları Allah’a ortak kılan kimselerdir. Aslı itibariyle bu ikilem çok karmaşık bir çelişkidir. Çünkü yetki elde edenler "vekil", yetki veren müvekkil kimseler "asıl" olmasına rağmen; vekiller asıllara ilâhlık yapmaktadırlar. Bâtılın te’vîli olmaz! Bu konuyu Yüce Rabbimizin, konuyu açıklığa kavuşturan şu Âyetiyle bitirelim: أَمْ لَهُمْ شُرَكَاءُ شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللّٰهُ وَلَوْلاَ كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şerîat yapan (şârî’/müşerri'/kanun koyan) ortakları mı vardır? Eğer o fasıl kelimesi [44] olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz ki o zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” [45] Yusuf Semmak Dipnotlar: [1] En’âm: 57, Yûsuf: 40 [2] Mâide: 17 [3] Tevbe: 30 [4] Tevbe: 30 [5] Meryem: 30 [6] Nisâ: 80 [7] Tevbe: 29 [8] A’râf: 157 [9] Necm: 3, 4 [10] Kenzü'l Ummâl, 1, 195-196 [11] Muhammed Kutub’un “Mezâhibu Fikriyyetün Muasıratün” isimli kitabının e-kitap formatından tercüme edilmiştir. Muhammed Kutub’un açıklamalarının devamını, hatta kitabın tamamının tercüme ya da aslından okunmasını tavsiye ederiz. [12] Yûsuf: 40 [13] Nisâ: 59 [14] Nisâ: 20 [15] En’âm: 116 [16] Ra’d: 1 [17] Yûsuf: 103 [18] Sâffât: 71 [19] Şuarâ: 8 [20] Edvâu’l Beyân, İmam Şenkîtî, Beyrût, 1/366 [21] Kasas: 56 [22] Yâsîn: 17 [23] En’âm: 116 [24] Âdiyât: 6 [25] İbrâhîm: 34 [26] Ahzâb: 72 [27] Kehf: 54 [28] İsrâ: 11 [29] Envâru’t Tenzîl ve Esrâru’t Te’vîl, İmam Beydâvî, Beyrût, 1/567 [30] Meâric: 19 [31] Bakara: 243, Yûsuf: 38, Mü’min: 61 [32] Mâide: 49 [33] Mâide: 62 [34] Mâide: 103 [35] En’âm: 111 [36] A’râf: 187, Yûsuf: 21, 40, 68, Nahl: 38, Rûm: 6, 30, Sebe: 28, 36, Mü’min: 57, Câsiye: 26 [37] Yûnus: 36 [38] Yûnus: 92 [39] Ra’d: 1, Mü’min: 59 [40] Yûsuf: 106 [41] Nahl: 83 [42] İsrâ: 89 [43] Enbiyâ: 24 [44] Kâfirlerin azabının te'hîr edileceğine dair İlâhî hüküm. “...Eğer Rabbinden belirli bir süreye kadar bir söz geçmiş olmasaydı, elbette aralarında hüküm olunurdu.” (Şûrâ: 14) “...Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasa idi, bunların da aralarında elbette hüküm olunurdu.” (Fussılet: 45) [45] Şûrâ: 21 |
KATEGORİLER
02.05.2024Perşembe
Son Yorumlar
İsmail Yüce ALLAH cc razı olsun sizden h Yusuf Semmak Ve aleyküm selâm kardeşim. Tâbi Bekir Yetginbal Canım kardeşim selamualeykum GÜN Bekir Yetginbal Ey Rabbim bu kulunun gayretlerini Mahmut Selamünaleykum Yusuf peygamberin Ufuk Çok güzel Şeyma Bu nadide soru ve cevapları için Ahmet Doyurucu bir yorum Teşekkürler Yusuf Semmak Son mısralar/dizeler hep "Lâm" ha Baraa Bence çoooook güzel bir site ali İlmî Arapça Sayfası http://www ali Faydalı Bir Maksud Programı http ali Faydalı Bir Emsile Programı http Yusuf Semmak BU DERSTE İŞLENEN BAŞLICA MEVZULA Derya Atan Ağzınıza, yüreğinize sağlık hocam Firdevs Sevgi inş güzeldit. misafir ⭐⭐⭐⭐& mustafa Abi çook teşekküür ederim Medine Cenetin kapısın geçmek istiyom Yusuf Semmak Namazda Salli-Bârik okurken, Peyg Yusuf Allah razı olsun hocam çok anlaşı Yusuf Semmak Saçınızı erkeğe kestirmediğiniz, Meryem Verdiğiniz bu bilgiler için çok t Yusuf Semmak + Ayrıca Hadîs'in açıklamasında d Yusuf Semmak Güzel bir yorum. Fakat biraz açık metin hadiste gecen Gölge Arsin gölgesi Rüya Çok teşekkür ederim Şule Çok teşekkürler sadullah demircioğlu abdullah bin mesud (r.a.) ‘’sakın Yusuf Semmak Bir kardeşimiz, selâmdan sonra; “ Yusuf Semmak EVET, YİNE SİGARA! Bugün piyas İbrahim sarıtaş Allahrazı olsun Muhammet **** Bizim din hocamız başınızı örtmek |